13 Ocak 2025 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.

1xbetbetpasmariobet
escort konya
a
en iyi rulet siteleri

ŞEHİTLER

Namık Kemal Ünalp, 27 Aralık 1954, Merzifon-13 Temmuz 2002, Ankara. Bir Türk subayı (1975. Top. 11), Kayacan ve Canan'ın biricik babası...

Çok sevdiği askerliğe girişi lise eğitimi ile başladı. İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesinden 1972 yılında, müteakiben Kara Harp Okulundan 1975 yılında mezun oldu. Türkiye’nin farklı bölgelerindeki birliklerinde Topçu subayı olarak görev yaptı. Başarılı, arkadaşları tarafından sevilen, komutanları tarafından takdir edilen parlak bir subaydı. 1984 yılında topçuluk üzerine eğitim almak üzere ABD Oklahoma’daki “Fort Sill” Askeri Üssüne gönderildi. 1985 yılında girdiği Kara Harp Akademisinden 1987 yılında kurmay subay olarak üstün derece ile mezun oldu. 1990 yılında NATO karargâhına atandı, üç yıl Türkiye’nin Brüksel Askeri Ataşesi olarak görev yaptı. 1993 yılında yarbaylığa terfi etti.

Yurda dönüşte Hadımköy 1. Zırhlı Tugay Komutanlığı’na Tabur Komutanı olarak atandı. Kısa bir süre sonra, 1994 yılı başında taburu Trakya’dan İç Güvenlik Harekâtında yer almak üzere Irak ile Suriye arasındaki sınırın Türkiye ile buluştuğu noktadaki dağlık bölgeye, Cizre’ye gönderildi. Taburun sorumluluk sahası, içinde barındırdığı riskler dolayısıyla tehlikeli bir bölge ve görev koşulları ağırdı. Türkiye’nin güneydoğusunda yer alan bu bölgede yaşanan (bölücü terör örgütü mensupları ile) çatışmalar o dönem itibariyle yaklaşık 10 yıldır devam etmekte idi. Bu çatışmalarda subay ya da er pek çok asker hayatını kaybetmiş ya da sakat kalmıştı. Nitekim Kemal Ünalp’in de akıbeti de aynı oldu, bir operasyon sırasında vurulduğu haberi duyulduğunda takvimler 1995 yılının 25 Ocak gününü gösteriyordu.

İç güvenlik harekâtı sırasında batın bölgesinden ateşli silahla ağır yaralanan ve organ kayıplarına uğrayan bir subayın, bir gazinin hayatta kalmak için verdiği sekiz yıllık mücadele ve bu süreçte Albay Ünalp’in kaybolmayan cesaret duygusu.

Tarihte hayatları anlatılan bireylerin kişiliklerini nelerin oluşturduğu hakkında açık veya örtük ifadeler, tarihsel anlatıların bir parçasıdır. Tarihsel anlatılar, bireylerin izledikleri hareket tarzına niçin yöneldiklerini ve tarihi şekillendirmek için neleri yapabilip neleri yapamayacaklarını göstermektedir. Bu yazıda konu edilen kişi bir subaydır, tarihe mal olmuş ünlü biri değil, ama bir kahramandır.

Eşi 1995 Ocak ayının 25’ini 26’ya bağlayan gecenin sabahında çok erken bir saatte gelen bir telefonla Kemal’in yaralandığını öğrendi. O zaman Kurmay Yarbaydı. Telefonda Eşine olayın eğitim alanındaki atışlarda yaşandığı ve hafif bir yaralanma olduğu söylendi. İlk müdahalenin gece yarısı Cizre’de yapıldığı, tedavisi için hava ve yol şartları uygun olduğunda Diyarbakır’a getirileceği, oradan da askeri uçakla Ankara’ya gönderileceği belirtildi.

Ankara’ya gönderileceğini öğrendiğimde eşi şaşırmıştı. Çünkü ufak tefek şeyler için görev yerini bırakmayacağını, panik yapmayacağını biliyordu. Gelen haber üzerine aynı gün henüz beş yaşında olan oğlu ile birlikte İstanbul’dan Ankara’ya gitti. Acı gerçeği hastanede öğrendi. Aslında Genelkurmay karargâhından gelen heyetin bakışlarından olayın söylendiği gibi olmadığını anlamıştı. Eşi o anı şöyle anlatmaktadır:

“O sahne bugün dahi gözlerimin önünde… Görüşmeyeli bir yıl olmuştu. Normal şartlar altında iki hafta sonra iznini kullanmak üzere İstanbul’a gelecekti. Kendisini gördüğümde gözlerime inanamamıştım. Sedyede yatıyordu, üzeri örtüyle kapalıydı, sadece yüzünü görebilmiştim. Her tarafında vücuduna takılı hortumlar vardı, inanılmaz derecede şişkin bir surat ve beden söz konusuydu. Gözlerinde hem buruk bir sevinç hem de şaşkınlık vardı. Sadece iyiyim, merak etme diyebildi. Onu ameliyathaneye götürürlerken o anın hayatımızın bir kırılma anı olduğunu anlamıştım, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bizi ne zorlukların beklediğini tahmin etmek ise zordu.”

Yaralanma ağırdı, iç organlarından pek çoğu ağır hasara, bazıları ise kayba uğramıştı. O gece yapılan ameliyatla yaralanan böbreği (nefrektomi) alındı. Bir süre sonra diğer böbreği de fonksiyonunu yitirecekti. Yoğun kan kaybı ve gelişen ağır enfeksiyon doktorları endişelendiriyordu. Evet, son derece güçlü, sağlam bir yapısı vardı, ama yaralandığı silahın tahrip gücünün yüksek olması dolayısıyla oluşan tablo son derece vahimdi.

Bundan sonra belki elliye yakın ameliyat geçirdi. Altı ay hiç çıkmadan hastanede kaldı. Bu süreçte açık bırakılan karın bölgesinin kapanması beklendi. Karın kasları ve bağları zedelendiği için tüm batın sanki tamamen dışarıda duruyor gibiydi. Bir taraftan pankreastan akan sıvı deriyi yaktığı için koruyucu bandajlarla sarılmakta, diğer taraftan kalın bağırsak kesilip ucu karın zarından dışarı çıkartılarak torbaya bağlanmış (kolostomi) durumdaydı, akciğer boşluğuna toraks hortumu takılmış, kısacası bir sürü ağır sıkıntılarla karşı karşıya idi. Bir süre sonra herkesin hedefi Kemal’in yaşam mücadelesini kazanmasına odaklanmıştı. Bizim için bu durum, ne zaman sonlanacağı tahmin edilemeyen ama mutlaka kazanılması gereken bir savaşa dönüşecekti…

Haftanın en az üç günü yapılan diyalizler, batırılan binlerce iğne, damarların tamamen kullanılamaz hale gelmesiyle birlikte boyundan açılan onlarca kateter, kalbe yapılan müdahaleler, hepatite karşı interferon tedavileri, potasyum krizleri, biopsiler, organ nakli için bekleyişler, telaşlı arayışlar, umudun tükenmesiyle çaresizliğin ağır psikolojisi, sona yaklaşıldığının bakışlara yansıyan korkusu… Bu noktada özellikle organ naklinin ne kadar önemli olduğunu ve acıyan gözlerle size bakılmasının ne kadar kahredici olduğunu söylemek isterim.

Tüm bu süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri kurum olarak her zamanki gibi yanında oldu, imkânlarını seferber etti. Sosyal yaşamda arkadaşları her zaman manevi desteklerini sunmakta candan davrandır. Toplumun farklı kesimlerindeki insanlar her zaman saygı gösterdi, yardımcı olmaya çalıştı. Tüm bunlar birer moral unsuru olarak önemliydi. Ancak tüm bunlar kişinin fiziksel ya da ruhsal yaşadığı sarsıntıdan kurtulmasına, yeni hayatına uyum sağlamasına yetmiyordu. Ancak bu travmadan kendi içindeki savaşı kazanarak kurtulabilirdi. Bunu başarabilmesi için de kendisinden sonra en büyük rol eşine düşmekteydi. Bu rol zor bir roldü, çok güçlü ve sabırlı olmayı gerektiriyordu.

Bir malûl gazi olarak Kemal’in cesaret duygusunun kaybı söz konusu değildi. Bu durum en başta karakterinin bir yansımasıydı. Benimsediği değerlerle davranışları arasında her zaman uyumluluk olduğu göze çarpmaktaydı. Vatan sevgisi yüce bir değer, cesaret ise bunun yansımasıydı. Daha öce olduğu gibi yine mücadeleci, kararlı ve inançlıydı. Sadece cesaretini fiili olarak gösterebilmesi mümkün değildi. Bu gerçeği kabullenmekte zordu. Organ kayıplarına bağlı gelişen rahatsızlıklar ve başkasının yardımına muhtaç olma durumu yaşamın her türlü alanında endişe ve sıkıntı yaratırken asıl önemli husus, yetersizlik duygusunu aşabilmek, kaybolan hayallerin, yitirilen ideallerin yarattığı boşluğu doldurabilmek, idi. Çünkü en fazla acı burada hissedilmekteydi.

Vazifesi onun için kutsaldı ve o bunu içselleştirmişti. Dolayısıyla uğrunda kaybettiklerinden dolayı yetersizlik hissetmemişti, aksine gururu perçinlenmişti. Ama kaybolan ideallerin geri gelmeyeceğinin bilinmesi büyük bir boşluk yaratmıştı. Bu durum akılcı ve ortak paylaşım sahası yaratan bir stres yönetimini gerekli kılıyordu. Bu yönetim sadece onu ve eşini değil, aynı zamanda travmayı farklı açıdan yaşayan çocuklarını da içine almaktaydı.

Çünkü yaralı, hasta bir babanın, çocuğun duygu dünyasında büyük sarsıntı ve keder yarattığını o dönemde ilkokula yeni başlayan oğlunda görmüştü; ölümün ne olduğunu bilmeyen dört yaşındaki kızıma ise babasının bir daha hiç gelmeyeceğini anlatmakta zorlanmıştı. Fakat tüm bu yaşananların aileyi sonraki yaşantısında farklı kıldığını da söylemek isterim: Daha insancıl, daha sevgi dolu, daha yaratıcı, daha özgüveni yüksek ve mücadeleci…

Aile ilk defa böyle bir şey yaşamıştı, pek çok insanın yaşamayacağı, tecrübe etmeyeceği türden. Bu konuda psikolojik olarak profesyonel herhangi bir destek almadılar. Bu durum psikologların yardımını reddetmek değildi. Çünkü psikologların bu konuda söyleyeceklerinin onların bildiklerinin, tahmin ettiklerimizin dışında çok farklı bir şey olmayacağına inanıyorlardı. Aile yaşananı bir gerçeklik olarak değerlendirip, hayatta kalmak için verilen mücadeleyi güçlü kılacak, dayanma gücünü artıracak kaynakları harekete geçirmeyi seçmişti. Devletin kurumları başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere gereken desteği ve içinde yaşanan toplum beklenilen saygıyı gösterse de kişi yaşadığı acılarla sonuçta baş başa kalmakta, kendini ifade edebilmenin yolunu kendisi bulmaktaydı.

Türkiye’de tedavisini takip eden doktorlar ve ailesi kendisini sürekli gördüğü için bedeninde oluşan tahribat izlerine alışmıştı. Ama ilk defa gören birisi için dehşet vericiydi. Nitekim tedavi maksatlı bir süreliğine bulunduğu Washington’da, bir nefroloji uzmanı profesörün kendisini ilk muayene edişinde uğradığı şaşkınlık inanılmazdı. Gördüğü tablo karşısında hayrete düşmüş, söylediği ilk söz “Nasıl hayatta kalabildiniz, siz bir “Hero” olmalısınız Albayım” olmuştu.

Savaştan kurtulabilmiş kişilerin malûl gazi de olsa hayatta kalmış olmalarına seviniyorsunuz, ama ailenin örneğinde olduğu gibi o hayatı yaşamayanların her şeyi bilmeleri imkânsız. Tedavi ya da cerrahi müdahaleler dışında kalan zamanlarda yaşama sevincini canlı tutabilmek adına yapabileceği bir iş yoktu. Rahatsızlıkları; kendisini oyalayıcı mahiyette, dinlendirecek sevdiği bir işi yapmasına, herhangi bir sanat dalı ile uğraşmasına engeldi. Resim yapmayı çok sevmesine rağmen ne kolları ne de bedeni müsaitti. Ama onu en çok mutlu eden şey, iyi zamanlarını ayırdığı kızı için ürettiği fabl türü masallardı. O kadar güzel masallardı ki La Fontaine yaşasaydı herhalde çok kıskanırdı.

Kemal 2002 Temmuzunda, bir cumartesi günü 47 yaşında hayata veda etti. Eşi onun en sağlıklı halinden tamamen tükenişine kadar olan hep yanında oldu. Kara Harp Okulu öğrencilerinin mezuniyet törenini televizyondan seyrederken ağlayışına, politikacıların ya da hakemlerin yanlış bulduğu karar ve uygulamalarına kızmasına tanık olduğu gibi, göğsünden toraks hortumu çıkarılırken duyduğu derin acıya, kalbine ponksiyon yapıldığında çektiği korkuya, ağır enfeksiyonla yüksek ateşten kıvranmasına, boynundaki kan damarına açılan onlarca kateter ameliyatında yaşadığı endişeye, böbrek nakli olamayacağını duyduğunda yüreğinde büyüyen derin ıstıraba, umutsuzluğuna ve daha pek çok şeye…

Son gördüğünde ise şuuru artık tamamen kapanmıştı, gözleri boşluğa bakıyordu, ama yine aynı ışıltılı güzel mavilikteydi, her yeri kanıyordu, yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Vefat etmeden önce son kez görüştüğü eşine, “sana binlerce teşekkür ediyorum, çocuklar sana emanet, gözüm hiç arkada değil, onların senin gibi güçlü bir anneleri var” sözleri, son sözleri olmuştu. Eşini hayatta güçlü ve korkusuz kılan da bu sözler oldu.

Cenaze töreninde, 2002 yılının 15 Temmuz günü, top arabasının arkasından yürürken kalabalık o gün evlilik yıldönümü olduğunu bilmiyordu. Ama herkesin bildiği ve inandığı bir şey vardı. O da, Namık Kemal Ünalp’in onurlu bir insan, kahraman bir asker, vatansever bir subay olduğu idi.

Evet, “Kahramanın ölümü yazgısıdır, hikâyeden çıkarılacak ders ise sağ kurtulanlar ve seyirciler içindir.” Her askerin, her gazinin anlatılacak bir öyküsü vardır. Önemli olan onların dışında kalanların bu hikâyelerden çıkarılacak derslerle gazilerin toplumla bütünleşmesini sağlayacak ve onları etkin kılacak sosyal sorumluluk projeleri üretebilmeleri ve bu projeleri hayata geçirebilmeleridir. Bunları görebilmek bizleri mutlu edecektir muhakkak…

Birileri çözüm süreci mi dedi? Yaşam hakkı mı dedi? Peki, şehit Albay Kemal’in yaşam hakkı ne olacak? O’nun yaşam hakkı yok mu idi? Şehitlerimizin yaşam hakkı yok muydu?

Ey ehli vatan! Ey ehli millet! Neredesiniz? Üzerinize ölü toprağı mı serpildi? Ey Türk Milleti! Silkin ve kendine gel. Gün vatanınıza, milletinize ve şehitlerinize sahip çıkma günüdür! Eğer bir millet, bir ülke şehidine sahip çıkmazsa, işte o zaman şehitler ölür ve ülke de bölünür! Öyle “şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganları ile ya da türkü çağırmakla olmuyor bu işler.

Bir Çanakkale şehidinin torunu olarak, bize bu cennet vatanı hediye eden, bu topraklar, bu vatan, bu millet için, hülasa milli ve manevi değerleri, namus ve şerefleri için bir insanın hayattaki en değerli varlığı olan canını hiç düşünmeden, tereddüt etmeden seve seve feda eden tüm şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyorum. Mekânları cennet, ruhları şad olsun. Kahraman gazilerimizi de saygıyla selamlıyorum.

 

 

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Kerimcan Durmaz tutuklandı

HIZLI YORUM YAP