22 Kasım 2024 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.

1xbetbetpasmariobet
a
en iyi rulet siteleri
Doç. Dr. Hacer KARABAĞ ARSLAN

Doç. Dr. Hacer KARABAĞ ARSLAN

28 Ekim 2023 Cumartesi

100 YILIN İZİNDE BİR TARİH YOLCULUĞU

100 YILIN İZİNDE BİR TARİH YOLCULUĞU
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Cumhuriyet kelimesi dilimize Arapça “cumhur” kelimesiyle girmiştir. Dolayısıyla Arapça’da “cumhur” kelimesi halk, ahali, büyük kalabalık anlamına gelir; toplu bir halde bulunan kavim yahut millet demektir. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde cumhuriyet, ulusun egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet şeklidir.

Cumhuriyet” kavramının kökenine indiğimizde, bu terimin Latince “Respublica“dan geldiğini ve ilk olarak eski Yunan’da şehir devletleri olan “Site“lerde kullanıldığını görmekteyiz.  Ancak bu dönemde, sadece yurttaşlar siyasi haklara sahipken, genel halk bu haktan mahrumdur. Roma’da bu kavram, Etrüsk Krallığı’nın yıkılmasının ardından Patriciler tarafından oluşturulan yeni devletin adı olarak benimsenmiştir. Bu yeni devlette yönetimin zirvesinde, “Consulatus” adlı iki konsül bulunmakta, olağanüstü dönemlerde ancak yönetimi tek elde toplamak için diktatör adında bir lider atanmaktaydı. Orta Çağ İtalya’sında zenginleşen “Comune“lerde ise cumhuriyet kavramı, başında Duca ya da Doge (Doc) sanıyla anılan liderlerin bulunduğu şehir devletlerini tanımlamak için kullanılmıştır. Bu şehir devletlerinde, Cives adı verilen yurttaşlar, siyasal haklardan tamamıyla yoksun Plebler ve medeni hakların ancak bir kısmına sahip köylülerle birlikte toplum üçe ayrılmıştı. İtalya’daki “Comune“ler, aristokratların hakim olduğu bir cumhuriyet veya zenginlerin egemen olduğu bir aristokrasi şeklindeydi.

Tarihsel süreçte, hükümet biçimleri genellikle Monarşi, Aristokrasi ve Demokrasi olarak sınıflandırılmıştı. Montesquieu ve Rousseau gibi düşünürler, hükümetlerin nasıl işlediği ve hangi prensiplere dayandığı üzerine derinlemesine düşünceler ortaya koymuşlardı. Montesquieu’ya göre cumhuriyet fazilet üzerine, monarşi şeref duygusuna ve despotluk korkuya dayanıyordu. Atatürk’ün “Cumhuriyet fazilettir” sözü de bu düşünceleri yansıtmaktadır. Rousseau, hükümetlerin toplumsal bir sözleşmeye dayanması gerektiğini vurgulamış, fakat gerçek anlamda bir demokrasinin var olmadığını savunmuştur.

Osmanlı döneminde ise, Fransız Devrimi’nin etkisiyle Yeni Osmanlılar, halkın egemenliği ve demokrasi kavramlarına yeni bir yaklaşım getirmişlerdir. Yalnız halk/millet egemenliği ve demokrasi kavramları Türk düşün hayatına aktarılırken bunlara Türkçe değil Arapça kökenli “Cumhur, Cumhuriyet” denmesi ve İngiltere örneğindeki parlamenter sistem için de “usul-i meşveret” deyiminin kullanılması dikkat çekicidir. Arapça adların yeğlenmesi kuşkusuz ki bu kavramların İslami düşünceye aykırı yani bid’at (uygunsuz) olmadıklarını kanıtlama ya da savunma gereğinin duyulmasına dayanmaktadır.

Osmanlı aydınları içinde halk/millet egemenliğinden yana bir tavır almamakla birlikte halk/cumhur kavramlarının bilincine varan ilk kişi İbrahim Şinasi olmuştur. 20 Ekim 1860’ta yayımına başlanan Tercüman-ı Ahval gazetesine yazdığı mukaddimede, İbrahim Şinasi, içtimai hayatta birçok yasal görevi bulunan halkın sözlü ya da yazılı olarak kendi vatanının yararlarını ifade etmesinin kazanılmış bir hak olduğunu savunmuştur. Ayrıca kendisini himayesi altına almış olan Mustafa Reşit Paşa için Reisicumhur sıfatını kullanması da ilginçtir. Bir diğer önemli isim Namık Kemal, Fransız Devrimi’ne dair bilgilerle birlikte millî egemenliği “halkın hâkimiyeti” olarak nitelendirmiştir. Ancak, cumhuriyeti bir tehlike olarak gören Namık Kemal, halkın hükümdara bağlılık yemini etmesini, yönetimde söz sahibi olması olarak değerlendirmiş ve Hürriyet gazetesinde Rousseau’dan etkilenen bir yazısında da halkın yönetimdeki hâkimiyetinin İslam’ın başlangıcında bir tür cumhuriyet oluşturduğuna vurgu yapmıştır. Ziya Paşa ise cumhuriyeti biraz farklı bir perspektiften değerlendirmiştir. Cumhuriyetçi bir İsviçre kantonu ile Osmanlı yönetimi arasında çarpıcı bir karşılaştırma yaparak, cumhuriyet yönetiminin avantajlarını ve halkın yönetimdeki rolünün önemini vurgulamıştır. Kısacası Yeni Osmanlılar için cumhuriyet/demokrasi, Osmanlı için risk taşıyan bir yönetim şekliydi ve ideal olan parlamenter monarşi veya meşrutiyet yönetimi idi.

Jön Türklerin önemli temsilcilerinden Mizancı Murat, devleti bir şirket gibi düşünerek, ilk aşamada gerçek bir millet veya halk meclisi yerine, farklı kuruluşların temsilcilerinden oluşan sınırlı bir meclis önermiştir. Ancak 1903 yılında yayımlanan “Taharri-i İstikbal” adlı eserinde, gerçek bir meşrutiyet yönetimine geçişin, bütün Osmanlı vatandaşları arasında görev ve sorumluluk eşitliğini gerektirdiğini vurgulamıştır. Mizancı Murat’ın bu formülü, Jön Türkler döneminde, halk/millet egemenliği kavramının meşrutiyet yönetimlerinde de geçerli bir fikir olarak algılandığını göstermektedir.

Batı’daki gelişmeleri ve ülke içerisindeki tartışmaları yakından izleyen Mustafa Kemal’in ise devleti çöküşten kurtarabilmek için çok erken yaşlarda cumhuriyet fikrine yöneldiği görülmektedir. Atatürk’ün sınıf arkadaşı, Asım Gündüz, “Bizler vatan, millet ve Türklük fikrini ilk defa Harp Akademisi sıralarında ondan öğrendik” demiştir. Ali Fuat Cebesoy da sınıf arkadaşım Atatürk adlı eserinde, Atatürk’ün henüz 21 yaşında, 1902 yılında Harp Akademisi’nin birinci sınıfındayken “cumhuriyetçi” fikirler taşıdığını, 1905’te atandığı ilk görev yeri olan Şam’a gitmeden önce arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda, “Asıl dava, yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan önce bir Türk devleti çıkarmaktır” dediğini belirtmektedir. Atatürk, daha 1905 yılında Osmanlı’nın yıkılışını görmüştü ve onun küllerinden yeni ve modern bir Türk devleti çıkarmak istiyordu.

Mustafa Kemal, halk egemenliğini savunarak Millî Mücadele’ye başladığında, temel hedefini “Kuvayı Milliyeyi etkin Milli İradeyi hakim kılmak esastır” şeklinde ifade etmiştir. Bu formül, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde ana ilke olarak kabul edilmiş ve gelecekteki hükümet biçiminin cumhuriyet olacağının dolaylı bir ifadesi olarak algılanmıştır. Özellikle Erzurum’da kongre çalışmalarının başlamasından önce, Mustafa Kemal, Mazhar Müfit Kansu’ya yapılacak dönüşümleri ve adımları yazılı bir şekilde not aldırırken, “Zaferden sonra hükümet biçimi cumhuriyet olacaktır.” ifadesini kullanmıştı. Bu açıklama Kansu’yu şaşırtmış olabilir, ancak Anadolu’daki gelişmeleri yakından izleyen İtilaf Devletleri, Sivas Kongresi toplandığında milliyetçilerin Anadolu’da bir cumhuriyet kurma girişimlerinden endişe duymaya başlamışlardı. İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, Curzon’a gönderdiği raporda Sivas Kongresi’ni bir cumhuriyet teşebbüsü olarak nitelendirmişti ve 22 Eylül tarihli Times gazetesi de Sivas’ta bir Anadolu Cumhuriyeti’nden bahsetmişti.

1923 Nisan’ında seçimleri yenileme kararı alındığında 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun yerine kapsamlı bir anayasa tasarısı hazırlığına da girişilmişti. Böylece cumhuriyet sorunu yeniden gündeme gelmişti. Mustafa Kemal de işte bu sırada 27 Eylül 1923’te Neu Frei Presse muhabirine verdiği demeçte, mevcut 1921 Anayasası’nın bile aslında bir cumhuriyet rejimini öngördüğünü söylemişti. Bu açıklamadan sonra cumhuriyet tartışmaları basına da yansımış ancak kamuoyu ve basın ikiye bölünmüştü. Cumhuriyet tartışmalarının yoğunlaştığı böyle bir ortamda kabine üyelerinin seçimi konusunda başlayan çekişmelerden kaynaklanan bunalım, TBMM Hükûmetine siyasal rejim olarak gerçek adını verme zamanının geldiği kanısını Mustafa Kemal’de pekiştirmişti. Nitekim sorun 36 saat içerisinde Cumhuriyet’in ilanıyla çözülmüştü. 29 Ekim 1923 tarihli Meclis görüşmelerinde kimi milletvekillerinin dile getirdikleri duraksamalar ve eleştirilere en uygun yanıtı “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir. Kime sorarsanız sorunuz bu, Cumhuriyet’tir; doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad kimilerine hoş gelmezmiş, varsın gelmesin.” diyen tarihçi Abdurrahman Şeref vermişti. Saat 20.30’da biten oylamada mevcut 158 üyenin tümü olumlu oy kullanmış ve Cumhuriyet oy birliğiyle kabul edilmiştir. Mustafa Kemal ilk Cumhurbaşkanı seçilirken, İsmet Paşa da O’nun tarafından ilk Başbakan olarak atanmıştır. Haber aynı gece bütün ülkeye yayılmış ve gece yarısından sonra her tarafta 101 pare top atışıyla kutlanmıştır.

1929 yılında Türkiye’de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan bir genelge, eğitim sisteminin yeni kuşakları sadece cumhuriyeti seven bireyler olarak değil, aynı zamanda bilinçli cumhuriyetçiler, demokratlar ve laik vatandaşlar olarak yetiştirmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu genelge, Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhuriyetin değerlerini topluma kazandırma misyonunu pekiştiren bir adım olarak kabul edilmiştir. Atatürk, bu misyonun önemli bir parçası olarak 1931 yılında ortaokullar için “Medeni Bilgiler” kitabının yazım ve denetimini üstlenmiştir. Bu kitap, özellikle Rousseau’dan ilham alarak, halkçılığı ve demokrasiyi iç içe geçiren bir yaklaşımla sunmuş ve en belirgin şekilde de demokrasinin tam anlamıyla cumhuriyetle örtüştüğünü vurgulamıştır. Mustafa Kemal Atatürk, demokrasi ilkesini açıklarken, onun temel niteliklerini de belirlemiştir. Ona göre, demokrasi özünde siyasi bir niteliğe sahiptir, düşünseldir ve bireyin özgürlüğünü korur. Ayrıca, demokrasi eşitlik ilkesini içermektedir; yani tüm bireylerin eşit haklara sahip olması gerektiğini savunmuştur. Bu anlayış, Türkiye’nin demokratik ve eşitlikçi bir cumhuriyet olarak evrimine rehberlik etmiştir.

Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı eserinde Bernard Lewis, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen ve Cumhuriyet’in ilanını da içeren devrimler süreci ile ilgili şu değerlendirmede bulunmaktadır: “Tarihlerinin en karanlık anında, Kemalist Devrim Türk Milletine yeni bir hayat ve umut getirdi, onların enerjilerini ve kendine güvenlerini iade etti ve onları sadece bağımsızlık yolunda değil, daha nadir ve daha değerli bir şey olan hürriyet yoluna sağlamca yerleştirdi.”

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadar geçen yüzyıl, ülkenin önemli bir evrim ve dönüşümünü temsil etmektedir. Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde bir ulusun kendi kaderini tayin etme çabasıyla doğmuştur. Bu çaba, demokrasi, halk egemenliği, laiklik ve eşitlik gibi temel ilkeleri içermektedir. Cumhuriyet, aynı zamanda Türk toplumunu modern dünyanın bir parçası yapma amacını taşımaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı, tarihimizin bir dönüm noktası olacak ve bu önemli kilometre taşı, ülkemizin daha aydınlık bir geleceğe doğru ilerlemesine vesile olacaktır. Cumhuriyetimizin 100. Yılı Kutlu Olsun…