21 Kasım 2024 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.
10 Kasım 2024 Pazar
Gümrükten Eşya İthalatında TSE Sonucunu Etkileyecek İşlemler
"Ekim ayını çıkarabilirsem bile Kasım ayını çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum!.."
Rusya'nın saldırısı meşru mu?
Merkez Bankası'nın Faiz Kararı Ne Olacak?
Protein ne zaman zararlı olur?
Enflasyon %20’li Düzeylere İner mi?
Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Açılması ve Türkiye’de Milli Egemenlik İlkesinin Gerçekleştirilmesi
“Bence meclis nazariye değil, hakikattir. Hakikatlerin en büyüğüdür.”
“Ben kerameti, meclisten bekleyenlerdenim.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Milli Bayram Nedir?
Her millet, tarihi süreçte geçirdiği iyi ve kötü olayları, gelecek nesillere aktararak, onların bu olaylardan ders almalarını sağlamak ister. Bu durum, milletlerin geleceklerini güvence altına almak düşüncesiyle yakından ilgilidir. Çünkü böylelikle yeni nesiller, ileride bu tür olaylarla karşılaştıkları zaman, bu olaylara bakarak yapmaları gereken işler hakkında fikir sahibi olabileceklerdir. Bu düşüncenin eseri olarak, Milli Mücadele’yi gerçekleştirerek, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar da, Milli Mücadele’nin hangi şartlarda kazanıldığı ve Cumhuriyetin nasıl kurulduğu hadisesinin bütün millet ve yetişecek yeni nesiller tarafından bilinmesini ve ona göre sahip çıkılmasını istiyorlardı. Bunu da, Milli Mücadele içerisinde önemli olayların yaşandığı günleri, birer Milli Bayram olarak kabul etmek ve kutlamak şeklinde yaparak, ilelebet yaşatmak düşüncesinde idiler. Bu amaçla, daha 23 Nisan 1921’de TBMM’ne verilen bir önerge ile 23 Nisan gününün Türk Milleti’nin bağımsızlığını elde ettiği gün olarak resmi bayram kabul edilmesi ve kutlanması istenmişti. Aynı gün kabul edilen bu önerge ile daha o tarihte 23 Nisan, Milli Bayram olarak kabul edilmiş ve kutlanmıştır.
Egemenlik ve Milli Egemenlik Nedir?
Günümüzde çağdaş ve modern devlet olmanın temel şartı, şüphesiz, milleti ve onun tercihlerini önemli addederek, iktidar gücünün millete ait olduğunu kabul etmektir. Yani Milli Egemenlik ilkesinin gerçekleştirilmesini benimsemektir. Bu anlamda Milli Egemenlik ilkesi, devlet olmanın temel unsurlarından birisi durumundadır.
Milli Egemenlik ilkesini güvence altına alarak, bunu uygulayan devletler ise, aynı zamanda milletlerinin bağımsız ve çağdaş bir konuma gelebilmesini sağlamanın temel şartını yerine getirmiş olurlar.
Egemenlik (Hâkimiyet); egemen olma, hâkimlik, üstünlük, amirlik manalarına gelir ve hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün gücü ifade etmek için kullanılır. Egemenlik, devlet kudretinin bir vasfıdır. İç hukukta en üstün kudreti, uluslararası hukukta da bağımsız bir gücü ifade eder.
Milli Egemenlik ise, bir milletin kendi kaderine hâkim olarak, kendi geleceğini tayin etme gücünü elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek heyeti seçmesi anlamına gelir. İç görünüşü itibarıyla demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ortaya koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, yani dışa karşı millet birliğini ve bütünlüğünü ifade eder.
Milli Egemenlik, bir kişi veya sınıfın egemenliğinden uzak olarak, milletin kendi yönetiminde söz sahibi olması anlamına geldiğinden, milletin genel iradesinin ortaya konulmasını sağlar ve iktidarın, kayıtsız şartsız millete ait olmasını ifade eder. Milli Egemenlik anlayışında millet, kendisini oluşturan fertlerden ayrı, onların üstünde bir kişiliğe, bir iradeye sahiptir ve egemenlik bu kolektif kişiliğe aittir.
Milli Egemenlik, millet iradesini hâkim kılması münasebetiyle demokrasinin temel şartıdır. Bu sebeple, bütün demokratik rejimlerde en üstün kuvvet ve devlet yönetimi konusunda belirleyici unsur olarak, devlete yön verirken, aynı zamanda devlet fonksiyonlarının oluşmasını da sağlar.
Milli Egemenlik, insanlık tarihinde başlı başına kuvvet kaynağı olan ve kuvvet doğuran fikirlerden birisi olarak, devletlerin yapısını değiştirebilecek ve tarihin akışını etkileyebilecek kadar etkilidir. Dolayısıyla, insanlık tarihi açısından büyük öneme sahiptir.
Atatürk’ün Milli Egemenlik Hakkındaki Düşünceleri
Atatürk’e göre egemenlik, devlet kavramının özünde var olan siyasi bir nüfuz olup, milleti dışta temsil ve başka milletlere karşı savunma yetkisini içeren bir güçtür.
Atatürk, Milli Egemenliği ise, bağımsızlık ve demokrasi olarak algılayarak, emperyalizme, istibdada ve esarete karşı, milletin haklarını savunmak olarak değerlendirmiştir.
Atatürk’e göre Milli Egemenlik, devlet ve milletin mukadderatında güçlü ve hâkim unsur olması gereken bir değerdir. Çünkü Milli Egemenlik, adaletin, eşitliğin, hürriyetin dayanağı ve milletin namusu, haysiyeti, şerefidir. Bu sebeple Atatürk, Milli Egemenlik ilkesini devletin temel unsurlarından birisi haline getirmeye çalışmıştır. Bundan amaç ise, siyasi, sosyal ve ekonomik yönden, yabancı etkilerden uzak, milli iradeden oluşmuş bir toplumun meydana gelmesini sağlamaktır.
Atatürk, Milli Mücadelenin başlangıcından, kendisinin hayata veda ettiği ana kadar, her fırsatta Milli Egemenliği Türk toplumuna benimsetmeye çalışmış, her zaman kişisel yönetimin sakıncalarıyla Milli Egemenliğin üstünlüklerini çarpıcı şekilde karşılaştırmıştır. Çağdaş bir topluma ve çağdaş bir devlete yakışan yönetim şekli, ancak Milli Egemenliğe dayanan sistemdir. Dolayısıyla Atatürk’e göre Milli Egemenlik, sadece Saltanatın değil, eski veya yeni bütün kişisel yönetim biçimlerinin karşıtıdır. Atatürk’e göre,
“Türkiye devletinde ve Türkiye devletini kuran Türkiye halkında tacidar (taç sahibi) yoktur, diktatör yoktur. Tacidar (taç sahibi) yoktur ve olmayacaktır. Çünkü olamaz… Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da Milli Egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve varlığıdır.”
Yine Atatürk’e göre, “toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin istikrarının ve korunmasının sağlanması, ancak ve ancak tam ve kesin manasıyla Milli Egemenliğin gerçekleşmiş bulunmasına bağlıdır. Dolayısıyla hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası Milli Egemenliktir.”
Bu nedenle Atatürk Milli Egemenliği, devletimizin ebed-i müddet olması, ülkemizin kuvvetlenmesi, milletimizin refah ve mutluluğu ile hayatımız, namusumuz, şerefimiz, istikbalimiz, bütün mukaddesatımız ve nihayet her şeyimiz için mutlaka en kıskanç hislerimizle, açık teyakkuz ve intibahlarımızla ve bütün kuvvetimizle muhafaza ve müdafaa etmemiz gereken bir değer olarak görmüştür.
Bu sözleriyle, Milli Egemenliğin bir millet için ne anlama geldiğini açık bir şekilde ortaya koyan Atatürk, “Milli Hâkimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar” ifadesiyle, Milli Egemenlik ilkesinin gücünü ortaya koyarak, devlet hayatındaki önemini vurgulamıştır.
Atatürk’ün Milli Egemenlik ilkesine sadece düşünceleriyle değil, derin kişisel duygularıyla da ne kadar bağlı olduğu, annesinin ölümünden birkaç gün sonra onun mezarı başında yaptığı şu konuşmada görülmektedir:
“Valdem bu toprağın altında, fakat Milli Egemenlik ilelebet payidar olsun. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur… Valdemin mezarı önünde ve Allah huzurunda and içiyorum, bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve belirttiği egemenliğin muhafaza ve müdafaası için icab ederse valdemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Milli Egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”
Ayrıca Atatürk, Milli Egemenlik kavramına Türk Milletinin ve kendi yüksek fikirlerinin damgasını vurarak hareket etmiş ve bu kavramı izah ederken de millete ve milletin fikrine ağırlık vererek, bunun üzerinde ısrarla durmuştur.
Meclisin açılışından önceki devrede hemen her tarafta beliren isyanlar ve işgaller herkesi ürkütürken, Atatürk’ün Ankara’da sükûnetle ve telgraf başında bambaşka işlerle uğraşması çevresindekileri şaşırtıyordu. Ona “cepheye git”, yahut “ordu kur, orduyla uğraş” gibi telkinler yapılmıştır. Fakat onun cevapları daima beklenmedik şekildedir. Mesela, şu cümleler onundur;
“Önce meclis, sonra ordu. Ordu demek, yüz binlerce insan, milyonlarca servet zaman demektir. Buna iki üç şahıs karar veremez. Ben kerameti, meclisten bekleyenlerdenim. Bir devre yetiştik ki onda, her şey meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet, ancak milli kararlara istinad etmekle, milletin umumi meyillerine tercüman olmakla hâsıl olur. Hiç korkmayalım, o esaret ve zillete razı olmaz. İş onu bir araya toplamakta… İşte şimdi ben bu yoldayım. Bu yolun çok sağlam bir yol olduğuna inanıyorum. Bence meclis nazariye değil, hakikattir. Hakikatlerin en büyüğüdür. Orduyu yapacak olan millet, fakat millete niyabeten de (vekil olarak ta) meclistir.”
Türkiye’de Milli Egemenlik Nasıl Gerçekleştirildi?
Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesinin gerçekleştirilmesi, tamamen Atatürk’ün bu konudaki düşünce ve çalışmalarının sonucudur. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleri, Osmanlı topraklarını kâğıt üzerinde paylaşmışlar ve Türk Milletinin siyasi varlığına tamamen son vererek, üzerinde yaşadığı bin yıllık vatanını küçük bir bölge dışında elinden almışlardı. Dolayısıyla bunun tabii bir sonucu olarak, 1 Kasım 1918’den itibaren Türk vatanının bazı yerleri işgal edilmiş, Türk ordusu dağıtılmış ve ülke içinde çeşitli ayrılıkçı örgütler ayaklanmalar başlatmışlardı. Ülkenin içinde bulunduğu bu durum karşısında, ilk önce Anadolu ve Trakya’nın çeşitli şehir ve kasabalarında yaşayan vatansever kişiler tarafından, Müdafaa-i Hukuk adı altında direniş cemiyetleri kurulmaya başlanmıştı. Ancak, temelde vatanı kurtarma amacıyla kurulan bu cemiyetler, farklı düşünceler nedeniyle, dağınıklık içinde bulunuyorlardı. Dolayısıyla, bu cemiyetleri birleştirerek, milli ve genel bir uyanış yaratacak mücadeleyi başlatmak gerekiyordu. İşte tam bu sırada, Türk Milletinin tarihi karakterine ve yıllarca süren siyasi gelişmelere uygun bir ses yükseldi. Bu ses Mustafa Kemal’den başkası değildi. Mustafa Kemal, bu durumda Milli Egemenliğe dayalı, bağımsız, yeni bir Türk Devletinin kurulmasından başka bir kurtuluş çaresinin olmadığını ortaya koydu. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün sonra, 9. Ordu Müfettişliği görevine atanan Mustafa Kemal, karargâhına aldığı bazı arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’dan Anadolu’ya hareket etti.
19 Mayıs 1919 Samsun: Doğuş
Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten, Milli Egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Çünkü Atatürk, Samsun’a ayak bastığı andan itibaren, hem içe, hem de dışa dönük olarak, Milli Egemenlik ilkesini gerçekleştirmek amacıyla hareket etmiştir. O, bu dönemde milli, dini ve batılı fikirleri yanına almış ve bunların senteziyle Anadolu’da tek idare, tek devlet, tek egemenlik, tek kumandan, tek meclis ve tek millet fikirlerinden hareket ederek, her alanda gerçek Milli Egemenlik ilkesini uygulamaya çalışmıştır.
Dolayısıyla, Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesinin genel anlamda ilk defa Atatürk’ün önderliğinde girişilen Milli Mücadele yıllarında uygulandığını söylemek mümkündür. Çünkü bu dönemde, memleketin içine düştüğü kötü durum karşısında, bazı aydınlar memleketin kurtarılması için bir büyük devletin mandasını kabul etmekten başka çare görmezlerken, Atatürk bunlardan çok farklı düşünmüş ve millete güveni esas alan bir hareketin peşinde olmuştur. O, memleketin içinde bulunduğu kötü durumu kastederek Nutukta;
“…Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da Milli Hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.”
22 Mayıs 1919’da Sadaret Makamı’na gönderdiği bir raporda; “Millet yekvücut olup, hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef ittihaz (kabul) etmiştir” şeklinde ifadelere yer vererek, milletin birlik ve beraberliği ile Milli Egemenlik ilkesini Milli Mücadelenin temel dayanağı yapmaya kararlı olduğunun ilk işaretini vermiştir. Milli Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden bu rapor, gerçekte, bir ihtilâl programından farksızdır.
Atatürk için artık tarihi görev başlamış bulunuyordu. Bundan sonra Osmanlı Devleti bir süre adeta iki elden idare edilecekti. Çünkü Atatürk her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul Hükümeti gibi halkı sükûnete değil, tersine onları harekete geçirmeye çalışacaktı. Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve milli teşekküllerle haberleşen, Türk milletini düştüğü kötü durumdan haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan, cemiyetler toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı.
28 Mayıs 1919 Havza: Uyanış
Nitekim 28 Mayıs 1919’da Havza’dan bütün memlekete, askeri ve mülki amirlere, Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetlerine gönderdiği bir genelgeyle İzmir’in işgalini protesto için yurdun her tarafında mitingler yapılmasını, halka felaketin büyüklüğünün anlatılmasını ve bunu köylere kadar yaymalarını istedi. Bunun üzerine memleketin her köşesinde İzmir’in işgaline tepki olarak mitingler yapıldı. İstanbul’da altı miting, Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabalarında toplam 96 miting tertip edildi. İstanbul mitinglerine ve Atatürk’ün Havza’daki faaliyetlerine ilk tepki işgal makamlarının onu İstanbul’a geri çağırmaları olmuştur.
22 Haziran 1919 Amasya: İlk Adım
Atatürk, başlattığı hareketi kişisel olmaktan çıkarıp halka mal etmek ve yavaş yavaş uyanmaya başlayan milli bilinci bir bütün kalıba döküp, tam bir milli kurtuluş mücadelesi başlatmak amacıyla, 22 Haziran 1919’da yayınladığı ve Milli Egemenliğe gidiş planı sayılabilecek Amasya Genelgesi’nde ise, “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ibaresine yer vererek, daha en başta millete olan güvenini ortaya koyarken, aynı zamanda bütün mücadelenin, millet iradesini hâkim kılmak için yapılacağını ve milletin kaderini bizzat kendisinin belirleyeceğini vurgulamıştı. Böylelikle Atatürk aslında Milli Egemenlik ilkesinin gerçekleştirileceğini de açık bir şekilde ifade ediyordu. Genelge, bölgesel değil, bütün ülkeyi içine alacak bir kuruluşu öngörmekte ve bu amaçla bir kongrenin toplanması gereğini belirtmektedir.
Amasya Genelgesi, Milli Egemenliğe dayalı yeni bir Türk devletinin kurulması yolunda atılan ilk adımdır. Türk milletine bu çağrının gerekçesini ve uygulanacak planı açıklamaktadır. Artık yüzyıllardır Türk milletinin kaderine hükmetmiş olan Padişah iradesine karşı ayaklanma başlamıştır. Nitekim Genelge ile birlikte İstanbul’a gönderilen mektuplarda, artık İstanbul’un Anadolu’ya egemen değil, bağımlı olmak zorunda olduğu belirtilmiştir.
Genelge, millet gerçeğine dayanarak alt üst olan düzenin yerine yeni bir düzeni öngörmektedir. “İstiklâl”, bu yeni düzenin parolası, milli iradeye dayanan “Milli Hâkimiyet” ilkesi de gücüdür.
Amasya Genelgesi’nin bir diğer önemi de, Türk Milliyetçiliği akımının, inkılâbın bir temel prensibi olarak değerlendirilmiş olmasıdır. Milliyetçilik Amasya Genelgesi’nden itibaren milli mücadelenin esası, özü, temel yapısı olmuş, milleti harekete getiren, ona milli şuur ve vicdanının sesini duyuran, politik tutumun hedeflerini gösteren prensip olmuştur.
Kısaca, Amasya Genelgesi, Türk İnkılâp Tarihinde, hukuki ve siyasi önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika olması bakımından özel bir değer ifade eder.
Devletin kaderinde, milletin söz sahibi olması anlamını taşıyan Milli Egemenlik ilkesinin, Milli Mücadele dönemi boyunca ve daha sonra da üzerinde durulacak en önemli hususlardan birisi olduğu, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kongreler düzenlenerek, halkın istek ve düşüncelerinin belirlenmeye çalışılmasından da açıkça anlaşılıyordu. Zaten sadece bu kongrelerin toplanması bile, millet egemenliğinin gerçekleştirilmesi yolunda atılmış önemli bir adımdı. Çünkü kongrelerde alınacak olan kararlar, milletin temsilcilerinin görüşleri doğrultusunda ortaya çıkacaktı. Bu da milletin girişilecek olan mücadelede söz sahibi yapılması demekti.
Milli Güçleri Etken ve Milli İradeyi Egemen Kılmak Esastır: Milli Egemenliğe Giden Yolda Mihenk Taşları: Erzurum ve Sivas Kongreleri
Bu çerçevede, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar arasında; “Kuva-yı Milliyeyi âmil ve İrade-i Milliyeyi hâkim (milli güçleri etken ve milli iradeyi egemen) kılmak esastır” ibaresinin bulunması, bütün bu çalışmaların Türkiye’de Milli Egemenliği gerçekleştirmek esasına dayandığı açıktır. Erzurum Kongresi için Atatürk şunları söylemektedir: “Milletin kaderinde söz sahibi olacak bir milli iradenin ancak Anadolu’da doğabileceğini açıklıkla belirttim ve milli iradeye dayanan bir millet meclisi kurmasını ve gücünü milli iradeden alacak bir hükümetin kurulmasını ilk çalışma amacı olarak gösterdim.”
Yine 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılan Sivas Kongresinin sonunda yayınlanan beyannamede de; “İstiklâlimizin temini için Kuva-yı Milliyeyi amil ve Milli İradeyi hâkim kılmak esastır” denilerek, Erzurum Kongresinde bu konuda alınan kararın aynen tekrarlanması, şüphesiz Atatürk’ün bu konudaki kararlılığının bir göstergesi olmuştur. Bu çerçevede, Atatürk’ün Sivas’ta çıkarttığı gazetenin adının İrade-i Milliye ve Ankara’da çıkarttığı gazetenin adının da, Hâkimiyet-i Milliye olması tesadüf değildir.
Bahtı Açık Ankara: Mustafa Kemal’in Ankara’ya Gelişi
Atatürk, Ankara’ya gelişinin ertesi günü (28 Aralık 1920) şehrin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmede şunları söylemiştir:
“Bir millet, varlığı ve hakları için bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz… Bu sebeple teşkilatımızda milli güçlerin etken ve milli iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli Egemenlik.”
Milli Yemin: 28 Ocak 1920 Misak-ı Milli’nin Kabulü
Türkiye’de Milli Egemenlik konusunda atılmış önemli adımlardan birisi de Son Osmanlı Mebusan Meclisinde 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli kararlarıdır. Misak-ı Milli ile her şeyden önce milli ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırları çizilmekle birlikte Türk Milleti, tam bağımsızlık şuuruna erişmiş ve millet olarak asgari haklarını istemiştir. Bu Misak (And), Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarındaki milli kurtuluş programını, milli hudutlarımızı daha geniş ve belirli kılarak tam bir hukuk ve siyaset anlayışı esaslarına oturtmuştur. Misak-ı Milli’nin kabulünden sonra İngilizler 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ederek, Son Osmanlı Mebusan Meclisini de dağıtmışlardır.
Ve Açılış: 23 Nisan 1920 TBMM’NİN Açılışı
İstanbul’un işgaliyle birlikte Osmanlı Devletinin tamamen etkisiz kaldığını ve milletin içinde bulunduğu kötü duruma bir çare bulmasının artık mümkün olmadığını gören Atatürk, milletin kurtuluşunu yine milletin kendisinin sağlayacağı düşüncesiyle ve Milli Egemenlik ilkesinin tam anlamıyla gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla, 19 Mart 1920’de bütün valiliklere, mutasarrıflıklara ve komutanlıklara bir genelge göndererek, Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip” yeni bir meclisin toplanmasını istedi. Bu genelgede yer alan hükümlere uygun olarak yapılan seçimler sonucunda belirlenen milletvekillerinin yanında, İstanbul’dan Ankara’ya gelmeyi başaran milletvekillerinin de katılmasıyla, yeni meclis 23 Nisan 1920’de Ankara’da açıldı.
Eşi Görülmemiş Bir Fedakârlık: İlk TBMM ve Özellikleri
İlk TBMM Türk Milletinin tarihteki mevkiine paralel yüksek seviyeli bir meclisti. Devletin oluşturduğu değil, devleti oluşturan bir meclisti!
İlk TBMM’nin özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1) Meclis her şeyden önce milli bir meclistir; 2) İdealist ve demokratik bir meclisti; 3) Olağanüstü hal meclisiydi; 4) Meclisin temeli ve bekası fedakârlık esasına dayanıyordu ve 5) Kahraman bir meclisti.
Meclis üyeleri tamamıyla Türklerden oluşmaktaydı. I. Meşrutiyet Meclisinde bulunan 130 üyenin 50’si gayr-i müslimdi. Meclisteki Müslüman olmayan üyeler, buradaki konumlarını kullanarak bir takım ayrılıkçı emellerini gerçekleştirme yolunda hareket etmişlerdir. II. Meşrutiyet Meclisinde de durum pek farklı sayılmazdı. II. Abdülhamid Meclisi o dönemde feshetmekle memleketin Meclis vasıtasıyla parçalanmasına engel olmuştur. Açılan yeni Meclis ise kendine ilk isim olarak “Meclis-i Kebir-i Milli” adını yakıştıran ve bu ruhu taşıyan kişilerden oluşmuştur.
Çok zor şartlar altında fakat demokratik yapılan bir seçim sonucunda tesis edilmişti. Halkın sosyal yapısı göz önünde bulundurulursa hemen hemen her kesimden, her tabakadan üye mevcuttu. Çarıklı köylüsü, sarıklı hocası, kalpaklı ve Avrupai kılıklı aydını ile tam bir kucaklaşmanın ve kaynaşmanın görüldüğü, herkesin kendi görüşünü “İstiklal-i tam ve İstihlas-ı Vatan” için hür olarak konuştuğu, seviyeli, seciyeli bir meclis idi.
İlk TBMM’nin yapısına bakacak olursak, tam üye sayısı 390 kişidir. Bunlardan 115 Memur, 61 Hoca, 51 Subay, 46 Çiftçi, 36 Tüccar, 29 Avukat, 15 Doktor, 10 Aşiret reisi, 8 Tarikat şeyhi, 6 Gazeteci, 2 Mühendis, 11 Kişi ise Öğretmen ve diğer mesleklerden idiler. İlk mecliste, bürokratların oranı %43, serbest meslek mensuplarını %20, tarım ve ticaret kesiminin oranı %19, din adamlarının oranı ise %17 idi. Her türlü inanç ve görüşü bünyesinde barındıran bir milli koalisyon görünümünde idi. Tek programları vardı. O da “Misak-ı Milli” denilen müşterek dava, memleketin esarete düşmemesi ve istiklalin kurtarılmasıydı. Bu davada herkes birleşiyordu. Ama bu programın uygulama şekilleri ve safhaları adım adım geliştikçe, memleket meselelerine çareler aranmaya başlanınca tabii olarak farklı görüşler ister istemez kendini gösterdi. Bu farklı görüşleri ileri sürenleri beş grupta toplamak mümkündür. Bunlar, Tesanüt, İstiklal, Halk Zümresi, Islahat Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi idi.
Her demokratik sistemde olduğu gibi, Yasama-Yürütme-Yargı kavramlarını temel güçler olarak benimsemiş, fakat ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü şartlar dolayısıyla bu güçleri kendi bünyesinde toplamıştır. Yasama yetkisini, çıkardığı kanunlar ile kullanan meclis, yürütmeyi bir hükümete veya nazırlar heyetine vermemiş, İcra Vekilleri Heyeti adıyla bir kurul oluşturarak ona vermiştir. Ancak Meclis, vekilleri her an denetleyebilmekte ve gerektiğinde sorguya çekebilmekteydi. Yine Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun çıkışından sonra kurulan istiklal mahkemelerinin reisleri de bu meclis tarafından tayin edilmişti. Böylece meclis, yargı yetkisini de üzerine almış bulunuyordu.
Meclis üyelerinin her biri, eşi görülmemiş bir fedakârlık örneği göstermiştir. Zira onlar fakru zaruret içerisinde var olmaya çalışan bir milletin temsilcileriydiler ve bunun idrakindeydiler. Milletvekilleri Ankara’ya bin bir güçlükle gelebilmişlerdi. Batum mebusu Ahmet Fevzi Erdem, Şavşat halkının topladığı 75 lira ile yola çıkmış Samsun’a 8 günde gelmiş, buradan 4 milletvekili ile bir at arabası kiralayıp yola devam edebilmişti. Ankara’ya geldiğinde ise Meclisin açılışının üçüncü günü olmuştu. Milletvekillerinin büyük bir bölümü Ankara’ya atlarıyla gelmişti. Çoğunun yatacak bir yeri dahi yoktu. Bir kısmı istasyon yolundaki çayırlıkta günlerce sabahlamıştı. Bir yandan sivrisinek, bir yandan yokluk dolayısıyla çoğu sıtmaya yakalanıp yatağa düşmüştü. Meclis, gaz lambası ışığında, saç soba ısınmasında ve Ortaokulun tahta öğrenci sıralarında oturan, gazyağı tenekelerinden kurulu masalarda çalışan komisyonlar ile işliyordu. Meclis başkanının kullandığı tek otomobilden başka motorlu araç yoktu. Sekiz ay maaşsız çalışan milletvekilleri bir yıl sonra 100 lira olan maaşlarının %20’sini bütçe açığını kapamak için yine devlete vermişlerdi.
Sakarya Savaşı sırasında top seslerinin Ankara’dan duyulması üzerine Meclisin taşınma fikri ortaya atılınca Erzurum Mebusu Mustafa Durak Bey’in aşağıdaki sözleri, meclisin heyecan ve ruhunu yansıtması açısından oldukça dikkate değerdir:
“Ordu şehir bekçisi değil, ordu istiklal bekçisidir. Nerede canı isterse orada harbini yapar. Meclis buradan gitmemelidir… Aileleri serbest bırakalım, yalnız biz bugün burada öleceğiz tam o gün gelmiştir. BMM Azaları birer tüfek alsınlar oturduğumuz yerde top patlayıncaya kadar kalsınlar… Buraya kanımızı canımızı feda etmek için geldik… Millete heyecan vermeyelim. Ölürsek ölürüz. Yedi senenin içinde milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarca insandan daha büyük değiliz. Biz de feda olalım.”
Ve Sonuç
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla, Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesi resmen ve de fiilen gerçekleştirilmiştir. Böylece millet kendi geleceğini kendisi belirleme imkânına kavuşmuştur. Bunda da en büyük pay, hiç şüphesiz Atatürk’e aittir.
Atatürk, TBMM’ni açarak en büyük ideallerinden birisi olan, Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesini devletin temel unsurlarından birisi haline getirirken, “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesiyle de, hükümranlık hakkını ve otoritesini sadece TBMM’ne vermiştir. O, böylece bu konuda milleti tam yetkili kılarken, aynı zamanda diktatörlüğe karşı da bütün kapıları kapatmıştır.
Atatürk, Meclisin, Milli Egemenlik ilkesi gereği, milletin kaderine nasıl hâkim olması gerektiğini de, yine mecliste, Saltanatın kaldırılmasıyla ilgili görüşmeler sırasında yaptığı bir konuşmada şu sözlerle ifade etmiştir; “…Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Ali’de (Yüce Mecliste) temsil etti. İşte o meclis, Meclis-i Alinizdir (Yüce Meclisinizdir); Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisidir.”
TBMM’de, Atatürk’ün idealinin gerçekleştirilmesi hususunda üzerine aldığı sorumluluğunun gereğini bugüne kadar en iyi şekilde yerine getirmiştir.
19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla başlayan Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesini gerçekleştirme çalışmaları, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla fiilen gerçekleşmiş ve “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesinin 20 Ocak 1921’de kabul edilen ilk Anayasada yer almasıyla da hukuki anlamda güvence altına alınmıştır. Böylece, Milli Egemenlik ilkesi, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel unsurlarından birisi haline gelmiştir. Nitekim bu ilke, 1924, 1961 ve 1982 tarihli daha sonraki Anayasaların da temelini oluşturmuştur. Ayrıca bu ilke, devlet yönetiminde en üstün gücün millete ait olduğunu ortaya koyması sebebiyle, Cumhuriyetçilik ilkesini bütünler.
Bütün bunları günümüz koşullarıyla karşılaştırdığımızda karşımıza üzücü bir tablo çıkmaktadır. İlk Meclisin ve vekillerin yapısının ve niteliğinin çok farklı olduğunu görüyoruz. Günümüzde acımasızca Atatürk’e diktatör diyenlerin utanmaları gerekir sanırım. Atatürk, bağımsızlık savaşını meclis ile yöneten ve kazanan dünyadaki tek liderdir. Amasya’dan itibaren alınan her kararda çoğulcu bir yöntemi esas almıştır.
Devletin hayat damarı egemen otoritedir, yani yasama organıdır, yani meclistir. Yasama devletin kalbidir. Yürütme de devletin tüm diğer organlarını hareket ettiren beynidir. Beyin felç olduğu zaman insan yine de yaşayabilir ama kalp durduğu zaman hiçbir canlı yaşayamaz. Bu nedenle devlet yasama gücüyle yaşar. Dolayısıyla Atatürk’ün ilk iş olarak 23 Nisan 1920’de niye meclisi açmış olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Sonuç olarak, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!”. Millet iradesinin üstünde hiçbir kuvvet kaynağı yoktur.