23 Mart 2023 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.
18 Mart 2023 Cumartesi
Gümrükten Eşya İthalatında TSE Sonucunu Etkileyecek İşlemler
Kolaylaşmayacak, Sen Güçleneceksin!
ANZAKLARIN GÖZÜNDEN MEHMETÇİK
Rusya'nın saldırısı meşru mu?
“Plan yapmayı başaramazsanız, batışınızı planlarsınız”
Değerli dostlar, bu yıl, 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin 108. yıldönümünü kutluyoruz. Bize bu cennet vatanı hediye eden, bu topraklar, bu vatan, bu millet için, hülasa milli ve manevi değerleri, namus ve şerefleri için bir insanın hayattaki en değerli varlığı olan canını hiç düşünmeden, tereddüt etmeden seve seve feda eden tüm şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyorum. Mekânları cennet, ruhları şad olsun. Kahraman gazilerimizi de saygıyla selamlıyorum.
Çanakkale’de yaşananlar, Birinci Dünya Savaşı’nın bütünü içinde yer alan çarpışmaların sadece bir bölümüdür. Bu nedenledir ki, “Çanakkale Savaşı” değil, “Çanakkale Muharebeleri” olarak tanımlamak daha doğrudur. Çünkü Çanakkale’de birden fazla muharebe yaşanmıştır. Ayrıca Çanakkale Boğazı’nda gerçekleşen çarpışmaları da “Çanakkale Deniz Savaşı” değil, “Çanakkale Boğazı Muharebesi” olarak tanımlamak gerekir. Çanakkale Muharebeleri, “Boğaz Muharebesi” (19 Şubat-18 Mart 1915) ve “Kara Muharebeleri” (25 Nisan 1915-9 Ocak 1916) olmak üzere iki ayrı safhada gerçekleşmiştir.
Çanakkale bir Galiçya, Süveyş Kanalı ya da Yemen ülkesi değildir. Çanakkale, öz vatan Anadolu’nun giriş kapısıdır, hemen ardında ise başkent İstanbul vardır. Çanakkale geçilirse memleket tümüyle elden gidebilecektir. Bu nedenledir ki, bedeli ne olursa olsun savunulacak, işgalci düşmana geçit verilmeyecektir. Anzaklar ise Çanakkale’ye, ülkelerini doğrudan ilgilendirmeyen bir savaşa katılıp, bilmedikleri topraklarda ve hiç tanımadıkları bir millete karşı savaşmak ve vatanını işgal etmek için getirilmiş koloni askerleridir. Ne Anzakların Mehmetçiklere, ne de Mehmetçiklerin Anzaklara karşı belirli bir düşmanlığı ya da birbirinden alıp veremedikleri bir şey yoktur. Geçmişte aralarında savaş ya da başka bir sürtüşme de olmamıştır. Ama savaş koşulları her ikisini de Çanakkale’de karşı karşıya getirmiştir. Diğer bir deyişle, siperden ailesine ya da sözlüsüne mektup yazan on yedi yaşındaki Anzak askeri Johny ile köyüne yazdığı mektupta eşinden yüzünü bile göremediği çocuğunu soran Mehmetçik aynı kaderi, aynı acıları paylaşmaktadır. Aslında her ikisi de politikacıların kapalı kapılar ardında siyasi amaçlarla planlayıp, uygulamaya koydukları ve adına “Büyük Savaş, The Great War” dedikleri trajik bir oyunda kendilerine biçilen rolü oynamaktaydılar. Hem de kahramanca ve mertçe çarpışıp, kanları ve canları pahasına da olsa, başarmak için.
Çanakkale Muharebeleri’nin önemli bir yönü de, çok zor koşullar altında yürütülen kanlı çarpışmalara ve tarafların yüzbinlerce kayıp vermesine karşılık, özellikle Anzakların ve Türklerin o gün olduğu gibi bugün de, birbirlerine karşı nefret ya da düşmanlık duymayışlarıdır. Aksine yaşanan onca şiddet, kan ve acı dolu günler boyunca, taraflar arasında karşılıklı takdir ve saygıya dayanan olumlu izlenim ve duyguların, ilginç bir dostluk havasının geliştiğini görüyoruz. Kabul etmek gerekir ki, insanlık tarihinde böyle benzer durumlara pek ender rastlanmaktadır. Hangi nedenledir ki Anzak askerleri gün gelmiş Mehmetçik için “düşmanımız dost Türk”, “Kahraman ve mert düşman”, “Jonny Türk”, “Jacko Türk” diyebilmiştir? Hiç dinmeyen şarapnel ve mermi yağmuru altında, kimi zaman toz ve sinek, kimi zamansa diz boyu çamur ya da karlı siperlerde, açıkta çürüyen cesetlerden yayılan dayanılmaz kokular altında, nasıl olmuştur da normal koşullarda bile kolay yetişemeyen saygı, takdir ve dostluk çiçekleri yeşerip açabilmiştir?
Çanakkale Muharebeleri ile ilgili belirtilmesi gereken önemli bir diğer nokta da şudur. Tüm bu çarpışmalar ve karşılıklı saldırılar sırasında Türkler mertçe, dürüstçe ve kahramanca çarpışmış, insancıl meziyetlerini ve güçlü kişiliklerini sergilemişlerdir. Mesela Kızılhaç çadırları ve hastane gemileri, yaralı taşıyan botlar ya da sedyeleri hedef alan atışlar yapılmamıştır. Tepeler Türklerin elinde olmasına ve olumlu doğa koşullarına rağmen, düşmanın sürekli olarak çekindiği zehirli gaz kullanılmamış, su kaynakları zehirlenmemiş, bu yöntemler hiçbir zaman mert ve dürüstçe bir tutum sayılmamıştır. Savaş alanında ele geçen esirlere ve yaralı düşman askerlerine yapılan insancıl muameleler Anzakları ilkin gerçekten şaşırtmıştır. Çünkü daha önce kendilerine anlatılan ya da hakkında belirli ön yargılar geliştirdikleri Türk askeri “Abdul” Çanakkale’de çok farklı bir tutum sergilemektedir. Anzakların Türk askerlerine, Mehmetçiğe ilişkin ilk düşünce ve yargıları, Çanakkale Savaşları ilerledikçe değişecektir. Mehmetçik, Çanakkale’de, vatanı işgale kalkışan güçlü düşmana karşı direnip destanlar yaratarak, Türk Milletinin kara yazgısını değiştirebilmiştir. Eğer dönemin süper güçleri amaçlarına ulaşsa ve Çanakkale geçilebilseydi, kuşkusuz modern tarihimiz çok farklı yazılacaktı. Gelibolu Yarımadasını kan çiçekleri gelinciklerin örttüğü bir tarlaya çeviren bu şiddetli savaşlarda Mehmetçik, düşmanına karşı sergilediği mert, dürüst ve insancıl tutumuyla da, dünyaca bilinen seçkin özelliklerini bir kez daha kanıtlamıştır.
Mesela yaralanıp tedavi için yattığı Malta’daki hastaneden arkadaşına yazan Avustralyalı çavuş H. D. Collyer şunları yazıyor:
Türklerin aslında iyi kalpli insanlar olduğunu biliyorum. İşte bunu kanıtlayan hatırladığım üç olay: Bir keresinde 12 yaralı askerimiz cephede Türk Kızılay ekibi tarafından bulunur. Esir almazlar. Yaraları sarılır ve kendilerine sizinkiler gelip sizi alırlar, denilip bırakılırlar. Bir başka sefer bir Türk askeri, yaralı ve yürüyemeyen bir askerimizi bulur. Yaralarını temizleyip sarar. Onu kuytu bir yere yerleştirir. Arkadaşları tarafından bulunması gecikebilir endişesiyle de yanına, bisküvi ve su bırakır. Gene bir başka bir Türk, yaralı bir askerimizin yarasını sarar ve hemen gitmesini, aksi taktirde bir Alman subayı gelirse her ikisini de vuracağını söyler… Tüm bu şiddet ve felaketlerin sorumlusu Almanlar Türklerin gözünü de iyice korkuttukları içindir ki Türk, yapısının doğal yönlerini bizlere serbestçe gösteremiyor.
Daha bunun gibi Mehmetçiğin kahramanlığını, insanlığını anlatan onlarca yazı ve mektup bulunmaktadır.
1934 yılında Anzak annelerine hitap eden Atatürk, tüm dünyada zihinlere kazınan şu sözleri söyler:
“Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Tarihte acaba, kaç komutan, ülkesini işgal için gelen düşmanını böylesine açıkça överek onurlandırmıştır.
Avustralyalı bir annenin bu güzel sözlere verdiği cevap da çok anlamlıdır:
“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını, alicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi. Bir ana olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz. Çünkü yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…”
Evet, Çanakkale Savaşları neresinden bakılırsa bakılsın, gerçekten tam anlamıyla bir insanlık dramı ve trajedisidir. Sahne, Gelibolu Yarımadası’nın kıraç tepeleri ve güzel kıyıları; arka dekor ise ışıl ışıl sularıyla Çanakkale Boğazı ve Mavi Ege Denizidir. Ancak bu sergilenen öyle bir dramdır ki, oyuncuların her biri yücelip devleşmiş, adeta birer destan kahramanına dönüşmüştür… ve bu öylesine gerçek bir oyundur ki, oyuncular rollerini kanları ve canları pahasına ama sonuna kadar büyük bir başarıyla sergilemişlerdir.
Savaşa karşı olmak ve ne türden olursa olsun savaş çıkmaması, insanların birbirlerini öldürmemeleri için uğraş vermek başlıca insanlık görevi olmalıdır. Devlet adamlığı da öncelikle bunu amaç edinmeyi zorunlu kılar. O nedenle ulu önder Mustafa Kemal’in dediği gibi “Yurtta barış, dünyada barış” diyoruz.
Son olarak, bir Çanakkale şehidinin torunu olarak dedemi ve bütün şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyorum. Mekânları cennet, ruhları şad olsun.
Sevgi, saygı ve selamlarımla…
Sevgili dostlar, bugün, vefatının 84. yıldönümünde millet olarak kendisine çok şey borçlu olduğumuz yüce Türk milletinin seçkin evladı, milli kahraman, büyük asker ve devlet adamı ve cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk’ü bir kez daha saygıyla, şükranla, özlemle ve rahmetle anıyorum. Ruhu şad, Mekânı Cennet olsun.
Değerli dostlar, Dünya’da, ülkelerin tarihine çeşitli alanlarda değerler katmış ve her zaman minnet, şükran ve saygı ile anılan birçok insan vardır. Kurtuluş Savaşını başarıyla sona erdirdikten sonra modern Türkiye’nin temellerini atan Atatürk de bizim milletimizin saygı ile andığı ulusal liderimizdir. İşte, aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen her 10 Kasım’da, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü, ebediyete intikali dolayısıyla anmamız, unutmamamız milletimizin kendisine gösterdiği sevgi ve saygının bir işaretidir. Ve bunun en güzel göstergesi de değerli konuklar anma günleridir. Diğer bir ifadeyle milletin hafızasını tazelediği günlerdir.
Toplumların, inançları ve gelenekleri doğrultusunda anma ve benzeri etkinlikleri eski çağlardan beri yaptıkları bilinmektedir. Anma en basit tanımıyla, bir toplumun önem verdiği bir olayı, bir değeri, bir kişiyi her yıldönümünde çeşitli etkinliklerle hatırlamasıdır. Bir başka ifadeyle toplumun kendi değerlerini, onu temsil eden sözcük ve sembollerle anmasıdır, yaşatmasıdır.
Şüphesiz tüm uluslar milli kahramanlarını saygıyla anar. Ancak bazıları hariçtir. Bazı uluslar adeta geçmişlerinden ve liderlerinden utanır, anmak ve hatırlamak istemezler. Bugün Ortadoğu bir sultanlar, krallar, diktatörler coğrafyasıdır. Bugün kim hatırlıyor Saddam’ı, Kaddafi’yi, yarın kim hatırlayacak Esad’ı, Sisi’yi. Ama zaman durdukça Türk Milleti Ata’sını yani Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü hatırlayacak ve hiç unutmayacaktır. Nasıl ki tarihe damga vurmuş diğer Türk büyüklerini (Mete Hanı, Alparslan’ı, Fatih’i ve daha nicelerini) unutmadığı gibi.
Peki, Atatürk’ü yeterince tanıyor muyuz?
Hayır. 14 kitabı var, kim biliyor? Yazdıklarını kim okuyor? Nasıl bir ortamda büyüdü? Neleri başardı ve nasıl yaptı onca şeyi? Niçin yaşam öyküsünü tam olarak bilmiyoruz? Düşüncelerini ve yaptıklarını bilmediğimiz birini nasıl tanıyabilir, sevebiliriz? Atatürk’ü anlamanın yolu O’nu tanımakla ve yaptıklarını tam olarak bilmekle, yazdıklarını okumakla mümkündür.
Peki, Atatürk kimdir? Unesco’nun ifadesiyle Atatürk,
Uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş, üstün bir kişi; olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş devrimci; sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder; insan haklarına saygılı; dünya barışının öncüsü; bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur. İşte kısaca Atatürk budur.
Bir de konuya Atatürk’ün kendi sözleri ile bakacak olursak, Atatürk bir sözünde şöyle diyor; “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir”. (1929).
Evet, bu sözde ifade edildiği gibi bugün belki Atatürk cismen, bedenen aramızda olmayabilir, fakat fikir ve düşünceleriyle aramızdadır ve yaşamaktadır.
Yine Atatürk bir sözünde şöyle diyor;
“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; O, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!” (1933).
Ne kadar güzel bir söz değil mi? İşte Atatürk ve Atatürkçülüğü böyle anlamalıyız. Yani O’nun duygu ve düşüncelerini, ilke ve devrimlerini doğru anlayıp, sahip çıkmalıyız.
Başka bir sözünde Atatürk;
“Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim en yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki bu fikirler Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur”. (1937).
Atatürk’ün bu sözündeki bazı hususlar bugün belki söz konusu olabilir. Fakat Hint’e, Mısır’a gitmeye gerek yoktur. Zira Atatürk’ün fikir ve düşüncelerinin ve yaptığı devrimlerin verimli neticeleri kalplerimizi doldurmuş vaziyettedir.
Bugüne kadar Atatürk hakkında pek çok şey söylendi, yazıldı. Ancak bütün bunlara rağmen, bir gerçektir ki, O’nu yeterince anlayamadık. Eğer anlamış olsaydık zaten bugün yaşadığımız birçok sorunu yaşamazdık. O’nun fikirlerini başta genç kuşaklar olmak üzere Türk milletine gereği kadar ve doğru olarak anlatamadık. Bu nedenle de millet olarak büyük sıkıntılar çektik ve çekmekteyiz. Bugün, ülkemizde yaşanan sıkıntıların temelinde yatan gerçek, halkımıza Atatürk’ü ve O’nun fikir ve düşüncelerini yeterince ve doğru olarak anlatamamış olmamız gerçeğidir. Eğer aynı sıkıntıları yeniden yaşamak istemiyorsak, toplum olarak O’nun fikir ve düşünceleri ile ilke ve inkılaplarını çok iyi anlamak ve anlatmak zorundayız.
Atatürk, bugüne kadar, her büyük devlet adamı gibi, her büyük fikir adamı gibi istismar edilmiş ve edilmek istenmektedir. Tek çare istismarın önüne fikirle çıkmaktır. Biz buna bizzat Atatürk’ün kendi sözleriyle çok rahat cevap verebilecek güçteyiz. Bu durumda Atatürk’ü yorumlamaya değil, O’nu her yönüyle tanımaya ve anlamaya ihtiyacımız vardır.
Tüm bu yazılan ve söylenenlere rağmen, O’nun ortaya koyduğu ilke ve inkılapların tam olarak anlaşıldığını ve anlatıldığını söylemek zordur. Ne yazık ki kendilerine bağımsız bir vatan sunduğu yurttaşlarının bir kısmı tarafından Atatürk’ün düşünce ve fikirleri sıkça çarpıtılmakta, değişik anlamlar verilerek farklı şekilde yorumlanmaktadır.
Atatürk’ün Türk Milleti nezdinde haiz olduğu sevgi, saygı ve itibar bugüne kadar çeşitli zümreler tarafından istismar edilmiştir. En sağından en sola kadar her türlü siyasi grup, kişi ve kuruluş Atatürkçü olduğunu iddia etti ve Atatürk ilke ve inkılaplarını kendi siyasi eğilimine göre yorumladı.
Bugüne kadar Atatürk ve Atatürkçü düşünce sistemi ile ilgili olarak çalışma yapanlar amaçları bakımından tasnife tabi tutulursa karşımıza ilginç bir manzara çıkmaktadır. Bu tasnife bakıldığında
Atatürkçü olmak şüphesiz ki, Atatürk’ü insan olarak tanımak ve O’nun ilke ve inkılaplarını anlamakla mümkündür. Bugün bizim Atatürk’ü her yönüyle iyi anlamaya ve anlatmaya ihtiyacımız vardır. Zira Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyetini kurarken dayandıkları temel ilkeler ve esaslar bugün de önemini korumaktadır. Bu temel esaslara sahip çıkmak Türkiye Cumhuriyetinin yaşatılması ve yüceltilmesi ile eş anlamlıdır. Devletimizin kuruluş felsefesini anlamak ve bu felsefeyi yaşatmak için milletimizin tarihten süzülüp gelen milli değerlerini, iç dinamiklerini ve Atatürk’ün bunları yorumlayış tarzını ortaya koymak gereklidir.
Fransız İhtilali ile başlayan Yakınçağın en önemli özelliği ihtilal ve inkılaplarla yoğrulmuş olmasıdır. Rus İhtilali ile başlayan XX. yüzyılın ikinci büyük olayı ise Atatürkçülük olarak ifade ettiğimiz büyük Türk İnkılabıdır.
Amacı milli çağdaşlaşmayı sağlamak, Türk toplumuna yeni bir şekil ve anlayış kazandırmak olan Türk İnkılabı, bağımsızlığı, özgür düşünceyi ve insan onurunu temel alan bir Türk Rönesans’ıdır. Bu ideallerin ileriye dönük bir şekilde gelişmesi ve korunması ise Atatürk İlke ve İnkılaplarının gerçek anlamda uygulanması ile mümkündür.
Tarihi ve sosyolojik gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkan Türk İnkılabı, bir fikir ve idealin başarıya ulaşmış halidir. Türk İnkılabı, bu yönü ile “Kemalizm” veya “Atatürkçülük” olarak ifade edilir.
Atatürkçülük, Türk Milleti’nin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa ve refaha sahip olması, devletin, millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve bilimin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacı ile temel esasları yine Atatürk tarafından belirtilen devlet hayatına, fikir hayatına ve ekonomik hayata, toplumun temel müesseselerine ilişkin gerçekçi fikirler ve ilkeler bütünüdür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasını Atatürk ilke ve inkılaplarının bir bütün olarak uygulanmasında gören Atatürkçülük, Türk inkılabının sistemleştirilmiş fikir gücü ve geleceğe bakan yönüyle de ülküsü olarak kabul edilmektedir. Ayrıca, Atatürkçülük, Atatürk’ten çıkan ve onunla gelişen fikirler ve olaylar bütünü olarak da algılanmaktadır.
Kısaca Atatürkçülük, Türk toplumunu her alanda akılcı ve bilimsel bir metotla modern bir toplum haline getirmektir. Şu halde, Atatürkçülük, çağdaşlaşma demektir. Diğer bir değişle, Milli Hâkimiyet esasına dayalı bir “Demokratik Çağdaşlaşma” modelidir.
Atatürkçülük katı bir “doktrin” değildir. Atatürk 1920 ve 1930’ların Komünist ve Faşist doktrin ve uygulamalarını görmüş ve bunları reddetmiş bir demokratik liderdir. O, hareket ve dinamizmi durdurduğu gerekçesiyle Komünizm ve Faşizm gibi dogmatik, katı ve totaliter doktrinlere karşı çıkmıştır. Dolayısıyla Atatürkçülük, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturan Atatürk ilke ve inkılaplarının ortaya çıkardığı bir hayat tarzı olarak akılcı, ampirik (deneysel) ve pragmatiktir. Kendisine akıl ve bilimi bir yol/rehber olarak seçen Atatürkçülük, “Dogmatik ve Totaliter” ideolojiler arasında değil, “Rasyonalist” ve “Pragmatik” olan “Demokratik” rejimler arasında yer almaktadır.
Atatürkçülük tam bağımsızlığı öngörür. Emperyalist güçlere karşı kazandığı zaferle ve kurduğu bağımsız yeni Türk Devleti ile dünyadaki mazlum milletlere örnek olmuştur. Bugün Atatürk’ün öngördüğü bu gelişmenin büyük bir bölümü gerçekleşmiş, Batı Emperyalizminin yıkılmasıyla birçok ülke bağımsızlığına kavuşmuştur. Ancak daha alınması gereken çok yol olduğu da açıktır.
Atatürkçülük her şeyden önce milliyetçiliktir. Atatürkçülükte milliyetçiliğin temeli Türk Milleti’nin ve ülkesinin bütünlüğüdür. Atatürk Milliyetçiliği ırkçı ve emperyalist olmadığı gibi sınıf kavgasını da reddeder. Atatürkçülük Türk toplumunu ayrı ayrı sınıflar olarak değil, bir bütün olarak görür.
Atatürkçülüğün diğer bir vasfı akılcılıktır. Atatürkçülükte akılcılığın temeli bilim ve teknolojidir. Pozitif bilime ve özgür düşünceye önem veren Atatürkçülük, bunu laik akılcı özgür bir düşünüşle yine pozitif bilime dayanarak yapar. Dolayısıyla Atatürk’ün “Dünya’da her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir” sözü bilim ve teknolojinin önemini ve ülke kalkınmasındaki rolünü en açık biçimde ortaya koymaktadır.
Atatürkçülük halkçıdır, demokratiktir, sosyaldir ve barışçıdır. Atatürkçülük çağdaş uygarlık seviyesine erişmek için sadece siyasi alana değil, ekonomik ve sosyal alanlara da yönelmeyi, sınıf kavgalarına yol açmadan sosyal barışı gerçekleştirmek için toplumu kalkındırmayı ve böylece az gelişmişlikten kurtulmayı hedef sayar. Atatürkçü halkçılıkta medeni bir insan toplumu için, birbirini tamamlayan siyasi ve sosyal unsurlar ve değerler vardır.
Atatürkçülük, yasalar önünde eşitliği öngörür ve toplumun varlığını sürdürmesi için çalışmayı zorunlu sayar. Toplum hayatında her türlü ayrıcalığı reddeder. Milletin genel hakları dışında hiçbir kimseye veya zümreye ayrıcalık tanımaz.
Atatürkçülükte ekonomik hayatın temelini oluşturan devletçilik düşüncesi, dönemin ekonomik şartları sonucu ortaya çıkmış fakat Atatürk tarafından zamanla şekillendirilerek Türkiye’de ekonomik politikaya yön verecek temel ilkelere dönüşmüştür.
Atatürkçülüğün temel ilkelerinden biri laikliktir. Atatürkçülükte laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm vatandaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.
Atatürkçülüğün temel niteliklerinden biri de milli birlik ve beraberlik esasıdır. Milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde, Atatürk’ün 1932’de söylediği şu tarihi sözleri akıldan çıkarmamak gerekir: “Diyarbakır’lı, Van’lı, Erzurum’lu, Trabzon’lu, İstanbul’lu, Trakya’lı ve Makedonya’lı, hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.”
Atatürkçülüğün önemli bir vasfı da barış ilkesidir. Atatürkçülüğün barış anlayışını ise, en kısa ve öz şekliyle Atatürk’ün “Yurtta barış dünyada barış” sözünde görmekteyiz. Atatürk’e göre Türkiye Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri bu ilkedir. Amacı, insanlığın ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde esaslı bir şekilde katkı sağlamaktır. Dolayısıyla iç ve dış barışa hizmet etmek Atatürkçülüğün en önemli prensiplerindendir.
Bununla beraber, Atatürk körü körüne barışçıl da değildir. Çünkü böyle bir düşüncenin milleti acze sürükleyebileceğine, toplumun bağımsızlık ve özgürlük gibi en kutsal değerlerini zedeleyebileceğine inanır. O’na göre, insan gibi yaşayabilmek için, milletin ve devletin güçlü olması ve her şeyden önce, kendi gücüne güvenmesi zorunludur.
Kısaca Atatürkçülük bir Milli Mücadele gerçeğidir. Milli Mücadele ile başlamış, gelişmiş ve Milli Mücadeleden sonra da karşılaşılan sorunlara uygun çözüm yolları arayarak yılların oluşturduğu bir düşünce sistemidir. Türkiye’nin gerçeklerinden ortaya çıkmış, milli bir anlayışla da çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmayı amaç edinmiştir.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti dün olduğu gibi bugün de emperyalist devletlerin hedefi olmaktan kurtulamamıştır. İçte ve dışta tertiplenen çirkin oyunlar Türk milletinin birlik ve beraberliğini, toprak bütünlüğünü bozmaya yöneliktir. Güçlü, müreffeh, kalkınmış bir Türkiye istenmemektedir. Güçlü bir Türk devleti, bu çirkin oyunlara son vereceği gibi stratejik ve jeopolitik konumu ile dünya barışının ve uluslararası dengenin mihenk taşını teşkil edecektir. Tarihte olduğu gibi bugün de mazlum milletlerin savunucusu olacaktır. Engin tarih tecrübesi, muazzam kültürü ile bunu başaracak güçtedir.
Yarının ülke mukadderatını her alanda eline alacak gençliği, iç ve dış tehditlere karşı uyanık tutmak, Türkiye Cumhuriyetinin hangi güçlüklerden sonra, nasıl kurulduğunu izah ile vatan toprağının mukaddesatına inanmayı temin etmek ve Türk gençliğini ülkesi, milleti ve devletiyle bölünmez bir bütünlük içinde Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda yetiştirerek milli hedefler etrafında birleştirmeliyiz.
Türkiye Cumhuriyeti, milletinden aldığı güç ve vakarla, İstiklal Savaşı’nın kazandırdığı itibarla hayatiyetini devam ettirmektedir. Ne var ki, son zamanlarda dikkati çeken bazı olaylar devletimizin bu konuda daha hassas ve dikkatli olması gerektiğini gündeme getirmiştir. Zira son senelerde “dost” ve “müttefik” olarak gördüğümüz bazı devletler, Türkiye üzerinde hala bazı mesnetsiz hak iddialarında bulunabilmektedirler. Öyle anlaşılıyor ki, bazı dostlarımızda 1923 öncesi “müstevli ruhu” tekrar her an doğabilecektir.
İşte bu noktadan hareketle gelecekte de yeni bir istila hareketiyle karşılaşmamamızın hiçbir garantisi yoktur. Anadolu coğrafyası, tarihte olduğu gibi askeri, stratejik ve ekonomik yönden dünyanın cazibe merkezi olmaya devam etmektedir. Pek çok devletin biz istesek de istemesek de ülkemize yönelik hesapları vardır. Bu hesapların tezahürü olarak devletimiz içte ve dışta bir sürü problemle karşı karşıyadır.
Bu bakımdan milletimizin geçmişte yaşadığı hayati zorlukların halkımıza bilhassa gençlerimize doğru bir şekilde aktarılması gerekmektedir. Bilhassa 20. Yüzyılda yaşadığı acımasız istilaları, yaşadığı mihnetleri, kan ve gözyaşı arasında kazandığı zaferleri adeta yaşarcasına gençlerin hafızasına nakşedilmesi gerekmektedir.
Bilinmesi gereken nokta şudur ki, “Türk İnkılabı”, yere serildi ve öldü zannedilen “hasta adamın” yani bir milletin ayağa kalkarak rakiplerini devirmesi ve adeta şahlanması hareketidir. Şu halde Milli Mücadele ile Atatürk ilke ve inkılaplarının her Türk vatandaşı tarafından detayıyla bilinmesi bir zorunluluktur.
Şu halde bilelim ki, millet olarak varlığımızın ve geleceğimizin yegâne temeli olan Türkiye Cumhuriyeti’ni iç ve dış tehditler karşısında daima muhafaza ve müdafaa idraki içinde olarak, genç nesilleri Atatürk ilke ve devrimlerinin öngördüğü ideallerle yetiştirmemiz zorunludur. Her Türk aydınına düşen görev, bu ilke ve inkılapları genç nesillere doğru olarak anlatmaktır. Gençlerimizin de Atatürk ilke ve inkılâplarından kopmadan ülkemize ve insanlığa yararlı hizmetlerde bulunacaklarına yürekten inanıyorum.
Buraya kadar anlattıklarımız ışığında genel bir toparlama yapacak olursak; Atatürk’ün açık ve çelişkisiz bir dünya görüşü vardı. O, sahip olduğu meziyetlerle bağımsız bir dünya idi. Alçakgönüllüydü. O’nun kişiliğinde erişilmez bir irade, doğruyu ve güzeli izah eden mantık, sarsılmaz bir kararlılık, mutlak egemenlik bir araya gelmişti.
O, çelişen çıkarları uzlaştırabilen bir insandı. Bölen değil birleştirendi. Bilime karşı büyük bir ilgi duyar, teori ve tatbikatı, arzu ile eseri bir ahenk içinde sıralardı. Hoşgörülü, kişilerin kanaat ve salahiyetlerine saygılı, her fikir ve görüşe kıymet verirdi. O’nun bakışlarında kudret, sözlerinde doğruluk ve sağlamlık, enerji ve bilgi zenginliği vardı.
O, millet adamıydı. Bütün imkânlarını kendi menfaatleri doğrultusunda değil, milletinin hayrı ve menfaatinde kullanırdı. Derin zekâsı ile çevresine verdiği örnekler sayesinde bir ulus yarattı. O, ulusunun Ata’sı, Türkiye’nin kalbiydi. Cezp eder, ikna eder, itimat telkin eder ve bütün ulus onun peşinden giderdi.
Evet, bugün sizlere kısaca anlatmaya çalıştığım olaylar, düşünceler ve anlatılar, ulu önderin hayatından alınmış ve onun yaşamı içinde sadece okyanusta bir damladır. Burada ne anlatırsak anlatalım yaptıklarının hepsini anlatmaya zamanımızın ve sayfalarımızın yetmeyeceği de bir gerçektir.
Kısaca, Atatürk gibi bir lider/önder yetiştiren ulusumuz ne denli gurur duysa yeridir, hakkıdır. Aradan geçen onca yıla rağmen, bugün Atatürk’ü derin sevgi, saygı, şükran ve bağlılıkla anmamızın temel sebebi de budur.
O, milletinin kalbinde canlı, diri ve taptaze yaşamaktadır. O, yüreklerimizi sevgi ile fethetmesini bilmişti. O’ndan uzaklaştıkça zayıfız, ona yaklaştıkça kuvvetimiz artıyor.
Türk Milletinin hayatından parlak bir yıldız gibi kayıp giden Atatürk’ün fani varlığından uzak kalmanın tesellisini O’nun şu sözlerinde buluyoruz:
“Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.” ve
“Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan ilkelerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”
İşte, bugün, biz millet olarak ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği bu yolda (yani medeniyet yolunda) yılmadan yürümeye devam ediyoruz ve edeceğiz. Sonuç olarak, bugün, “yaşaması ve yaşatılması gereken Mustafa Kemal”, “Ne mutlu Türk’üm Diyene!” sözleri ile övündüğü yüce Türk milletinin varlığında yaşamaktadır. O’nun yön verici ilke ve devrimleri ile özlemini duyduğu çağdaş uygarlık yolunda önderliğini sürdürmektedir.
Sözlerimi değerli devlet adamı İsmet İnönü’nün ulu önderin vefatı münasebetiyle yayımladığı mesajından alınan bir bölümle tamamlamak istiyorum:
“Devletimizin banisi ve ulusumuzun fedakâr, sadık hadimi, insanlık idealinin âşık ve mümtaz siması, eşsiz kahraman Atatürk; vatan sana minnettardır.”
Ya da daha güncel bir ifadeyle, değerli konuklar,
Cumhuriyet’le kalın, Atatürk’le kalın, Atatürk ilke ve devrimlerinin aydınlattığı yolda kalın. Sevgi, saygı ve selamlarımla…
Sevgili dostlar, öncelikle 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızın 99. yıldönümünü gönülden kutluyorum. Cumhuriyet Bayramımız ülkemizin her yerinde, her ferdi tarafından sevinç ve coşkuyla kutlansın. Çünkü Türk milleti için Cumhuriyet Bayramı, milli birlik ve beraberliğin, toplumsal dayanışmanın bir simgesidir. Ve bize Cumhuriyeti armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhu şad olsun.
Atatürk bir sözünde şöyle diyor;
Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan ilkelerle, medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.
Evet, bu sözde ifade edildiği gibi bugün belki Atatürk cismen, bedenen aramızda yok, fakat fikir ve düşünceleriyle aramızdadır ve yaşamaktadır. Daha da önemlisi en büyük eserim dediği “Cumhuriyet” yani “Türkiye Cumhuriyeti” yaşamaktadır ve Atatürk’ün dediği gibi sonsuza kadar da yaşayacaktır.
Milli Bayramların Anlam ve Önemi
Toplumların, inançları ve gelenekleri doğrultusunda ayin, festival, şenlik ve bayram gibi etkinlikleri eski çağlardan itibaren yaptıkları bilinmektedir. Milli bayram olgusu ise milliyetçiliğin doğması ile Fransız İhtilalinden sonra başlamıştır. Milli bayram, geçmişten farklı olarak toplumlarda milli duyguların ifade edildiği sembollerden biri olmuştur.
Bu bayramlar, iktidar tarafından yeni rejimin ortaya çıkardığı yeni değerlerin halka benimsetilmesinin ve milli bir bilinç oluşturulmasının aracı olarak kullanılmıştır. Ayrıca, yeni oluşturulmuş değerlerin nesilden nesile aktarılması amacını da taşımışlardır.
En basit tanımıyla, bir toplumun önem verdiği bir olayı her yıldönümünde çeşitli etkinliklerle hatırlaması kutlama veya anmadır. Bir başka ifadeyle toplumların, değerlerini onu temsil eden sözcük ve sembollerle hatırlamasıdır.
Söz konusu etkinlikler, geçmiş olayların temsili olduğu için, geçmişi insan aklında tutmaya yarar. Yapılan bu etkinliklerle geçmişte meydana gelmiş olay canlandırılır. Amaç insanların duygularını harekete geçirerek geçmişle bütünleşmesini sağlayıp olayın zihinlerde kalıcılığını sağlamaktır.
İlk kez Batı’da kutlanmaya başlayan milli bayramlar Türk toplumunda ilk olarak İkinci Meşrutiyet’ten itibaren görülmeye başlanmıştır. Mesela 1909’da itibaren Osmanlı devletinin kuruluş günü (27 Ocak 1299) “İstiklal-i Osmani Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır. Yine 1909’dan itibaren İkinci Meşrutiyetin ilan tarihi 23 Temmuz 1908 “Hürriyet Bayramı” olarak kutlanmaya başlanmıştır. Bunun yanı sıra 2 Mayıs 1916’da “Çocuklar Bayramı”, ve 29 Nisan 1916’da da “İdman Bayramı” kutlanmıştır. Ayrıca 1908’den itibaren “Amele Bayramı” nın da kutlanmış olduğunu görüyoruz. Ancak milli bayram olgusu gerçek anlamını milli bir kimlikle 29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde bulmuştur.
Batı’da başlayan milliyetçilik akımları sonucunda kurulan milli devletler daha önceki düzenlerini değiştirmek ve yeni yapılarını oluşturabilmek için bir takım çabalara girmişlerdir. Bu bağlamda yeni değerler oluşturmaya başlamışlardır.
Milli bayramlar, milli marşlar ve milli günler tertip edilmiştir. Amaç hem meşruiyetlerini kabul ettirmek, hem de kalıcı olabilmek için gelecek nesillere miras bırakmak olmuştur. Türkiye’de de bu akım kendini hissettirmiş ve Osmanlı Devleti’nden itibaren milliyetçiliğe bağlı yeni değerler ve kutlamalar görülmeye başlamıştır.
Bayramların nasıl ve ne zamandan itibaren kutlandığını bilmek önemlidir. Ülkelerin tarihsel olarak geçirdikleri evreler ve önemli günleri o ülkelerin milli bayramları olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’de de özellikle Milli Mücadele dönemi olayları milli günleri oluşturmuştur. Mesela 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos ve 29 Ekim gibi. Bu milli bayramların ilk kutlanış tarihleri ve bugünkü isimlerini almaları ile ilgili gelişmeler en az kutlama biçimleri kadar önemli bir konudur. Ancak biz bugün konumuz gereği sadece Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına değineceğiz.
Cumhuriyet bayramı, Cumhuriyetin ilanının ilk yıldönümünden itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Daha sonra 19 Nisan 1925’de çıkarılan kanun çerçevesinde resmi olarak ve bir program çerçevesinde kutlanmaya başlanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Cumhuriyet bayramları daha coşkulu, anlamlı, tam bir bayram havası içerisinde ve titizlikle hazırlanmış programlar çerçevesinde kutlanmıştır. Atatürk’ün bizzat kutlamalara katılması bayramın coşkusunu artıran en önemli etkenlerden biri olmuştur. Atatürk döneminde en coşkulu kutlanan Cumhuriyet bayramı onuncu yılda yapılmıştır. Türkiye onuncu yıl kutlamalarını ihtişamlı bir şekilde yaparak bu yolla dünyaya Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü bir şekilde ayakta durduğu mesajını verme amacını da taşımıştır. İnönü döneminde İkinci Dünya Savaşına rağmen Cumhuriyet bayramı kutlamaları Atatürk döneminde olduğu gibi aksatılmadan ve titizlikle uygulanmıştır. Demokrat parti döneminde ise kısır iktidar-muhalefet çekişmesi toplumun hemen hemen tüm kesimlerinde huzursuzluğa neden olduğu gibi yaşananlar Cumhuriyet bayramı kutlamalarına da ciddi gölge düşürmüş ve her yıl geçen yıl daha da özensiz bir biçimde yapılan programlar ile eski bayram coşkusu iyice yitirilmiştir. Fakat 1960 yılı Cumhuriyet bayramı kutlamaları, yeni bir umudun başlangıcı ve daha güzel günlerin geleceği beklentisi olmuştur. Ancak ne yazık ki bu beklentimiz halen devam etmekte olup, güzel günlerin belki yarın belki yarından da yakın olacağı umudunu taşıyoruz.
Sonuç olarak, 1925 yılından itibaren resmi anlamda milli bayram olarak kutlanmaya başlayan Cumhuriyet bayramlarının yaşanan tüm iç ve dış gelişmelerden etkilendiği, özellikle Atatürk sorası dönemlerde günümüze kadar bayram kutlamalarında, zamanla eski önem ve coşkunun giderek azaldığı görülmektedir. Lakin Cumhuriyetin 100. Yılının tüm yurtta büyük bir coşkuyla ve görkemli bir şekilde kutlanacağına gönülden inanıyoruz.
Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi bildiğim kadarıyla Türkiye’de tek vakıf (İzzet Baysal Vakfı) destekli devlet üniversitesi. Üniversite açıldığında büyük hayırsever rahmetli İzzet Baysal’a soruyorlar, “en büyük eseriniz yani üniversiteniz bugün açıldı, ne hissediyorsunuz”. Rahmetli şöyle cevap veriyor, “birincisi üniversite benim değil, devletimin ve milletimindir, ikincisi benim en büyük eserim üniversite değil İzzet Baysal Vakfı’dır. Eğer ben bu vakfı kurmamış ve tüm mal varlığımı da bağışlamamış olsaydım başta üniversite olmak üzere tüm bu eserler olmazdı”.
Şimdi bunu Atatürk, Cumhuriyet ve kazanımları bağlamında düşünürsek, Atatürk ne diyor, “benim en büyük eserim Cumhuriyettir”, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapı taşı “Cumhuriyet’tir”, ve Cumhuriyet olmadan da ne kazanımları ne de eserleri olacaktı.
Neden Cumhuriyet?
Çünkü Cumhuriyet, devleti idare edenlerin seçimle iş başına geldiği yönetim şeklidir. Bugün dünyada birçok devlet cumhuriyet rejimiyle yönetmektedir. Cumhuriyetle yönetilen ülkelerde egemenlik milletindir ve millet, devleti yönetecek kişileri kendisi seçerek kendi kendini yönetmiş olur. Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Zira Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıkî uygulamasını sağlayan hükümet şekli, cumhuriyettir.
Çünkü cumhuriyet halk demektir, millet demektir, halkın/milletin kendi kendisini yönetmesi demektir. Başında bir sultanın, padişahın, despotun, diktatörün olmadığı rejimdir.
Çünkü “cumhuriyet (özellikle) kimsesizlerin kimsesidir”. Fakat bugün, Cumhuriyetin 99. yılında, maalesef ne “kimsesizler” yani halk ne de “kimsesizlerin kimsesi” cumhuriyet bazılarımızın gündeminde değil.
“Kimsesizlerin kimsesi olarak cumhuriyet” fikri aslında adı konmamış bir sosyal devlet yönelimidir. Ancak sosyal olmayan bir cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olması da bir temenniden öteye gidemez.
“Eşitlik – özgürlük – kardeşlik” ideallerinden doğan cumhuriyet bugün sermayenin saltanatına dönüşmüş halde. Dolayısıyla bugün “kimsesizler” himmete, sadakaya muhtaç halde. Oysa cumhuriyet fikrinin temelinde insanın kaderini başka insanların insafına terk etmemek yatar.
Çünkü cumhuriyet eşitlik rejimidir. Cumhuriyet yönetimlerinin temel direklerinden biri eşitliktir. İkinci temel direği ise özgürlüktür. Monarşi / Krallık / Sultanlık / Padişahlık ise ayrıcalıklar rejimidir. Bu rejimlerde eşitlik ve özgürlük yoktur.
Kısaca Cumhuriyet;
Devleti bir kişi, bir azınlık ya da çoğunluk yönetebilir
Monarşi / Krallık / Sultanlık / Padişahlık / Tiranlık / Diktatörlük gibi rejimler tek kişinin kendi çıkarları için devleti yönetmesidir.
Aristokrasi / Oligarşi varlıklı, zengin bir azınlığın, sınıfın kendi çıkarları için toplumu yönetmesidir.
Cumhuriyet / Demokrasi ise halkın çıkarı için toplumun/devletin yine halk tarafından yönetilmesidir. Yani cumhuriyet ve demokrasi çoğunluğun, halkın yönetimidir. Halk, devleti seçtiği temsilciler vasıtasıyla yönetir.
Cumhuriyet yönetimi, halkın bütününün egemen güce yani devlete sahip olmasıdır. Yani devlet monarşilerde / krallıklarda / sultanlıklarda / padişahlıklarda olduğu gibi kişiye ait özel mülk değildir, milletin tamamına aittir.
Demokrasi, halkın hem yöneten hem de yönetilen durumda olduğu bir yönetim biçimidir. Yani oyu ile iradesini açıklayan halk yönetendir.
Her yönetim, varlığını sağlayan bir ilkeye dayanır
Cumhuriyetin / Demokrasinin ilkesi de siyasal erdemdir. Yani yurt sevgisidir, ülke çıkarlarını kişisel çıkarların üstünde tutmadır, bencillikten, açgözlülükten, kişisel tutkulardan, hırs ve isteklerden fedakârlıktır. Velhasıl siyasal erdem, yasalara saygıdır.
Kısaca cumhuriyet rejimlerinde / demokrasilerde hiç kimse yasaların / hukukun üstünde değildir. Yasalara saygının bittiği yerde demokrasi bozulur. Devlet tükenir. Cumhuriyeti / Demokrasiyi ayakta tutan tek güç siyasal erdemdir, siyasal ahlaktır.
Demokrasilerde emir veren de emir alan da eşittir. Demokrasilerde yasaları yapan da uygulayan da egemen gücün yani toplumun kendisidir. Hükümet ise egemen gücün sadece bir aracıdır.
Yönetimlerin bozulması ilkelerin bozulması ile başlar
Cumhuriyet / demokrasi eşitlik ilkesinin kaybolması ile bozulur. Cumhuriyet / demokrasi yönetiminin bozulmasının bir nedeni de yönetim kadrosunun daralmasıdır.
Yönetici kadrosunun daralması ise demokrasiden aristokrasiye, aristokrasiden monarşiye ve nihayet monarşiden diktatörlüğe geçiş demektir.
Cumhuriyetin / demokrasinin temel ilkesi olan eşitlikten kolaylıkla bireyciliğe yani kişi egemenliğine kayılabilmektedir.
İşte, cumhuriyetin / demokrasinin karşılaştığı sorunlardan biri buradan kaynaklanır. Diğer tehlikeler ise anarşi ve despotizmdir. Yasa tanımaz aşırı özgürlük anarşiyi, özgürlüklerin aşırı kısıtlanması da despotizmi doğurur.
Cumhuriyet ve Demokrasi toplumların kaçınılmaz geleceğidir. Demokraside insanlar gerçekten mutlu olmasalar bile mutsuz da olmayacaklardır.
Ancak basın özgürlüğü olmadan da demokrasi olmaz. Basın özgürlüğü demokrasi için son derece önemlidir. Yani haber alma özgürlüğü ama doğru haber alma.
Devletin hayat damarı egemen otoritedir, yani yasama organıdır, yani meclistir. Yasama devletin kalbidir. Yürütme de devletin tüm diğer organlarını hareket ettiren beynidir.
Beyin felç olduğu zaman insan yine de yaşayabilir ama kalp durduğu zaman hiçbir canlı yaşayamaz. Bu nedenle devlet yasama gücüyle yaşar.
Atatürk’ün ilk iş olarak 23 Nisan 1920’de niye meclisi açmış olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Yine 15 Temmuz 2016’da niye TBMM’ye saldırıldığını şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Zira birincisinde milleti var etme, ikincisinde ise milleti yok etme düşüncesi vardır.
Aslolan Demokratik Cumhuriyettir
Cumhuriyeti betonarme karkas (demirli betonla yapılmış yapı) bir bina olarak düşünün. Onun değeri, sizin onun dışını ve içini nasıl döşediğinize bağlı olacaktır. Yani o binanın içini/odalarını demokrasi ve insan hakları ile mi, hukukun üstünlüğü ile mi, adalet ile mi, eşitlik ve özgürlükle mi, dışını “yurtta barış dünyada barış” felsefesiyle yani iyi bir dış politika ile mi, velhasıl ne ile ve nasıl döşediğiniz o binanın o cumhuriyetin niteliğini ortaya koyacaktır. Yani demem şu ki, eğer ortada bir eksiklik, yanlışlık varsa, o yanlışlık cumhuriyet rejiminde değil sizdedir, sizin tutum ve davranışlarınızdadır.
Ünlü sosyolog İbn-i Haldun der ki,
Devletler için tarihin bir döngüsü vardır. Hemen hemen her devlet her 100-150 yıl arasında ya kendini yeniler zamana ayak uydurur yaşamaya devam eder ya da tarihin tozlu raflarında yerini alır. Bu bağlamda Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren kendisini dört defa yenilemiştir, zamanın ruhuna ayak uydurmuş ve yaşamaya devam etmiştir. Ancak yirminci yüzyıl başlarında bunu başaramadığı için tarihe mal olmuştur. Fakat millet ve yöneticileri yani Mustafa Kemal Atatürk zamanın ruhunu kavramış, yeni bir devlet kurmuş ve bu devleti de cumhuriyet ile taçlandırmıştır. Mesele bundan ibarettir.
Atatürk ve Cumhuriyet
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, iyi bir asker, iyi bir devlet adamı olduğu kadar aynı zamanda iyi bir fikir adamıdır.
Atatürk bir eylem adamıdır, bir devrimcidir. Devrimlerinin hedefi de Türk toplumunu çağdaş, uygar bir toplum ve devlet yapısına kavuşturmaktır.
Peki, bu çağdaş modern devletin siyasi, sosyal ve ekonomik yapısı nasıl olacaktır?
Atatürk’ün devlet anlayışı bireyci, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve laik bir devlet anlayışıdır.
Bu devlet anlayışının sosyal yapısı bireye dayanacaktır. Birey devletin, toplumun kaynağı ve aynı zamanda da amacı olacaktır. Yani her türlü hakkın kaynağı birey olacaktır. Çünkü özgür olan ve sorumluluk duygusuna sahip olan tek varlık yalnızca insandır. Dolayısıyla devletin temeli ve amacı da bireydir ve haklarının korunmasıdır.
Atatürk özgürlüklerin demokrasi ilkesine dayalı cumhuriyet yönetiminde gerçekleşebileceğini söyler. Çünkü demokrasi yönetimi özgürlükleri tanır, onlara saygı gösterir ve onları korur.
Atatürk’ün öngördüğü devlet sistemi her yönü ile laik bir devlettir.
Bu devlette bireyleri birbirine bağlayan bağ, aynı millete mensup olma bağıdır. Bir topluluğu ulus yapan ise birlikte yaşama istek ve iradesidir.
Atatürk’ün öngördüğü devlet sistemi ulusal devlettir.
Bu devlette siyasal güç ulusta olacaktır. Yani siyasal gücün kaynağı ve sahibi ne Tanrı ne de tek bir kişidir. İktidarın kaynağı da, sahibi de millettir. Egemenlik kayıtsız ve şartsız millete ait olacaktır. İktidarı kullanan kişiler yetkilerini doğrudan doğruya milletten alacaktır. Hiçbir şahıs, sınıf ya da zümre iktidarda hak iddia edemez ve hiç kimse milletten kaynaklanmayan bir gücü kullanamaz.
Milli egemenlik ilkesi cumhuriyet yönetimini, halk yönetimini getirir. Milli egemenlik ilkesi demokrasi düşüncesinin uygulanış ve gerçekleşme biçimidir.
Cumhuriyet yönetiminin üstünlüğü diğer yönetimlerle karşılaştırıldığında ortaya çıkar.
Gücünü ve yetkisini Tanrı’dan aldığını ve yalnız Tanrı’ya karşı öbür dünyada hesap vereceğini varsayan, düşünen; devleti ve ülkeyi özel mülkü kabul eden bir hükümdar/padişah/sultan/kral adı her neyse hiçbir kayıt kabul etmez.
Böyle bir yönetimde milletin özgürlüğü, varlığı söz konusu dahi olamaz. Böyle olunca monarşi yönetimi demokrasi ve milli egemenlik ilkesi ile bağdaşmaz.
Yönetimin belli kişilerin ve sınıfların elinde bulunması da kabul edilemez. Bu yönetim tarzı millete ait egemenliği kendi çıkarları için zorla ele geçirmesinden başka bir şey değildir.
O zaman Cumhuriyet ile sultanlık / padişahlık arasındaki fark nedir?
Milli egemenlik ilkesinin uygulaması olan cumhuriyet ile sultanlık / padişahlık arasındaki fark ise cumhuriyetin erdeme dayanan bir yönetim olmasına karşılık, sultanlık / padişahlık korku ve tehdide dayanan bir yönetimdir.
Cumhuriyet, ahlaki erdeme dayanan bir yönetimdir.[1] Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet yönetimi, erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir.
Bir yönetimin iyi ya da kötü olduğunu anlamak için bu yönetimin amaçlarını gerçekleştirip gerçekleştirmediğine bakmak gerekir.
Ve yönetimlerin başlıca iki amacı vardır, biri milletin korunmasıdır, diğeri ise milletin refahının sağlanmasıdır. Bu iki amacı gerçekleştiren yönetimler iyi, gerçekleştirmeyenler ise kötüdür.
99 yıllık cumhuriyet yönetimine baktığımızda da bu iki hususun layıkıyla yerine getirilmiş olduğunu görüyoruz.
Cumhuriyet, çelişkiler yerine dengeyi, uzlaşmazlıklar yerine barışı, ayrılık ve farklılıklar yerine birliği, parçalanmak yerine bütünleşmeyi hedef almış ve Türk toplumunun tarihsel niteliklerini kaynak kabul ederek bu topluma her şeyden önce iç ve dış barışı getirmiştir.
Türkiye Cumhuriyetini mucize olarak da tarif edemeyiz. Özünde Atatürk’ün ve Türk milletinin mücadelesi, alın teri, emeği, çalışması, fikir ve düşünceleri vardır. Cumhuriyetin özünde akıl ve bilim vardır, millet vardır. Cumhuriyet Atatürk ve millet gerçeğidir.
Demokratik bir Cumhuriyet rejiminin ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamak için Ortadoğu ülkelerine bakmanız yeterli olacaktır.
Sevgili dostlar,
Ancak şunu bilmeliyiz ki, milletimiz / devletimiz / cumhuriyetimiz dün olduğu gibi bugün de bazı iç ve dış mihrakların/düşmanlarının hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Bugün içte ve dışta yaşadığımız, milletimize / cumhuriyetimize yönelik düşmanca oyunlar Türk milletinin birlik ve beraberliğini, toprak bütünlüğünü bozmaya yöneliktir. Bu geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de olacaktır. Ancak Türk milleti geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu tür oyunları birlik ve beraberlik içinde bozacaktır.
Sevgili dostlar,
Bugün yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen biz inanıyoruz ki; başta Atatürk ilke ve devrimleri olmak üzere milli ve çağdaş değerlere bağlı, insanını çağın gerektirdiği bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun bir şekilde eğitmiş, güçlü bir Türkiye, üzerinde oynanan çirkin oyunlara son vereceği gibi jeostratejik ve jeopolitik yeri itibariyle dünya barışının ve bugünkü mevcut uluslararası dengenin mihenk taşını teşkil edecektir. Bunlar, yani tüm olumsuzluklar, sorunlar bir gün elbet bitecektir, mazi olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.
Sözlerimi büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün şu güzel sözüyle bitirmek istiyorum; “Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan ilkelerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”
Ya da daha güncel bir ifadeyle;
Cumhuriyet’le kalın, Atatürk’le kalın, Atatürk ilke ve devrimlerinin aydınlattığı yolda kalın. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun. Sevgi, saygı ve selamlarımla…
[1] Erdem: Ahlakın övdüğü, ahlaklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adıdır.
Sevgili dostlar, elinizdeki bu kitabı Mudanya Mütarekesi’nin 100. Yıldönümünü kalıcı kılmak amacıyla hazırladık. Geleceği satın alabilecek tek şey bugündür sözünden hareketle hazırladık bu kitabı. Geleceğe Mudanya Mütarekesi’ni anlatan bir kitap bırakalım istedik. İşte elinizde tuttuğunuz bu kitap; bu düşüncemizin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden konunun uzmanı olan değerli bilim insanlarının özgün çalışmaları ise kitaba özel bir değer kazandırdı. Birbirinden değerli bu yazıların her biri geçmişten geleceğe birer ışık olacaktır.
Hiç şüphesiz Mudanya Mütarekesi Milli Mücadele Tarihi’nde önemli bir yere sahiptir. Bu sebeple, hakkında bugüne kadar birçok araştırma ve yayın yapılmış ve bu yayınlarda mütareke bütün yönleriyle ele alınmıştır. Biz bu çalışmamızda sadece Mudanya Mütarekesi’ni anlatmaktan ziyade, bu mütarekenin sebep ve sonuçlarını, ilgili devletlerin politikalarını da ele alacağız.
Silahların terki anlamına gelen mütareke, ateşkesten kavram olarak farklı bir içeriğe sahiptir. Ateşkes, savaşan tarafların kısa bir süre için eylemlerini durdurmaları anlamına gelir. Mütareke ise, barışa giden yolu açar ve nihai barış antlaşmasının imzalanmasına zemin hazırlar. Bu bağlamda Mudanya Mütarekesi, Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ve yeni Türk Devleti’nin uluslararası platformda tanınması sürecinde önemli bir yer teşkil eder.
Müttefik generalleri ile İsmet Paşa arasında gerçekleştirilen konferansın amacı Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşı sona erdirmek ve iki ülke arasında Trakya’da bir hat belirlemekti. Fakat mütareke bu amacını aşarak siyasi bir belge niteliği de kazanmıştır.
Mudanya Mütarekesi, 15 Mayıs 1919’da Yunan Ordusu’nun İzmir’e çıkışı ile başlayan Türk-Yunan Savaşı’na son verdiği gibi, Türkiye’nin Trakya sınırının Ankara Hükümeti’nin istediği biçimde çizilmesini sağlamış ve böylece Lozan Barış görüşmelerinde toprak sorununun çözülmesini kolaylaştırmıştır.
Daha önce yapılan antlaşmalar açısından bakıldığında ise, Mudanya Mütarekesi, giderek geçerliliğini yitirmiş olan 1918 Mondros Mütarekesi’nin yerine geçtiği gibi, İstanbul Hükümeti’nin imzaladığı 1920 Sevr Barış Antlaşması’nın ölü doğan bir bağıt olduğunun da Müttefiklerce kabulü anlamına gelmiştir. Böylece Mudanya Mütarekesi ve onun sonucunda imzalanan Lozan Barış Antlaşması, Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması ile Türk Milleti’ne vurulmak istenen esaret zincirini de kırmıştır.
Dolayısıyla bu olgu, Türkiye’ye karşı güdülen düşmanca ve haksız politikaların baş aktörü olan İngiltere Başbakanı Lloyd Georges’un siyasetten çekilmesinin başlıca nedeni olmuştur. Ayrıca İngiltere’nin Yunanistan’ı kullanarak Türkleri hem Avrupa’dan atma, hem de Padişah’ın yönetiminde küçük ve denetlenebilir bir Türkiye politikası başarısız olmuştur. Mudanya Mütarekesi ile Türkler hem Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez Batılı devletlerle eşit koşullarda bir anlaşma yapmış, hem de Avrupa topraklarına (Doğu Trakya) tekrar girmiş oluyorlardı.
Tarafsız bölge ve işgal bölgesi gibi tabirler kabul edilmemiş, bunun yerine barış antlaşmasının imzalanmasına kadar her iki tarafın tecavüz etmeyeceği sınırlar “hattı fasıl” olarak tanımlanmıştır. Doğu Trakya’nın geri alınması, mütarekenin ahkâmını aşan bir madde idi. Bu durum mütarekeye siyasi bir vasıf kazandırmakta ve bu yönü ile de bir ön barış niteliğinde idi.
Mütareke yeni Türk Devleti’nin uluslararası platformda gerçek anlamda tanınması sürecinde önemli bir yer teşkil etmiştir. İsmet Paşa gibi bir askeri, bir diplomatı ve bir devlet adamını Türk Milleti’ne kazandırmıştır. Türk tarihinde “savaş meydanlarında kazanılmış fakat masa başında kaybedilmiş” yönündeki bir algının değişmesine de neden olmuştur. Yeni Türk Devleti hem sahada (Sakarya Zaferi ve 30 Ağustos Zaferi) hem de masa başında (Mudanya Mütarekesi ve Lozan Antlaşması) kazanmıştır.
Kısaca Mudanya Mütarekesi barışın yolunu açan, onun önündeki engelleri kaldıran bir belge olarak tarihe geçmiştir. 15 Mayıs 1919’da İzmir’de başlayan acı serüven, bu küçük, şirin Marmara kasabasında, emperyalizmin üç büyük temsilcisinin imzaladıkları mütareke ile son bulmuştur.
Mudanya, Güney Marmara kıyısında zeytinlikleri, denizi, güzel doğa ile süslenmiş kıyıları ve kendine özgü sivil mimari eserleriyle özel bir kimliğe sahiptir. Mudanya, antik çağlardan bu yana Bursa’nın dış dünyaya açılan kapısı olmuştur. Zaman içinde zamanı yaşatan, geçmişin, şimdinin ve geleceğin ruhunu sezdiren dokusuyla, yaşam için “bir yudum nefes” sunan temiz havasıyla, konumlanışı ve yakınlığıyla Bursa’nın zenginliğine zenginlik katan bir şehir Mudanya. Tanpınar’ın deyişiyle Bursa’da bir “ikinci zaman” varlığını duyumsatan, görünür ve görünmeyen güzellikleriyle yaşamayı doyasıya sevdiren şehirdir Mudanya.
Mudanya, emperyalist devletlerle dört yıl süren bir ölüm kalım savaşının sona erdirildiği kenttir. Yalnızca bu yönüyle bile, modern Türkiye’nin yakın geçmişinde önemli bir yeri bulunmaktadır. Ancak bu kadar da değil; Mudanya, 6 Temmuz 1920’de İngilizler tarafından işgal edilinceye kadar, Bursa’nın İstanbul’a ve dünyaya açılan penceresi olmuştur. Bu yönüyledir ki, kurtuluş savaşının ilk yıllarında Mudanya, “Anadolu’nun eşiği” adıyla anılmış; bağımsızlık ve özgürlük savaşına katılmak isteyenler, önemli bölümüyle Anadolu toprağına burada ayak basmışlardır.
Eğer sonsuzluğa bir “güzelleme kırıntısı” taşıyabilecekse, bu kitap Mudanya’ya, Mudanya Mütarekesi’nin 100. Yılına, güzel Mudanya’nın güzel insanlarına, dostlarına, sakinlerine, konuklarına, gelip geçen yolcularına, hülasa herkese armağan sayılsın… ; Ve bırakalım “zaman, mekân ve insan” birlikte yaşasın…
Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…
Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!
Ahmet Hamdi Tanpınar
Griye inat söylemiyorum, yeşilin gerçekten 50 tonu varmış! Mesela bunlardan biri de Bursa’nın yeşilidir. Kelime olarak taze, diri anlamına gelen yeşil renk doğanın, yenilenmenin rengidir. Sessizlik simgesidir. Huzur veren, rahatlatan özelliği vardır. Güveni simgeler. Murat demektir, ümit demektir yeşil. Öyle çeşitli adları var ki; zümrüt yeşili, zeytin yeşili, çam yeşili, çimen yeşili, nane yeşili, orman yeşili, dağ yeşili, fıstık yeşili, su yeşili gibi…
Ama tüm bu yeşil tonların içinde öyle özel bir yeşil vardır ki o da Bursa’nın yeşilidir. Bursa’nın yeşili öyle bir yeşildir ki; adlandıramazsınız hangi ton yeşil olduğunu; belki hissedersiniz ancak. Yeşil ile beyazın, geçmiş ile geleceğin buluştuğu ulu bir şehirdir Bursa. Hatta öyle bir semti vardır ki orada Osmanlı’nın en güzel türbelerinden, yeşilin elli değil bin bir tonunu barındıran Yeşil Türbe size merhaba der tarihin içinden.
Bursa, yeşil ile anılan ülkemizin tek şehridir. Bursa’ya gelen gezginlerin Bursa’da en çok dikkat çektikleri özellik onun yeşil dokusu olmuştur. Şairlere, yazarlara, seyyahlara ilham veren, yeşil ve beyazın kucak kucağa yaşadığı şehirdir, Yeşil Bursa.
Bursa’yı tekrar tekrar görmek, dinlemek, anlamak ve yaşamak, görkemli bir hikâyenin küçük bir kahramanı misali, bir duygu selidir Bursa sevdalıları için. Günlük detayların gölgesinde kalan büyük ve asıl hikâyeyi kaçırmaktan, yaşadığın mekân ve zamana sıkışıp kalmaktan farksız bir duygudur bu.
Anladım ki bir şehirde yaşayıp da ona başka bir gözle bakmak için bir yol arkadaşları gerekli. Onlarla el ele vererek Bursa’ya başka bir gözle bakmak çok özel bir deneyim. Sevgili dostlarıma bu yolculukta beni yalnız bırakmadıkları için çok teşekkür ediyorum.
Bursa anlatmaya, dinlemeye, keşfetmeye değer bir şehir. Bu benden, benim Bursa’ya karşı duyduğum gönül borcundan, doğduğum şehirle kurduğum ilişkiden çok daha büyük bir şey. İşte bu kitap benim için bu yüzden çok önemli. Bursalılara yaşadıkları şehre yeniden bakmaları için, Bursa’yı tanımayanlara ise tanımaları ve hayatlarına yeşil rengi, Bursa’nın yeşilini katmaları için bir fırsat.
Ancak öyle bir zaman gelmiş ki bu yeşil mekânın, cennet mekânın üzeri “Puşide-i Siyah/Siyah Örtü ile örtülmüştür. Yeşil Bursa 8 Temmuz 1920’de Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmiştir. Yunanlıların Osman Gazi türbesine hakarette bulunmaları Bursalıları ve Türk milletini derinden üzmüştür. Öyle ki, Meclis’te duygu dolu anlar yaşanmış ve Meclis kürsüsüne 10 Temmuz 1920’de siyah örtü (Puşide-i Siyah) örtülmüştür. Türk Ordusu, işgalden 2 yıl 2 ay 2 gün sonra 11 Eylül 1922’de Bursa’yı Yunan işgalinden kurtarmış ve Bursa’nın işgali üzerine Meclis kürsüsü üzerine örtülen siyah örtü de kaldırılmıştır.
Bursa’nın düşman işgalinden kurtarılmış olduğu, 11 Eylül günü tüm yurda, “Yeşil Bursa, al sancağına kavuştu” içeriğindeki telgraflarla müjdelenmiştir. İşgal günlerinin karamsarlığını üzerinden atan Bursalılar, 11 Eylül sabahı erken saatlerde Orhan Camisi’yle Belediye arasındaki alanda toplanmış, coşku içinde Bursa’nın kurtuluşunu kutlamıştır.
İşte bu yıl (11 Eylül 2022) kurtuluşun yüzüncü seneyi devriyesindeyiz. Yeşil Bursa’nın Yunan işgalinden kurtuluşunun yüzüncü yılı bu yıl (2022). Bir daha asla öyle karanlık günler yaşamaması, işgal görmemesi, üzerine siyah şah örtülmemesi, yeşil renginin solmaması, her zaman özgür ve bağımsız yaşaması dileğimizdir.
Sırasıyla Bitinya, Roma, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ev sahipliği yapmış, büyük dinlerin zaman yolculuğunda önemli bir dönüm noktası olmayı başarmış, göçlerle zenginleşmiş, gelen herkese kucak açmış ve bereketini paylaşmış binlerce yıllık bir şehrin elbette anlatacak çok fazla şeyi, bir kitabın ise sınırlı sayıda sayfaları var. Bu yüzden bu kitabı hazırlarken keşfedeceklerinizi anlatmak yerine yön göstermeyi tercih ettik. İçine değerli fotoğraf sanatçımız Mehmet Ali Özdemir’in fotoğraflarıyla küçük de olsa ipuçları ekledik.
Bursa için yapılan güzel şeylerin mutlaka karşılığını bulduğunu, takdir edildiğini biliyoruz. Bu yüzden bu kitabın da Bursa’ya duyulan ilgi ve sevginin büyümesine, katkıda bulunacağına gönülden inanıyoruz. Bense bu şehre duyduğum gönül borcumu ödemek için çalışmaya devam edeceğim.
Bursa benim aşkım. Elinizde tuttuğunuz kitap da bu aşkın yeniden ilanı. Dünyaya gözlerimi açtığım, merhaba dediğim şehre bir armağan bu kitap. Yazarlarımız, benim ve Yeşil Bursa’nın gönül dostları, şehrin fahri hemşerileri, birer kültür elçisi onlar.
Daha önce gazetelerde, dergilerde, TV programlarında ve sosyal medya paylaşımlarında anlattım Bursa’yı. Ancak çok daha fazlasını hak ediyordu; o nedenle Bursa sevgim bir kitaba dönüşsün istedim. Yanıma Bursa aşkı benden daha büyük olan sevgili dostlarımı almak ise daha bir anlam kattı sayfalara. Geçmişten günümüze onlarca adrese uzandık hep birlikte.
Bursa’yı görünenleriyle, görünmeyenleriyle, tarihiyle, dünüyle, bugünüyle, coğrafyasıyla, kültürüyle, en çok da koynunda sakladığı hazinelerle, yani zamanıyla, mekânıyla ve insanıyla anlatmaya çalıştık. Satırların arasına her rengi kattık. Görmeye hazırsanız, biz de paylaşmaya hazırız. Bambaşka bir Bursa serüveni için, haydi çevirin sayfayı…
Son Söz
Sevgili dostlar, geleceği satın alabilecek tek şey bugündür sözünden hareketle hazırladık bu kitabı. Gelecek nesillere, Bursa’nın Yunan işgalden kurtuluşunun 100. yılında işgali, kurtuluşu ve Bursa’yı anlatan bir eser bırakalım istedik. İşte elinizde tuttuğunuz bu kitap; bu düşüncemizin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden konunun uzmanı olan değerli bilim insanlarının özgün çalışmaları ise kitaba özel bir değer kattı. Birbirinden değerli bu yazıların her biri geçmişten geleceğe bir ışık olacaktır. Umuyorum okumaktan keyif almışsınızdır.
Bursa zaman içinde zamanı yaşatan, geçmişin, şimdinin ve geleceğin ruhunu sezdiren dokusuyla, yaşam için “bir yudum nefes” adeta. Tanpınar’ın deyişiyle insanda bir “ikinci zaman” varlığını duyumsatan, görünür ve görünmeyen güzellikleriyle hayatı ve yaşamayı doyasıya sevdiren bir şehir.
Eğer geleceğe bir “güzelleme” taşıyabilecekse, bu kitap Bursa’ya, Bursa’nın işgalden kurtuluşunun 100. yılına, Yeşil Bursa’nın güzel insanlarına, dostlarına, sakinlerine, konuklarına, gelip geçen yolcularına, hülasa herkese armağan sayılsın… ; Ve bırakalım “zaman, mekân ve insan” birlikte yaşasın…
Atatürk ve Bursa
“Bursa tarım memleketidir, sanat memleketidir, ticaret memleketidir, sağlık memleketidir. Bursa sahip olduğu doğal uyum ve güzelliğiyle sevinç ve şenlik memleketidir.”
Atatürk, Üçüncü Bursa Gezisi (31 Ağustos – 11 Eylül 1924)
“Bursa’yı ve Bursalıları seven ilk Türk ben değilim. Tarihte ve cihanda en büyük imparatorluk kurmuş olan Türkler de, evvela dikkat nazarlarını Bursa’ya, bu değerli şehre çevirmişlerdir. Onun için değerini anlamış ve ifade etmişsem çok bahtiyarım…”
Atatürk, Son Bursa Gezisi (1-3 Şubat 1938)
“Bursa inkılap hayatımızda nice müşkül anlar geçirmiştir. Fakat Bursalılar, yetenek ve güçleriyle bu zor zamanları kolaylıkla atlatmışlar, biz de kendilerine kavuşmak bahtiyarlığına nail olduk. Bugün o bahtiyarlığın safhalarından birini idrak etmekle mutlu olduğumu ifade edebilirim…” Atatürk, Son Bursa Gezisi (1-3 Şubat 1938)
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.