12 Aralık 2024 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.
09 Aralık 2024 Pazartesi
Gümrükten Eşya İthalatında TSE Sonucunu Etkileyecek İşlemler
Büyük Ortadoğu Projesi ve Suriye
Rusya'nın saldırısı meşru mu?
Merkez Bankası'nın Faiz Kararı Ne Olacak?
Gıda atıklarından gübre nasıl üretiliyor?
Enflasyon %20’li Düzeylere İner mi?
1919’da Versay’da devlet adamları dünyayı “demokrasi için güvenli” hale getireceklerini düşündüler. On dört yıl sonra dünyanın büyük bir kısmı Faşist ve Komünist totalitarizmin pençesindeydi. 1939 yazında, hiçbir kristal küre 1945’te neler olacağını göstermiyordu. Avrupa, iki dış süper gücün etkisi altında çorak bir araziye dönüşmüştü.
Ancak yakın tarihten alınan örneklerin gösterdiği gibi, sosyal ve politik olaylar öngörülemezdiler. O halde, savaş mı barış mı, işbirliği mi çatışma mı, birleşme mi yoksa parçalanma mı olacağı konusunda ulusların bundan on yıl, hatta daha uzun bir süre sonra nasıl davranacağına dair kehanetlerde bulunanların vay haline.
Artık var olmayan uluslararası sistemin “açık ve net” olarak bilinenleriyle başlayalım. İki süper gücün egemen olduğu dünya anlamına gelen “iki kutupluluk”, 9 Kasım 1989 ile 25 Aralık 1991 arasında, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile Sovyetler Birliği’nin intiharı arasında ortadan kayboldu. Ancak iki kutuplulukla birlikte uluslararası düzen sistemi de ortadan kalktı. Oysa bu sistemin üç dayanağı vardı:
Birincisi, her zaman hazır olan nükleer ve konvansiyonel güçlerin muazzam yoğunlaşması, her iki düşmana da iki kutuplu çağın temel ilkelerini hatırlatmaya devam ediyordu. İkincisi, iki kutupluluk, kontrol anlamına geliyordu. Tam da büyük güç savaşı karşılıklı yok oluş anlamına geldiğinden, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği, asi müttefiklerin kendilerini savaşa sürüklemeyeceğinden 24 saat emin olmak zorundaydı. İki süper güç irade ve güç mücadelesine giriştiğinde bunu doğrudan yapmamaya özen gösterdiler. Bu nedenle Kore’den Vietnam’a, Afganistan’dan Angola’ya kadar bir dizi küçük savaş yaşandı; burada ABD ve Sovyetler Birliği ya vekillere karşı savaştı ya da yerel destekçileri silahlandırıp desteklerken tamamen dışarıda kaldı. Üçüncüsü, bloklar ve uluslararasında istikrarı sağlayan iki kutupluluğun sağladığı güvenliğe bağlı kalan üyeler, büyük güçleri yabancılaştırmamaya özen gösteriyordu. Kısa süreli bir bağımlılıkla hareket eden daha az müttefik, büyük güçlülerin uyguladığı disiplini kabul etti. Kendi aralarında, dışarıdan gelen güvenlik tehdidi nedeniyle bakmakla yükümlü oldukları kişiler en iyi davranışlarını sürdürdüler.
Dolayısıyla iki kutuplu sistemin çöküşünün Soğuk Savaş sonrası çatışmayı doğurması tesadüf değildi. Eski sistemde, Sovyet yandaşı Saddam Hüseyin, Amerikan kampına sıkı sıkıya bağlı bir mini devlet olan Kuveyt’i işgal etmeye cesaret edemezdi. Çünkü iki kutupluluğun temel kuralı şuydu: Ezeli rakibinizin kritik bir varlığı olana ne saldırın ne de müttefiklerinizin saldırmasına izin verin.
Dünya siyasetinin geleceğine bakmak için öncelikle bir temel çizgi oluşturmaya çalışmalıyız: Bugünkü uluslararası sistemin doğası nedir? Bugün sistem artık iki kutuplu değil ama nedir?
Bazıları bunun, Amerika Birleşik Devletleri’nin en yüksek mevkii işgal ettiği bir piramit gibi “tek kutuplu” olduğunu, diğerlerini yalnızca derece açısından değil kategori açısından gölgede bıraktığını düşünüyor. Diğerleri dünyanın ya “çok kutuplu” olduğuna ya da yakında “çok kutuplu” olacağına inanıyor. Görüntü, aşağı yukarı beş eşit gücün birbirine karşı çıktığı 19. yüzyıl Avrupa’sının görüntüsüdür: Britanya, Fransa, Almanya, Rusya ve Avusturya-Macaristan. Bugünkü halefleri kimler olacaktı? Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Avrupa Birliği, Çin, Japonya ve Hindistan mı?
Yirminci yüzyılın sonunda dünya ne bir Amerikan imparatorluğu ne de Palmerston ve Disraeli’nin, Metternich ve Bismarck’ın aşina olduğu güçler dengesi oyununun yeniden yapımıdır. En iyi şekilde, farklı güç boyutları boyunca farklı türdeki figürlerin önemli olduğu çok boyutlu bir satranç tahtası olarak tanımlanır.
İslam dünyası uluslararası sistemin en yanıcı kesimidir çünkü çok fazla petrol ve çok az su barındırmaktadır, rejimleri halklarına ne demokrasi ne de refah bahşedebilmektedir, kaybedilen ihtişamın ve Batı tarafından aşağılanmanın anıları silinmez bir ideolojidir. Cami ile parlamentoyu birbirinden ayırmak, devletlerarasında ve içinde kaynayan çatışmalar ve hepsinden önemlisi kendisi ile Batı arasındaki güç uçurumunu nükleer silahların kestirme yolu ile kapatmanın cazibesi vardır.
Yirmi birinci yüzyılın kaderini iki paradigmanın mücadelesi belirleyecek. Bunlardan biri yirminci yüzyılın sonlarındaki Berlin-Berkeley Kuşağıdır.[1] Dünya siyasetinin bu imajı, liberal demokrasinin amansız ileri yürüyüşünü ifade ediyor. Refah savaşı gölgede bırakacak, kâr gururu gölgede bırakacak, bireyler kolektif gruplara karşı zafer kazanacak, milliyetçilik stadyumun kenarında duracak ve barışın ödülleri savaşın kazanımlarını gölgede bırakacak. İkinci paradigma ise on dokuzuncu yüzyılın sonları, iyi huylu “son” değil, intikam dolu “tarihin geri dönüşü”dür. Berlin-Berkeley Kuşağı’nın dışında tarih canlı ve iyi durumda. 21. yüzyılda sınırlar içinde pek çok küçük savaş, devrim, terör yaşanacak. İç şiddet, devletlerarasındaki savaşı önemli ölçüde aşacak.
Agamemnon’da Aeschylus, kehanet fikriyle alay eder: “Geleceği geldiğinde bileceksin, ondan önce unut gitsin.” Ancak siyaset aslında kehanet değildir. Kumların Bilgeliği’nde Antoine de Saint-Exupery’nin sözlerini dinleyin: “Geleceğe gelince, göreviniz öngörmek değil, onu mümkün kılmaktır.”
[1] Berlin-Berkeley Kuşağı, 20. yüzyılın ikinci yarısında, Berlin ve Berkeley gibi şehirlerdeki entelektüel ve kültürel etkileşimi ifade eden bir terimdir. Bu terim genellikle felsefe, sanat, edebiyat ve politika gibi alanlarda etkileşim ve değişim yaşanan bir dönemi ifade etmek için kullanılır. Bu dönemde bu şehirlerde bulunan üniversiteler, sanat akademileri ve kültürel merkezler aracılığıyla fikir alışverişi ve etkileşim oldukça yoğundu. Berlin-Berkeley Kuşağı, bu entelektüel alışverişin ve kültürel etkileşimin sembolü haline gelmiştir.