21 Aralık 2024 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.
13 Aralık 2024 Cuma
Gümrükten Eşya İthalatında TSE Sonucunu Etkileyecek İşlemler
Ortadoğu'da bahar yaşanacak mı?
Rusya'nın saldırısı meşru mu?
Merkez Bankası'nın Faiz Kararı Ne Olacak?
Gıda atıklarından gübre nasıl üretiliyor?
Enflasyon %20’li Düzeylere İner mi?
Devletlerin birbirlerine karşı savaş hazırlıkları, yirminci yüzyıla kadar yalnızca düşman silahlı gücüne karşı yapılırken, yakın zamandan itibaren söz konusu hazırlıklar tarafların birbirlerinin tüm milli güç unsurlarına karşı yapılmaya başlamış, böylece cephe gerisinde ve cephe savaşı öncesinde bir savaş stratejisi ortaya çıkmıştır. Devletler bu duruma “Topyekûn Savaş” adını vermişler, bu da “Milli Güvenlik” kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Devletler, diğer devletler üzerindeki milli çıkarlarını gerçekleştirebilmek için içeriden ve/veya dışarıdan gereğinde kullanılmak üzere potansiyel tehdit yaratılması için sürekli çabalar sarf edilmiş ve politikalar oluşturulmuştur. Yaratılan potansiyel tehdidin, ne zaman ve nasıl kullanılacağı hakkında politikalar ve stratejiler geliştirilmiştir. Karşıtında ise, karşı potansiyel tehdit ile onun politikası ve stratejisi ortaya konulmuştur. Bu oluşum, tarihi süreç içerisinde de devam etmiştir.
Bu durumda milli güvenlik; devletin anayasal düzenini, milli varlığını, bütünlüğünü, uluslararası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik bütün çıkarları yanında, uluslararası antlaşmalarla tespit edilen haklarını her türlü iç ve dış tehditlere karşı koruması ve kollamasıdır. Kısaca; milli güvenlik, devletin kendisini yıpratmak amacıyla yapılan veya yapılacak olan her türlü faaliyete karşı bir takım tedbirler alması gereğidir.
İnsanlar, çalışma hayatlarında amaçladıkları hedefe ulaşabilmek ve başarmak için bir güç sarf etmek zorundadır. Bu güç, maddi olabileceği gibi, maddi-manevi bir nitelik de taşıyabilir. Kişi hayatında geçeri olan bu ilke, devlet hayatı için de geçerlidir. Dolayısıyla milli güç, bir ulusun, ulusal hedeflerine ulaşabilmek amacıyla kullanılabilecek maddi ve manevi kaynakların toplamıdır. Başka bir ifadeyle, bir devletin, diğer devletler karşısında arzuladığı sonuçları elde etmesini sağlayan imkân ve kabiliyetlerin toplamıdır. Milli güç, siyasi, askeri, ekonomik, nüfus, coğrafi, bilimsel ve teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel güçlerin birleşiminden oluşur. Türk milleti, Kurtuluş Savaşı’nda, milli gücün sıraladığımız bu tüm unsurlarını çok iyi kullanabildiği için başarılı olmuştur.
Anadolu, kabul etmek gerekir ki, dünyanın en önemli jeopolitik ve jeostratejik konumlarından birisine sahiptir. Yer altı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği yanında, genç, dinamik ve kültürel değerleri yüksek bir topluma sahiptir. Bu nedenlerle sosyal, siyasal ve ekonomik açılardan arzulanan noktaya gelen bir Türkiye Cumhuriyeti’nin bölge ve dünya üzerinde oynayacağı rolü takdir etmek hiç de zor olmasa gerek. Dolayısıyla Türkiye açık ya da gizli birçok oyun ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu şekilde yıpratılan Türkiye’nin bir dış saldırı ile sahip olduğu Anadolu’dan mahrum bırakılmak istendiği, kabul edilmesi zor olmayan bir amaçtır. İşte bütün bu oyunların ve amaçların önüne geçmede vatandaşların bilinçli olması gerekir. Dış güçler ile onların ülkemizdeki iş birlikçilerinin toplumumuzda yaratmak istedikleri kavga ortamına karşı bilinçli olmak, birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmek ve yurttaş olmaktan kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirmek durumunda olduğu sürece, milletimizin milli hedefler ile milli menfaatler konularında önemli problemler ile karşı karşıya kalmayacağı açıktır.
Türkiye, son yıllarda demografik yapısıyla bilinçli olarak oynanarak bölünmek amaçlı birtakım faaliyetler ile karşı karşıyadır. Tarihsel kökenleri olmayan bu hareket, sonuçsuz kalmaya mahkûm ise de, Türkiye üzerinde oynanan oyunların ne derece olumsuz yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Türkiye’de görülen yıkıcı faaliyetlerin amacı; laik-demokratik sistemi değiştirmektir. Bu amaçla da yıllardır ülkemizde birtakım faaliyetler yapılmakta ve dışarıdan da desteklenmektedir. Bu yıkıcı faaliyetlerden biri de irticai faaliyetlerdir. Osmanlı Devleti’nin yenileşme çabalarından itibaren başlayan irtica hareketleri, Türkiye Cumhuriyeti’nde artan oranda devam etmiştir. İrticai faaliyetlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik-demokratik yapısını değiştirerek yerine teokratik, yani din esasına dayalı bir devlet kurmaktır. Böyle bir devletin, Osmanlı Devleti’nde ne gibi olumsuz sonuçlar ortaya çıkardığı biliniyorken, günümüzde aynı yönetim biçimine sahip devletlerin yaşadıkları gözlerimizin önünde iken, Türkiye’nin irticai hareketlerle karşı karşıya kalması çok anlamlıdır. Emperyalist güçler, laik-demokratik bir sistemde güçlenen Türkiye’nin, egemenlikleri altındaki ülkelere örnek olmasından rahatsızlık duymaktadır. Şurası açıktır ki, demokratik devletlerin başkaları tarafından sömürülmesi mümkün olamamaktadır.
Anadolu topraklarda bir bütün olarak yaşamak, onu “vatan” kabul ederek “vatanseverlik” duygu ve düşüncesi içerisinde hareket etmek aklın gereği olduğu kadar da mantığın gereğidir. Yakın zaman Türk tarihi göstermiştir ki, dışarıdan kaynaklanan ve içeriden desteklenen tüm hareketler milletimize zarar ve acı vermekten başka bir sonuç doğurmamıştır. Türk milleti, yaşadığı sorunları laik-demokratik sistem içerisinde çalışarak aşmasını bilecektir. Türkiye, iç ya da dış kaynaklı, nedeni ne olursa olsun sorunlarını çözerek her zaman güçlü bir devlet olmak zorundadır.
Bir ülkede yaşayan insanların sayısı, nüfus gücünün başlıca etkenlerinden biridir. Ancak nüfus, devletlerin gücü karşılaştırılırken sadece sayı bakımından ele alındığında, her zaman avantaj veya dezavantaj belirlemez. Ancak, her ne olursa olsun nüfus, potansiyel bir güçtür ve bu bakımdan değer taşır. Başka bir deyimle, planlı ve programlı bir şekilde gelişim sağladıkça, ona paralel biçimde aktif hale gelir ve gerçek bir güç unsuruna dönüşebilir. Türkiye, sahip olduğu genç nüfusu değerlendirebildiği takdirde nüfus gücü açısından milli güce büyük katkıda bulunacaktır. Fakat nüfus artışı, ülke kalkınmasının üzerinde ise ortaya birçok sorunun çıkacağı açıktır. Türkiye, nüfus artışı, ekonomik kalkınmasının üzerinde olan bir ülke olarak başta eğitim, maliye ve işsizlik olmak üzere çeşitli sorunlar yaşamaktadır.
Savaşlarla işgal edilemeyen Türkiye, bugün adına sığınmacı denilen milyonlarca ne olduğu belli olmayan insanın istilası, işgali altındadır. İşte bu durum tam bir milli beka meselesidir. Bu duruma seyirci kalınmasının bir tek izahı vardır… Öyle görünüyor ki, “Şark Meselesi” hortlamıştır. Bu gidişle yakın bir zamanda “Hasta Adam” metaforu da hortlayacaktır. Yine öyle görünüyor ki, orta vadede ülkedeki demografik yapı Türk milletinin aleyhine bozulacaktır. Türk milleti azınlık durumuna düşecek ve tarihte olduğu gibi yine aşağılanacaktır. Ülkenin ise teokratik bir federasyona dönüşebileceği tehlikesi var olacaktır. Bugün tehlike doğudan değil batıdan ve dışarıdan olduğu kadar da içeriden gelmektedir.
Geçmişten günümüze Türkiye üzerinde oynanan oyunlar “Şark Meselesi”nin bir parçasıdır. Zaman içinde adı değişse de özü değişmemiştir; Mesela bugünün Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gibi.
Tarihi kökeni oldukça eski olan ve Avrupa’yı fazlasıyla meşgul eden “Şark Meselesi”ni iki kısımda değerlendirmek mümkündür. Birincisi, 1071-1683 arasındaki dönemdir. Bu dönemde Avrupa savunmada, Türkler ise taarruz halindedir. Bu dönemi kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Türkleri Anadolu’ya sokmamak; 2) Türkleri Anadolu’da durdurmak; 3) Türklerin Balkanlara geçişini önlemek; 4) İstanbul’un Türkler tarafından fethini önlemek ve 5) Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerleyişlerini durdurmak.
Şark Meselesi’nin kabul edilen bu hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu’ya girmiş, Rumeli’ye geçmiş, Balkanları zapt etmiş ve Viyana kapılarına dayanmıştır. Fakat 1683 tarihinde Viyana’da yenilgiye uğramasıyla, Şark Meselesi’nin birinci safhası sona ermiş, ikinci safhası başlamıştır.
Bu safhada; Türkler savunmada, Avrupa taarruzdadır. 1923 yılına kadar devam eden bu safhada ki Şark Meselesi’ni ise kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Balkanlardaki Hıristiyan milletlerini Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak; 2) Kurtulamazlar ise, Hıristiyanlar için reform istemek, Hıristiyan halkları için müdahale etmek; 3) Türkleri Balkanlardan tamamen atmak; 4) İstanbul’u Türklerin elinden geri almak; 5) Başta Anadolu olmak üzere Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıklar için reform yaptırmak, onların özerklik ve bağımsızlık kazanmasını sağlamak ve 6) Anadolu’yu paylaşmak ve Anadolu’daki Türk varlığıma son vermektir.
Görüldüğü gibi gerek Balkan ve gerekse Ortadoğu ve Türkiye ile ilgili tüm sorunların ortaya çıkış sebebi; Şark Meselesi’nin uygulamaya konulması temel düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Günümüzde de Ortadoğu, Filistin, Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Ege, irtica ve bölücülük sorunu olarak mevcut olan Şark Meselesi, jeostratejik ve ideolojik görünümüyle varlığını sürdürmektedir.
Batı daima bir ötekine karşı birleşmiş, bir “öteki” yaratmıştır. Bu “öteki” tarih boyunca Araplar, Ortodokslar, Yahudiler, Ruslar fakat en uzun süre Türkler “öteki olmuştur. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası Batı yeni “öteki”ler yaratma peşinde olmuştur. Batı için, Ruslar ve Türkler tekrar “öteki” olmuş gibi görünüyor.
1990’lar ve 2000’li yıllar dünyada yeni değişmelerin ortaya çıktığı yıllar oldu. Bu yeni değişimin ekonomik ve siyasi olduğu kadar sanat ve kültür boyutu da oldu. Fakat iktisadi ve siyasi nedenleri ağırlıklı olarak bu değişimin lokomotifleri oldu. Yine bu yıllar Batı’nın bütün dünyaya tek boyutlu bir yapılanmayı getirme çabalarının yaşandığı dönemlerdir. Bu tek boyutluluğun oturtulmak istendiği temel de; Batı’nın her alanda egemen olduğu bir dünyanın kurulması yani kapitalizmin egemen olduğu bir dünyanın oluşturulması; başka bir ifadeyle güçlü azınlığın, zayıf çoğunluğa egemen olduğu bir düzen. Zira ulusal politikalar, vahşi kapitalizmin en fazla rahatsızlık duyduğu politikalardır. Bunun sebebi ise çok basittir; ulusal politikalar, ulusal çıkarların korunmasına öncelik tanır. Bu ise çok uluslu şirketlerin ve bunların arkasındaki büyük devletlerin hiç hoşlanmadıkları şeydir.
1990’larda yani Soğuk Savaş sonrasında başlayan değişimin günlük hayata yansımalarını şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Toplumsal ögelerin yerine bireysel ögelerin ağır basması; herkesin kurallarını kendi koyduğu ya da hiç kural tanımadığı bir dünya düzeni. Değerler sistemini yok sayma modası; 2) Teknolojik gelişmenin insana egemen olduğu bir düşünce, kültür, sanat anlayışının yaygınlaşması; insanın, teknolojinin bağımlısı olması; 3) Kaba, basit, maddeci ögelerin öne çıkması; öz yerine biçimin ağırlık taşımaya başlaması; 4) Her şey gridir, her toplum mozaiktir, toplum yoktur-topluluk vardır felsefesinin yaygınlaştırılması; 5) Az gelişmiş ülkelerin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel kimlik bunalımı içine itilmesi.
Günlük yaşama yansımış görünen bu tür hareketlenmeler aslında egemen güçlerin ekonomik ve siyasal tercihlerinin ve politikalarının bir sonucu olarak yaşanmaktadır. Sistemin mantığı ve felsefesi ise çok net ve basittir; sel sularına karşı barajlar kalksın; barajlar, kafalardaki ulusal değerlerdir ve esas amaç da bu değerlerin değiştirilmesine yöneliktir.
Bugün müttefik dediğimiz Batı tarafından her alanda sıkıştırılmakta olan Türkiye’nin bölgesindeki büyük ülkelerle işbirliğini geliştirerek Batı karşısında denge kurması gerekiyor. Zira Batı’nın Türkiye üzerindeki yeni talepleri, Türkiye’ye başka bir seçenek bırakmamıştır. Türkiye bu seçenek ile içinde bulunduğu bölgede yarınını güvence altına alıp, bölgenin güçlü ve büyük bir ülkesi durumuna gelebilir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihi, coğrafi, kültürel ortam, kısaca jeopolitik yapı; Türkiye’nin uzun dönemli çok yönlü ve çok seçenekli, Batı’dan bağımsız politikalar üretmesini gerektirmektedir. Bunun için Atatürkçülüğün temel ilkelerinden olan tam bağımsızlığı, kayıtsız şartsız milletimizin egemenliğini, kısaca Cumhuriyetimizi Atatürk’ün kurduğu şekliyle korumamız gerekmektedir. Zira Türk Devrimi Batı kültürü ile entegrasyonu değil, Batı kültürü ile uyumu aramıştır. Türk Devrimi dinamiktir. Evrimleşerek devam etmekte, canlılığını korumaktadır. İnsan hakları ve hukuk devrimini içeren politik yönü ile gelişmesini sürdürmektedir. Dolayısıyla geleceğimizi bağlamayan, gelişmelerin değerlendirilmesine olanak verecek özgün politik seçenekleri ancak, bağımsızlığımızı, egemenliğimizi koruduğumuz ölçüde gerçekleştirebiliriz. Kısaca ulusal amaçlarımız yönünde gelişmenin en büyük güvencesi bağımsızlığımız ve egemenliğimizdir.
Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında devraldığı mirasa oranla çok büyük mesafeler almasına rağmen henüz istenilen noktaya gelememiştir. Fakat milletimiz, laiklik ve demokrasiye sahip çıktıkça, bilinçli davranıp tahriklere kapılmadığı sürece milli menfaatlerini korumada daha sağlam adımlar atacaktır.