23 Kasım 2024 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.

1xbetbetpasmariobet
a
en iyi rulet siteleri

Zafere giden yolda Bursa’da ne oldu?

30 Ağustos Zaferi’nin 100. yılı kutlu olsun. Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm gazi ve şehitlerimizin ruhu şad olsun.

“Avrupa büyük savaş sonrası yorgun düşmüşken ve sosyal ve finansal karmaşa ile meşgulken, Mustafa Kemal, bir elinde kılıcı diğerinde Misak-ı Millîsiyle, Panhelenizm ve İzmir yıkıntıları üzerine yeni bir Türkiye inşa etti. Kararlı bir biçimde İslam’ın dirilmesinin sebepleri arasında bu milli liderin dehası, Rusya’nın tutukluğu ve Batılı güçler arasındaki anlaşmazlık vardır.”Gibbon-1922.

Zafere Giden Yol

İstanbul ve Ankara Hükümetlerinin arasındaki uyuşmazlığa rağmen Türkiye tek başına bir tek akıldan ilham aldı (Mustafa Kemal) ve tek bir amaç (tam bağımsızlık) için birlik oldu. Dürüst bir şekilde ifade etmek gerekirse, Türkiye’nin uygun zamanlamadan, Müttefikler arasındaki anlaşmazlıktan, Yunan Kralı ve Venizelos’u destekleyenler arasındaki siyasi uzlaşmazlıktan elde ettiği fırsatı tam anlamıyla değerlendirdi.

Ancak Türkiye’nin zaferleri, Batılı güçlerin başarısız mukavemeti, Müttefikler arasındaki birliğin eksikliği ve Sevr antlaşmasında geç kalınmasıydı. Eğer Sevr antlaşması 1920’nin ikinci yarısı yerine 1919 yılının başında Türklere sunulsaydı yaptırımların uygulattırılması daha muhtemeldi. Zira 1918’de Türkiye tamamen parçalanmıştı. Antlaşma şartlarının son hale getirilmesi için geçen bir buçuk yıllık süreçte Türkiye yavaş ama emin adımlarla yaşama gücünü geri kazanmaya başladı. Müttefikler, Türkiye’nin silahsızlanmasını tamamlamak ve direniş gücünü bertaraf etmek yerine, Yunanlıların İzmir’e çıkmasına izin vererek, Türkiye’nin ümitsiz ve hatta o gün için gerçekleşemeyecek gibi görünen bir mücadele içine girmesine neden oldu.

1864 Danimarka krizinde Disraeli’nin Lord Derby’ye söylediği “Eğer uzun süren bir ateşkesin tarafıysanız ve sonunda kazanacağınız hiçbir şey yoksa savaşmak riskiniz olacaktır” sözü adeta isabetli bir tahmin niteliğindeydi. Mondros Mütarekesi imzalandıktan yaklaşık dört yıl sonra, Mudanya Mütarekesi’nin imzalanması sırasında, Britanya neredeyse halkının kesinlikle onaylamayacağı bir savaşa giriyordu.

Türkiye’nin bütünlük ve bağımsızlık politikası, hem Avrupa hem de Asya’yı kapsayan tek bir coğrafyada ve savunulabilir bir sınırda Türkiye’yi muhafaza etme politikası Sevr antlaşması ile kesinlikle ters düşüyordu. 1922 olaylarının sonucu, Türkiye’nin kendi çabası ile ve Büyük Britanya’ya rağmen toparlanmasıdır ki, şimdiye kadar bu ülke Britanya’nın lütfettiği müdahale ve destekle yaşayabiliyordu.

Ankara’da gittikçe artan muhalefete rağmen Mustafa Kemal’in etkisi hala en üst seviyeydi. Fransa, Moskova, Ukrayna, Afganistan ve Kafkas Cumhuriyetleri ile yaptıkları antlaşmalar, Ankara Hükümeti’nin dış dünyadaki konumunu büyük ölçüde güçlendirmişti. Bu durumda Ankara’nın Misak-ı Milli dışında herhangi bir barış şartını kabul etmeyeceği aşikârdı.

Büyük Taarruz ve Yunanlıların Anadolu’da Çöküşü

Mayıs, Haziran ve Temmuz ayları çoğunlukla Fransız ve İngiliz Hükümetleri arasında Paris ateşkes önerileri ile ilgili sonuç alınamayan yazışmalarla geçti. Ankara, Müttefiklerin bölünmesi ve ateşkesin gecikmesi fırsatından tamamıyla yararlanıyordu ve Yunanlıların ihtiyatsız hareketleri işlerine geliyordu. Eninde sonunda tahliye etmeye mahkûm oldukları ülkedeki Yunan Ordusu’nun morali bozuldukça, Türk Ordusu’nun maneviyatı kuvvetleniyordu. Müttefikler hâlâ konferansın yerini, zamanını ve davet şeklini tartışırken Türkler meseleye silahlı bir müdahalenin gerekli olduğuna karar verdi. Fırsatın geldiğine inanan Mustafa Kemal taarruz konusunda kararını verdi.

Eylül 1921’de yapılan Sakarya Savaşı sonrası Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışmalar durmuştu. Ankara’ya doğru ilerleme girişiminde Yunanlılar başarısız olmuştu. Türk ordusunu yok etme hedefi ile bütünleşmiş olan bu girişim zaten hiçbir zaman sonuç vermeyecekti. Sakarya savaşı yüzünden oldukça bitkin düşen iki taraf, kış için savunmaya yönelik mevzi almıştı.

26 Ağustos günü Türkler taarruzlarını Afyonkarahisar cephesinden başlattı ve hiçbir yerde gerçek bir direnme ile karşılaşmadı. Yunan Başkomutanı General Trikopis esir alınmış ve Yunan Ordusu’ndan geriye kalanlar İzmir’den önce son mevzi olan Alaşehir hattına çekildi. Fakat burası da hiçbir direniş gösterilmeden terk edildi. 9 Eylül günü Türk süvari birlikleri İzmir’e hiçbir direnişle karşılaşmadan girdi ve kısa sürede her şeye hâkim oldu. Hiçbir karşılık meydana gelmedi. Kısa bir süre için kuzey Yunan Ordusu direnebilir gibi göründü. Aslında Bandırma’ya kadar oldukça düzenli olarak geri çekildi ancak 11 Eylül günü Bursa geri alındı. Geri çekilirken Yunan Ordusu vahim mezalimde bulundu. Geçtiği her yerde, kırsal bölgeler harap edildi; Eskişehir, Uşak, Kütahya ve diğer şehirler ve köyler yakıldı. Müttefiklerin hızlı müdahalesi ile yalnızca Bursa benzer bir akıbetten kurtarıldı. 17 Eylül tarihinde Bandırma Türkler tarafından kurtarıldığında son Yunan Ordusu Anadolu’dan tahliye edildi.

Ağustos 1922’de yapılan Türk taarruzunun asıl hedefinin anlaşılmaması için çok sıkı önlemler alındı. Bütün Anadolu limanları kapatıldı ve Anadolu ile Avrupa arasındaki bütün irtibat kesildi. Gerçekte Türk üst komutasının planı, Afyonkarahisar cephesi üzerinden ezici bir darbe indirmek ve İzmir’e doğru ilerlemek, böylece Eskişehir bölgesinde kalan Yunan kolordusunu tecrit etmekti. 26 Ağustos’ta şiddetli bombardıman ile başlayan ve Yunanlılara neredeyse tamamen sürpriz bir baskın şeklinde olan taarruz hemen başarı getirdi. 28 Ağustos akşamına kadar Afyonkarahisar alınmıştı. Yunan kuvvetleri Uşak’a doğru sürüldü. Bitmez tükenmez bir güçle ilerlemelerine devam eden Türk kuvvetleri, güneye Murat Dağı’na indiler ve Yunan kuvvetlerinin üzerine saldırdılar. Bu saldırılar sonucunda Yunan kuvvetlerinin büyük çoğunluğu ya esir alındı ya da yok edildi. 30 Ağustos tarihinde Yunan güney kuvvetlerinin geri püskürtülmesi tamamlanmış oldu. Tutsak olmaktan ya da yok edilmekten kurtulmuş, ama artık bir askeri kuvvet görüntüsünü de yitirmişlerdi. Dehşete kapılarak, ayak takımı gibi kaçarak İzmir’e doğru yöneldiler. 9 Eylül tarihinde Türk öncü birlikleri İzmir’e girdiğinde, Yunan karargâhı 48 saat önce İzmir’i boşaltarak Çeşme’ye çekilmiş, birliklerden arta kalan Yunan askerleri de Yunanistan’a ve Yunan adalarına tahliye edilmeye çalışılıyordu.

30 Ağustos’ta Türk kuvvetleri Eskişehir’de tecrit edilen Yunan kuvvetleri üzerine yürüdü. Ancak Yunan kuvvetleri başarılı bir şekilde Bursa’ya çekildi. Mudanya ve Bandırma’ya geri çekilirken Gemlik yönünden gelen Türk kuvvetleri ile aralarında sert bir çarpışmalar gerçekleşti. 17 Eylül tarihinde Bandırma’dan Türkiye’yi terk ettiler. Üç hafta süren ancak sonrasında oluşan olaylara hayati etkisi olan bu kısa savaşta, Yunanlıların toplam kaybı yaklaşık 45.000 kişi ve 180 toptu.

Zafer ve Sonrası: Saltanatın Kaldırılması ve İstanbul Hükümeti’nin Düşüşü

Türk zaferi, neredeyse hazır olan Venedik Konferansı’nın Müttefikler tarafından askıya alınmasına neden oldu. Zira Müttefikler ateşkesin sağlanması ve İzmir’in savunulması amacıyla birlikte harekete geçemeden, Türkler çok daha hızlı hareket etmişti. Şimdi sorunun ağırlık merkezi Anadolu’dan Boğazlara ve Trakya’ya kaymıştı. Yunanlıların Anadolu’yu tahliye etmesi Müttefiklerin İstanbul’daki durumunu tehlikeye sokmuştu.

Mudanya Mütarekesi imzalandıktan sonra dikkatler barış konferansına yöneldi. Ankara hükümeti, konferans yeri olarak İzmir’i, tarih olarak da 20 Ekim’i teklif etti. Fransız hükümeti bu teklifi kabul etmeye hazırdı. Ancak İngiliz hükümetin itirazı üzerine konferans yerinin Lozan, açılış tarihinin ise 20 Kasım olması konusunda uzlaşı sağlandı. 27 Ekim’de tüm ilgili hükümetlere davetiyeler gönderildi. Ankara hükümeti daveti kabul etmesine rağmen İstanbul hükümetinin katılmasını kabul etmedi.

19 Ekim’de Refet Paşa İstanbul’a geldi. Doğu Trakya’nın Yüksek Komiserliğine atanmıştı ve tabii olarak oraya gitmesi gerekiyordu. İki hedefini gerçekleştirmek, yani padişah ve hükümetini devirmek ve Müttefik Güçlerin şehirdeki konumunu zayıflatmak için İstanbul’da kalmayı tercih etti. Bu iki hedefine de bir aydan kısa bir sürede ulaştı.

Refet Paşa amaçlarını gizlemedi. Katıldığı toplantılarda eski halifelerin padişahlık unvanına gerek duymadıklarını ve İstanbul’un sadece halifeliğin merkezi olduğunu vurguladı. Misak-ı Milli’nin Ankara hükümetinin dış politikası olduğunu ve 1921 anayasasının da iç politikası olduğunu anlattı. 29 Ekim’de padişahı ziyaret etti ve hükümetini azletmesini istedi. Zira Tevfik Paşa Ankara’ya bir telgraf göndererek, Lozan’da ortak bir heyet ile birlikte hareket etmeyi teklif etmişti.

Son darbe, 1 Kasım tarihinde Büyük Milet Meclisi’nce oybirliği ile kabul edilen saltanat makamının varlığının sona erdiğine, anayasaya göre halifelik yetkisinin Osmanlı Hanedanı’nda olduğuna ama halifenin Meclis tarafından seçilmesinin zorunlu olduğuna ve halifenin güvencesinin Türk Devleti’nin güvencesinde olduğuna hükmeden kanundu.

Daha fazla direnme gücü kalmayan İstanbul hükümeti 4 Kasım’da istifa etti ve Refet Paşa, kendisini Büyük Millet Meclisi’nin temsilcisi ve İstanbul’un fiili valisi olarak tayin etti. Refet Paşa, planın ilk bölümünün başarıyla sonuçlanmasından sonra Müttefik Güçlerine karşı harekete geçti ve 5 Kasım’da İstanbul’dan çekilmelerini isteyen iki nota verdi.

Padişah dâhil kaderini Müttefik Güçlerine bağlamış olan kişiler kaçması gereken anın geldiğine kara verdi. 15 Kasım’da adının Zeki Bey olduğunu söyleyen bir kişi, Müttefiklerin karargâha giderek, hayatının tehlike altında olduğunu düşünen Padişah’ın İstanbul’dan hemen kaçmasına yardımcı olunmasını General Harington’dan rica etti. Bu rica kabul edildi. General Harington’ın emir subayı ile Zeki Bey arasında Yıldız Sarayı’nda özel bir görüşme yapıldı ve Padişah’ın 17 Kasım tarihinde sabah erkenden ayrılması planlandı. 16 Kasım’da General Harington, Padişah’ın Müslümanların halifesi olarak imzaladığı ve İstanbul’da hayatının tehlike altında olduğu düşüncesiyle İngiliz hükümetine sığındığını ve bir an önce başka bir yere götürülmesini rica ettiği özel bir mektup aldı.

17 Kasım sabahı Padişah, beraberinde on yaşındaki oğlu Ertuğrul ve maiyetindeki sekiz kişi ile saraydan ayrıldı. Çıkışta kendisini Albay Steele ve muhafız alayı askerlerinden oluşan bir bölük karşıladı. Sonra General Harington ve Nevile Henderson tarafından karşılandığı Tophane’deki deniz üssüne getirildi; oradan Amiral Brock eşliğinde H.M.S. Malaya’ya bindi ve Malta’ya gitti. Ayrılırken verilen himaye için İngiliz hükümetine teşekkür eden Padişah, tahtan çekilmediğini ve bunu yapmaya niyetinin olmadığını açıkladı.

Padişah’ın ayrılmasıyla Ankara hükümeti planlarını gerçekleştirmede çok önemli bir engelin ortadan kalmasından dolayı rahatlamıştı. Büyük Millet Meclisi 18 Kasım’da Vahdettin’in halefi ve yasal varisi olan Veliaht Abdülmecit’i halife olarak seçti. 24 Kasım’da İstanbul’da sade bir dini tören yapıldı.

Altı hafta süren tartışmalardan sonra Lozan’daki durum aynı ölçüde tatmin edici değildi. Türkler görüşmeye belirli bir plan ile gitmişti. Sevr Antlaşmasının bütünüyle feshedilmesi, Batı Trakya için halk oylaması yapılması, Musul’un iadesi, Boğazların serbestliği ancak Türkiye’nin bağımsızlık sınırları içerisinde ve eğer İstanbul’un güvenliği sağlanırsa, hiçbir askeri şartın olmaması, Avrupa ile yapılan antlaşmalardaki şartların dışında azınlıklarla ilgili hiçbir şartın geçerli olmaması, hiçbir mali veya iktisadi denetimin olmaması, yabancılara hiçbir ayrıcalığın tanınmaması ancak Türkiye’nin tam hâkimiyeti ve bağımsızlığı; kısaca istedikleri bütünüyle Misak-ı Milli idi.

1922 senesi boyunca Anakara Hükümeti’nin dış politikasının hedefi, öncelikle sadece ve sadece Misak-ı Millînin eksiksiz olarak gerçekleştirilmesi, bu kapsamda Yunanlıların İzmir’den çıkarılması ve Müttefiklerin Türkiye’nin tek hükümeti olarak Ankara Hükümeti’ni tanıması idi.

Baş düşman Büyük Britanya idi; Sevr antlaşmasından, Yunanlıların İzmir’e gönderilmesinden ve tüm bunlardan dolayı Türkiye’nin yaşadığı felaketlerden, İstanbul’un işgalinden, Malta sürgünlerinden ve işgal sırasında gösterilen şiddetten sorumlu tutuldu. Ayrıca azınlıkların savunucusu ve hatta saltanatın destekçisi olarak görüldü. Kemalistler Anadolu’da Yunanlılara karşı aldıkları galibiyetin, Büyük Britanya’ya karşı bir zafer olduğunu ilan ettiler. Gerçekten de Yunanlıların mağlubiyeti, Sevr Antlaşması’yla Türkiye’ye dayatılan ağır şartlar ve İngilizlerin Yunanlıların tarafını tutması sonucunda Doğu ülkelerinde zaten azalmış olan İngilizlerin itibarına ciddi olarak zarar verdi. Lloyd George hükümetinin düşüşü, Kemalistlerin neredeyse zaferlerinin taçlanması olarak sayıldı.

1922 yılının on ayı boyunca Türkiye’de iki hükümet vardı: Ankara’daki fiili hükümet ve Müttefiklerin meşru olarak tanıdığı İstanbul’daki Padişah hükümeti. Padişah Hükümeti sadece Müttefik Güçleri’nin işgali sayesinde var oldu. Fiziksel olarak Müttefik askeri birliklerinin süngüsüyle, manevi açıdan Müttefik Yüksek Komiserlerinin desteğiyle ve mali açıdan istenmese de Geçici Mali Komisyon’un çabalarıyla varlığını sürdürdü. Ancak var olma mücadelesi fiilen Mudanya’da son buldu. Bundan sonraki varlığı ise Barış Konferansı açısından sorun teşkil etti. Bu hükümeti ayakta tutan Müttefik Güçleri’nin politikası iflas etti. Bu hükümetin varlığının sona ermesi konusunda Ankara kararlıydı. Sonunda Saltanatın kaldırılmasından üç gün sonra 4 Kasım tarihinde ardı arkası kesilmeyen sadrazam silsilesinin sonuncusu olan Tevfik Paşa görevinden istifa etti ve İstanbul yeni Türk devletinin sıradan bir idari bölgesi haline geldi.

Mustafa Kemal yeniden yapılanma ve uyum konularında fevkalade bir beceri sergiledi. Yunanlılar karşısında kazanılan zafer, İzmir’in tekrar alınması ve Yunanlıların Anadolu’dan tamamen çıkarılması hem ordu hem de halk nezdinde Mustafa Kemal’in saygınlığını büyük ölçüde artırdı ve sonuç olarak Ankara’daki konumunu güçlendirdi. Ancak saltanatın kaldırılması gizli düşmanlarının sayısını fazlasıyla artırdığı gibi karşı muhalefet de daha cüretkâr bir hale geldi. Ankara’da Kemalciler, Enverciler ve Padişahçılar olmak üzere üç grup vardı. Fakat Mustafa Kemal’in iradesi, Ankara’ya yıl boyunca yön vermeye devam etti. Somutlaştırdığı başarılı politika faaliyetleri desteklendi. Mustafa Kemal kendisinin olduğu gibi Türkiye’nin de kaderini tayin eden dört dörtlük bir yönetici olarak kendini ispatlamıştır.

Sonuç olarak, siyasi sonuçlarını bir kenara bırakırsak askeri açıdan Türklerin taarruzu takdire şayan bir başarıydı ve hem düşünce hem de uygulamada Lord Allenby’nin Filistin’deki askeri harekâtına birçok bakımdan benzerlik gösteriyordu. Her iki durumda da taarruzun gerçek hedefini gizlemek için dikkatlice atılan adımları, eş zamanlı olarak düşman kuvvetlerinin dağıtılması izledi. Daha sonra mümkün olan bütün kuvvetlerle ki süvariler bunda önemli bir rol oynayacaktı, doğru ve iyi seçilmiş hedefe doğru etkin bir ilerlemenin ardından şiddetli bir darbe indirmek ve sonrasında tamamen morali bozulmuş düşmanın kovalanması şeklinde cereyan etmişti.

Sevgi, Saygı ve Selamlarımla…

 

 

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Moody’s Türkiye ekonomisini değerlendirdi

HIZLI YORUM YAP