24 Mart 2025 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.
21 Mart 2025 Cuma
Gümrükten Eşya İthalatında TSE Sonucunu Etkileyecek İşlemler
“Tabiata saygı, aklın vicdanıdır” Atatürk
Rusya'nın saldırısı meşru mu?
Merkez Bankası'nın Faiz Kararı Ne Olacak?
Kahve tüketimi neden bu kadar arttı?
Enflasyon %20’li Düzeylere İner mi?
Tabiatın hayatımızda oynadığı rol, farkında olduğumuzun çok çok ötesinde… Beslenme, barınma, sağlık gibi temel ihtiyaçlarımızın karşılanmasından, “biyolojik çeşitlilik” olarak andığımız bitkiler, hayvanlar, kısacası tüm canlılar için üreme ve yaşama ortamı sağlamasına kadar gezegenimizin iklimsel ve çevresel dengesinin devamında çok çok önemli… Yeryüzünde yaşayan 8 milyar insanın varlığı, geleceği, mutluluk ve refahı, büyük ölçüde doğanın varlığı, sağlığı ve devamına bağlı… Doğayı, doğanın insanoğluna sunduğu zenginlikleri korumak demek, hayat demek, sağlıklı insanlar demektir. Bunu hiçbir zaman unutmayalım, doğayı sevelim, doğayı koruyalım.
Doğa sevgisinin yüce bir sevgi, doğayı korumanın bir insanlık görevi, vatan sevgisinin doğa sevgisiyle, toprak sevgisiyle ayrılmaz bir bütün olduğu duygusuna hasredilmiştir. Doğa candır… Onda yaşam buluruz, onda soluklanır, onu koklar, ondan tat alırız, ona açarız ellerimizi, ondan esinlenir, ona sesleniriz, mavinin, yeşilin, tüm renklerin en güzel hallerini onda görürüz, onda buluruz huzuru, onu sevdikçe seviliriz, mutlu oluruz…
Doğa der ki bu canlı benimdir, yalnız güneş veya yaz değil, her bir mevsimim, armağan olan tatlarımı ona sunacak, tüm kederlerine rağmen benimle olduğunda mutlu olacaktır. Yeter ki O, görsün, sevsin, korusun beni, toprağımı, suyumu, ormanımı, ağacımı, her şeyimi, benden beslenen, bende yeşeren, bende saklanan her ne varsa… İşte o zaman canlılık bahşederim ona, tüm ihtişamımla, o ben de can bulur, ben de, şiir olur, destan olur, türkü olur, vatan olurum O’nunla…
Doğanın Sevgi Burçları: Dağlar…
Hiçbir zirvenin yer almadığı dümdüz bir dünya hayal edelim. Böyle bir dünyada ne bugünkü biyolojik ve kültürel çeşitliliğimiz, ne coşkun akan akarsularımız, ne göllerimiz ne de iklimlerimiz olabilirdi. Dünyayı bir kuşak gibi sarmaları bundandır dağların, onlar, yaşam kaynağıdır. Türkiye’nin en yüksek zirvesi, 5137 metrelik Atatürk Zirvesi ile Ağrı Dağı’dır. Destanlara konu olan, adına filmler yapılan, romanlar yazılan, görkemli görünümü, dört mevsim boyunca zirvesinde erimeyen buzulu ile hâlâ bir efsanedir Ağrı Dağı… Evet, efsanelere, savaşlara, aşklara, şiirlere, romanlara, masallara konu olan dağlar, bilgesidir doğanın, göğün direği dağ, yeri bastıran dağ ve Tanrıya giden en yakın yol yine dağ… Varlığın kendisiyle baş başa kaldığı, evrenle buluştuğu yerlerdir dağlar. Ufkunuz genişler yamaçlarında yükseldikçe, deli, uğultulu esen rüzgârlarıyla, ruhunuzda teneffüs edersiniz özgürlüğü, hissettirdiği yalnızlıkla içinizdeki gücü keşfedersiniz zirvelerinde. Çaresiz yakarışların, ayrılıkların simgesidir dağlar, dostluğun, güvenin, cesaretin ve kahramanlığın da…
Kara Toprak: Toprağın Kucağında Yaşam, Yaşam Öykülerinde Türküler Vardır
İnsan ile toprak ayrılmaz bir bütün. Tüm mitolojilerde evrenin doğumu öyküleri hep toprakla özdeşleşmiş, bir tanrısal simge, dinginliğe ilk hareketi veren kuvvet olarak, düşleri süslemiştir. Herkül’ün topraktan güç alan Antaeus’u ancak havaya kaldırdığında, öldürebilmeyi başarması, bir düş, bir mit olsa da, toprağın kuvveti ve değerine dair, binlerce yıl öncesinden günümüze uzanan değişmez gerçeğidir. İyilik, doğurganlık, cömertlik, bereket, saflık, temizlik, söylenenlerin hepsi toprağın, toprak Ana’nın kutsallığına atfedilen değerdir. Geç olmadan gücümüzün gerçek kaynağına, toprağımıza sahip çıkalım. Toprak, hava, su ve ateş… Yaşamı var eden dört ana element, yanında bir de beşinci element, aşk, aşk ve toprak… Yaşamın kaynağı, sonsuzluğun evi… 25 Ekim’de bir ekin zamanı doğan ve yine bir ekin zamanı 21 Mart’ta hayata veda eden büyük halk ozanımız Âşık Veysel’in dediği gibi… Benim Sadık Yârim, Kara Topraktır.
Ekin-Harman: Tohumlar Ekin Olsun, Bahar Olsun, Harman Olsun, Bereket Olsun
Mevsimlerin dönüşümünü ekinlerle anlatır, yaşarız. Ekim’den Mart’a uzanan, bir vedanın ayak sesidir bağ bozumu, sararan yapraklar, kızaran gökyüzü, serin rüzgârlarla, hüzünlü bir tablodur o, Sonbahardır adı… Kış gelir, yağmur, kar altında korunan ekinler, sessizce baharı beklerler, aşağıdan inceden beyazdan, dumanı tüten sıcak tohumlar, ulaşırlar yeryüzüne, filizlenir, boy atmaya başlarlar ilkbaharda, doğa tüm renkleriyle canlanır, adeta bayram yeri coşkusunda. “Vadim O kadar Yeşildi ki” der şair tüm umutlarıyla, yaz gelince olgunlaşır başaklar, ayçiçekleri sevinçle yüzlerini güneşe dönerler, tüm bereketin paylaşımıdır hasat, harmanın yorgunluğunda…
Bizim oralarda harman zamanıdır şimdi, bir telaş, bir koşuşturma sarmıştır hemen herkesi, düşünce gölgelere güneşin gölgesi, bir garip kokar bizim oralarda, harman zamanı ırgatların nefesi ve bir başka olur, yorgun atların kişnemesi, önce otları biçerler, sonra ekini, bir görseniz, ah bir görebilseniz, oralardaki heyecanı, oralardaki sevinci. (Kadir Karaman’ın Harman Zamanı şiirinden).
Ormanlar: Orman yurdun hem süsü hem gücüdür
Ormanda barış, kutsal havalar hüküm sürer, hiç bir ağaç yalnız değildir, şair “bir orman gibi kardeşcesine” demiş onun için, bin yıl geçse de hiç biri birbirinden vazgeçmez asla… Bizler ormanda yılları üzerimizden atar, çocuklaşırız, ormanda görürüz tükenmeyen ebedi gençliğimizi… Rüzgârla gelen kokusunda hissederiz sevgiliyi, bizim bakışımız, sevgimiz belirler çehresini, ruhumuzun renklerine bürünür, yeşil, mavi ya da kara… Masal kahramanlarımızın gizemli evi olmuştur orman, sanatçının ilham perisi, aldığımız nefesin, içtiğimiz suyun, ısındığımız odunun, başucumuzdaki kitabın değişmeyen sahibi, vazgeçilmez yuvasıdır ceylanın, baykuşun, kurdun, yabanın, zümrüt mücevheridir doğanın, orman demek, hayat demek, yaşamı paylaşmak demek… O zaman, bir orman yaratalım hep birlikte…
Çiçekler: Çiçek Tanrının Sanatıdır
Doğanın insana armağanıdır çiçekler, süsüdür tabiatın, sevgilinin kokusudur, neşesidir, tebessümüdür hayatın… Sevdamız, minnetimiz, sevincimiz, mutluluğumuz, hep onlarla sunulur, bazen de boynu bükük eşlik ederler hüzünlerimize. Resimlerini yaptık her birinin, tablolarıyla büyülendik, dantellerimize işledik onları, desen, desen, rengârenk… Kelimeler kifayetsizdir, tarife güzelliğinin kır çiçeklerinin, misafiri olurlar düşlerimizin, hayallerimizin… Mevsimlerden papatyayı severim, sonra seni, sonra yine seni ve hep seni… Sana da kırgınım papatya, bir seviyorum sığdıramadın onca yaprağına. Evet, şairin mısralarında duyulduğu gibi, duygularımız şiirlerde çiçeklerle ses olur, tuvalde renk, renk gül olur, lale olur, sümbül olur, bahçemizde mor menekşe, kırlarda, çayırlarda kırmızı gelincik olur…
Her sabah suya giderken, yar yolunda toprak olsam, toz olsam, lale sümbül mor menekşe gül yârim, sen bir çiçek olsan, ben bir yaz olsam… (Aşık Veysel’den).
Bağ-Bahçe: Salındı Bahçaya Girdi, Çiçekler Selama Durdu, Mor Menekşe Boynun Eğdi, Gül Kızardı Hicabından
Henüz olmamışken ham, buruk, yeşil yeşil, meyveleri kopartılmış ağaçlar vardır. Bir de kuş uçmaz, kervan geçmez bahçelerde, petek petek ballanır meyveler beyhude yere, yarılırlar dudak dudak güneşten baldan, sonra bükülür boyunları bir yanları çürür, olgun bir meyve dalında ne kadar durur, kuş uçmaz kervan geçmez bahçelerde, dağılıp giderler bir bir, bütün bir baharın özü küf kesilir şarabı zehir, ne güç, bir ağaç misali meyve verebilmek, vaktinde açabilmek çiçeğini…
Meyveler: Kara Dut
Ne güç bir ağaç misali meyve verebilmek, koruyabilmek tomurcuklarını kurttan kuştan, yapraklarını kurudan yaştan, ne güç mevsimlere dert anlatabilmek. Sonra kendi ellerimizle devşirebilmek kendi meyvemizi, uzatabilmek insanlara, alın taze taze diyebilmek, sormadan çektiğimiz çilenin hesabını, meyvelerimizin cana değdiğini duymak, “Havva Âdem’i elma ile kandırınca, insanoğlu cennetten kovuldu” derler, acaba onun için mi aşkın, arkadaşlığın, dostluğun paylaşımı oldu elma, bir elmanın yarısı sen, yarısı ben dedik, gökten üç elma düştü, biri senin, biri benim, üçüncüsü kimin bilemedik. Güzeli, güzellikleri onlara atfettik, kimi ozan elma yanaklım, kiraz dudaklım dedi, kimi fidan boylum diye seslendi, bir diğeri de fındıkkıran… Üzüm buğusuna benzettik sevgilinin gözlerini, kimimiz yudumladı, kimimiz tane tane tadımladı, ya da badem gözlü, zeytin gözlü dedik, ya da sevdiğimize, çocuğumuza seslendik. Oyunlar oynadık, saplarından kulağımıza taktık kiraz dallarını, şeker portakalı romanında saflığın acıyla yüzleşmesini öğrendik, çekirdek çitledik keyifli söyleşilerimizde, harman yerinde karpuz kesip serinledik, zeytini ağacını kutsal güzellikte addettik, barış için zeytin dalı uzattık. Serinledik ağaçlarının gölgelerinde, çiçekli hallerini doyumsuz bir güzellik olarak seyrettik, renk, renk, cezbedici halleriyle, kimi ekşi, kimi tatlı, kimi baldan tatlı, yetiştikleri toprağın kokusunu sakladılar içlerinde, mest olduk, çileğin, şeftalinin kokusuyla, reçel yaptık, pekmez yaptık, şurup yaptık, bize çiçekler gibi, doğanın en güzel süsü olarak geldiler, masamıza kondular en güzel halleriyle, onlarla büyüdük, beslendik, hem de onlarla süslendik, püslendik, renklendik.
Karadutum, çatal karam, çingenem/Nar tanem, nur tanem, bir tanem…/Ağaç isem dalımsın salkım saçak/Petek isem balımsın/Gülen ayvam, ağlayan narımsın/Karadutum, çatalkaram, çingenem/Daha nem olacaktın bir tanem. (Bedri Rahmi’nin Kara dut adlı şiirinden).
Toprağa Teşekkür: Vatan Toprağı Kaderine Terk Edilemez
Doğayı sevelim, koruyalım hep birlikte, çünkü o, bizi her zaman kucaklamaya hazır. Vatan sevgisi; o vatanın toprağını, suyunu, ırmağını, ormanını, ağacını, ekinini, meyvesini, buğdayını, harmanını, havasını sevmektir. “Vatan toprağı kaderine terk edilemez” demişti ulu önderimiz… Topraktadır köklerimiz, bağlanmışızdır ona derinden, anayurt deriz, severiz yürekten.
O yurdun, çayırları çocukluğumuz, ormanları gençliğimiz, sonsuz maviliğe yükselen dağları geleceğimiz, havası ortak nefesimizdir. Coşkumuzdur denizleri, yağmurları, çiçekli bahçeleri sevincimiz, bereketidir harman yerimiz. Üstüne basınca hissettiğimiz ne varsa hepsi bizimdir, bizdendir… Topraksız vatan olmaz, doğa sevgisi olmadan da insan… Doğa candır, cana can katar, Türkülere de Canan…
Toprak dedemiz Hayrettin Karaca’yı unutmadık. Ne çok şey söylemişti bizlere, örnek olup ne çok şey anlatmıştı, toprağı sevmemizi istemişti bizden, erozyonla mücadeleye ömrünü adamıştı. “Vatan, yurt sevgisi, toprak sevgisidir”, “Her çocuk bir fidan, her fidan bir çocuk” demişti.
Bahçası var, Bağı var, Ayvası var, Narı var, Atamızdan Yadigâr Bizde ATA BARI Var…
Not: Üstteki güzel metin doğa aşığı Sevgili Arkadaşım F. Rezzan Ünalp tarafından kaleme alındı. Kendisine gönülden teşekkür ediyorum.
Nevruz/Yenigün
Nev (yeni) ve ruz (gün) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen ve Yenigün anlamını taşıyan Nevruz, kuzey yarımkürede başta Türkler olmak üzere birçok halk ve topluluk tarafından yılbaşı olarak kutlanır. Nevruz, bahar, gençlik, emek, güzellik, sevinç ve mutluluk bayramıdır.
Bugün, aynı zamanda, kış mevsiminin bitişi kabul edilen ve gündönümü (gece ile gündüz sürelerinin eşitliği-ekinoks) olarak bilinen 21 Mart tarihine tekabül etmekte, bugünden sonra gündüz süreleri de 21 Haziran’a kadar uzamaktadır. 21 Mart ile birlikte havalar ısınmaya, karlar erimeye, ağaçlar çiçeklenmeye, toprak yeşermeye, göçmen kuşlar yuvalarına dönmeye başlar. Bu nedenle 21 Mart bütün varlıklar için bir uyanış, diriliş ve yaradılış günü olarak kabul edilir. Türklerin bugünü “Bahar Bayramı” olarak kutlamaları bu açıdan önem taşımaktadır.
Bu küçük yazı, Nevruz’un Türk kültür bütünlüğünü gösteren bir sembol, bir Türk bayramı, bir Ergenekon Bayramı olduğunu ortaya koyması yanında, Nevruz üzerinde yapılan siyasi istismarlara, Nevruz etrafında koparılmak istenen fırtınalara bir cevap niteliği de taşımaktadır. Yani bu güzel bahar bayramını siyasete alet etmeyelim. Balkanlardan Orta Asya’ya kadar yayılan bu büyük coğrafyada bırakalım insanlar bu güzel bahar bayramını coşkuyla kutlasın. Bu bahar bayramı bir nevi insanlığın ortak mirasıdır. Doğa ile iç içe yaşayan insanoğlu geçmişten günümüze zamana ve mekâna bağlı kalmaksızın doğa ile ilgili bu tür değişimleri anmış ve kutlamıştır.
Milletleri meydana getiren temel unsurlardan birisi de kültür dediğimiz maddi ve manevi değerlerdir. Bu değerler toplumların sosyal dokusunu oluşturur. Kültür unsurları içerisinde bayramların da önemli bir yeri bulunmaktadır. Bayramlar her millette görülen ve toplumun bütün fertleri tarafından benimsenen, bütün halkın katıldığı ortak değerlerdir. Bütün bayramların dini ve milli bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve doğadan doğduğu bilinmektedir.
Bunlar içerisinde, Nevruz/Yenigün bayramının Türk kültür tarihinde özel bir önemi ve yeri vardır. Nevruz Türk dünyasında “Bağımsızlığın kazanıldığı” kurtuluş günü olarak da düşünülmüş ve bu özelliği ile “Ergenekon Bayramı ya da Bozkurt Bayramı” olarak da kutlanmıştır.
Orta Asya’dan Balkanlara kadar çok geniş bir coğrafyada yerel renk ve inançlarla kutlanan Nevruz, her ulusun kendi kültür değerleriyle özdeşleştirip sembolleştirdiği, özü itibariyle baharın gelişinin kutlandığı coşkuyla karşılandığı bir gündür. Yaşandığı geniş coğrafyada doğa ve çevrenin uyanışının kutlandığı Nevruz Bayramı’nın Anadolu’da ve Türk kültürünün yayıldığı bölgelerde de son derece köklü ve zengin bir geçmişi vardır.
Osmanlı Devleti’nde saray geleneği olarak büyük öneme sahip olan Nevruz Bayramı geniş halk kitleleri tarafından da benimsenmiş ve kutlanmıştır. Bu kutlamalar Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Nevruz’un mahiyetinin coğrafi bir gün ve yılbaşı olmasının yanı sıra, musikiden edebiyata kadar pek çok alanda Türk kültür hayatının içerisine girmiştir.
Türk dünyası Nevruz geleneğini canlı olarak günümüze kadar yaşatmıştır. Bugün, Nevruz Bayramı, Orta Asya’daki Türk toplulukları başta olmak üzere Rusya ve Balkanlardaki Türk toplulukları tarafından da coşkulu bir şekilde kutlanmaktadır. Türkiye’de Valiliklerin resmi düzeyde yaptıkları kutlamalar yanında, üniversitelerde ve yerel idarelerde de Nevruz kutlamalarının geleneksel hale geldiğini söylemek mümkündür.
Nevruz diriliş, uyanış demektir. Türk milleti de bu nevruzla birlikte 23 yıldır uyuduğu ölüm uykusundan uyanacaktır. Nasıl ki Çanakkale’de uyandı, Sakarya’da dirildi ve 30 Ağustos’ta şahlandı ise bugün de üzerine serpilen ölü toprağından silkinip kalkacak, ölüm uykusundan uyanacak ve üzerindeki ataleti atacaktır.
Nevruz bayramınız kutlu olsun. Doğa candır. Saygılarımla…
Göy-Çemen: Mavi giyer bulut olurum, yeşil giyer bahar olurum. Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım
Bahar Gelende Mende
Bitirem Göy Çemende
Men Baharın Gızıyam
Kömleği Gırmızıyam
Uçmaya Yok Kanadım
Menim Laledir Adım
Çölünüzü Bezerem
Elden Ele Gezerem
Başımda Al Şamım Var
Yanağımda Hal’ım Var
Yeyilmerem Acıyam
Çiçeklerin Tacıyam
Uçmaya Yok Kanadım
Menim Laledir Adım
Çölünüzü Bezerem
Elden Ele Gezerem
Şevket Ali Ekberova, Azerbaycan
Toprağa Güzelleme
Dilek
Yurdumda bir evlik toprak isterim,
Yayla olsun, yamaç olsun, düz olsun…
Orada bir ömür kalmak isterim,
Yaz, kış olsun, bahar olsun, güz olsun.
Bir dam altı, gece barındıracak,
Daldan, sazdan yapma bir çardak olsun,
İçinde kütükler yanan bir ocak,
Yünden veya ottan bir yatak olsun.
Çardağı sarmalı bir çiçek dalı,
Salkım olsun, gül olsun, leylâk olsun.
Yakınlarda bir de su bulunmalı,
Deniz olsun, göl olsun, ırmak olsun.
Ekmeğim topraktan, suyum ırmaktan,
Katığım kâh zeytin, kâh peynir olsun.
Mutluluk duyayım nefes almaktan,
Dost güvenilir, düşman bilinir olsun.
Tanrım! Başka bir şey ister değilim,
İçimde ne bir hırs, ne bir kin olsun.
Yolumu beklesin, akşam, sevgilim
Bence güzel, ellerce çirkin olsun.
Munis Faik OZANSOY
Çanakkale Cephesi’ndeki savaş dört aşamada gerçekleşti: Birinci aşama, İngiliz ve Fransız muharebe gemilerinin 19 Şubat’ta başlayıp 18 Mart’ta sona eren başarısız bir deniz harekâtıyla Çanakkale Boğazı’nı geçme denemesiydi. İkinci aşama, İngiliz kuvvetlerinin Seddülbahir’e, Fransız birliklerinin Kumkale’ye, Avustralya ve Yeni Zelanda (ANZAK) Kolordusu’nun da Arıburnu adıyla tanınan Kabatepe’nin kuzeyine yaptığı 25 Nisan çıkarmasıydı. Ancak Seddülbahir’e çıkan İngiliz kuvvetleri birinci günün hedefi olan Alçıtepe’yi ve Kirte köyünü ele geçirememişti. Arıburnu’nda ise durum daha da vahimdi; arazinin sarp yapısından ve son derece iyi savunulmasından dolayı hiçbir ilerleme kaydedilmemiş, birlikler dar yarlara sıkışıp kalmıştı. Üçüncü aşamada, İngilizler 6 Ağustos 1915 günü Arıburnu’nun hemen kuzeyindeki Anafartalar’a çıkarma yaparken aynı anda Seddülbahir ve Arıburnu’nda taarruza geçti. Bu harekât neredeyse başarılı oluyordu, ancak kısa bir süre sonra kilitlenerek durağan bir siper savaşına dönüştü. Dördüncü aşama, yani çekilme aşaması yarımadanın tahliyesine sahne oldu. 19/20 Aralık 1915 geceleri Arıburnu ve Anafartalar, 8/9 Ocak 1916 günleri de Seddülbahir boşaltıldı.
25 Kasım’da yapılan Savaş Konsey’in ilk toplantısında Churchill, ilk defa Çanakkale Boğazı’na kara ve deniz kuvvetleri tarafından ortak bir harekât yapılması fikrini ortaya attı. Churchill’e göre Mısır’ı savunmanın en iyi yolu Osmanlı Devleti’ni hayati bir bölgede tehdit etmekti. Fakat Churchill’in bu düşüncesi Konsey tarafından kabul görmedi. Oysa Churchill bu teklifi önemli bir fırsat olarak düşünmüştü. Çünkü bu dönemde Gelibolu Yarımadası’ndaki Türk askeri varlığı oldukça zayıftı.
Churchill’e göre Osmanlı Devleti üzerinde sağlanacak bir üstünlük Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakacak ve İngiltere’yi hem Mısır’ın hem de Hindistan’ın güvenliği konusunda rahatlatacaktı. Ayrıca Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) savaş gemilerinin etkisiz hale getirilmesi ile Doğu Akdeniz’de İtilaf devletleri rakipsiz kalacaklardı. Fakat Churchill’in bu cüretkâr planları Savaş Konseyi tarafından kabul görmedi.
Fakat savaşın gidişatı Churchill’in düşüncesini destekleyecek bir dizi gelişmeyi de beraberinde getirdi. Bu sırada, (2 Ocak 1915’te), Savaş Bakanı Lord Kitchener, Rus Genelkurmay Başkanı Grand Dük Nikola’dan yardım talebi içeren bir telgraf aldı. Grand Dük Nikola, Rus ordusunun Kafkasya’da başlayan Osmanlı ileri harekâtı karşısında zayıf konumda bulunduğunu belirterek, İngiltere’nin Rusya’nın pozisyonunu rahatlatabilecek ve Türklerin dikkatini Kafkaslardan başka bir yöne çekebilecek gösteri amaçlı da olsa bir kara ya da deniz harekâtı girişiminde bulunup bulunamayacağını sormaktaydı.
Lord Kitchener, baskı altındaki bir müttefiki rahatlatabilecek ama İngiltere’nin Batı cephesindeki savaş gücünü zayıflatmayacak bir güç gösterisi yapılmasını istemekteydi. Bu nedenle de kara gücüne ihtiyaç göstermeyecek bir gösteri harekâtının donanma tarafından yapılmasını hesaplamaktaydı. Fakat Churchill buna karşı çıkmıştı. Ona göre: Çanakkale ancak kara ve deniz ordularının ortak harekâtıyla zorlanabilirdi. Haritaya bakmak bunu anlamak için yeterliydi. Zira donanma kara kuvvetleriyle desteklenmediği takdirde başarısız olacaktı. Lord Kitchener Churchill’e “sen Boğazdan geç, ben adam bulacağım!” demişti.
Bunun üzerine 3 Ocak’ta Churchill Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Carden’e Çanakkale Boğazı’nın yalnızca savaş gemileri ile geçilip geçilemeyeceğini sordu. Amiral Carden, Çanakkale Boğazı’nın sadece savaş gemileri ile geçilmesinin mümkün olamayacağı, bunun ancak çok sayıda ve tipte gemi ile kara birliklerinin katılacağı genişletilmiş bir harekât ile başarılabileceği bildirdi.
Amiral Carden’in Çanakkale planı 4 aşamalıydı. İlk üç aşama Çanakkale Boğazı’ndaki Osmanlı müstahkem mevkilerinin kademeli bombardımanlarla yok edilmesini ve boğazdaki mayınların temizlenmesini, son aşama ise mayın avlama gemilerinin eşlik edeceği filonun boğazı geçerek Marmara Denizi’ne girişini içermekteydi. 12 Ocak’ta Churchill, Amiral Carden’in planına dayanarak Donanma Komutanlığına Çanakkale Harekâtı ile ilgili nihai planların hazırlanmasını ve bu harekât için oluşacak filoya katılacak gücün belirlenmesini emretti. 13 Ocak’ta Savaş Konseyi Churchill’in Çanakkale Harekâtı ile ilgili planını oybirliği ile kabul etti. 15 Ocak’ta Churchill, Amiral Carden’e harekât için hazırlıklara başlamasını emretti.
Oybirliği ile alınmış olmasına rağmen daha başından itibaren hedefsizlik ve anlaşmazlıklar üzerine kurulu olan Çanakkale Harekât planı ile ilgili tartışmalar bitmek bilmemiştir. Gerçekte Çanakkale Harekâtı ile ilgili alınan kararın fazla ayrıntıya girilmeden, acele bir şekilde alındığı bellidir. Henüz Amirallik gerekli planları ve organizasyonları hazırlamamış olduğu gibi karar yalnızca Amiral Carden’in önerisi olan plan üzerinden alınmıştır. Dolayısıyla Çanakkale Harekâtı ile ilgili alınan karar stratejik ve askeri hedefler güden bir yaklaşımdan çok, politik bir karar olarak görülmelidir. Harekât kararının alınması Savaş Konseyi içindeki politik bir çıkmazın çözümlenmesi olarak ortaya çıkmıştır.
Boğaz Muharebesi
28 Ocak’ta yapılan Savaş Konseyi toplantısında Çanakkale Harekâtı kesinleşti. 19 Şubattaki ilk bombardımanın ardından 22 Şubat’ta Donanma Bakanlığı yayınladığı bir bildiri ile Çanakkale Harekâtı’nın başladığını açıkladı. 25 Şubat’ta saldırı yeniden başladığında Londra’da zaferinin kaçınılmaz olduğu düşünülüyordu. Bab-ı Ali (Osmanlı Hükümeti) umutsuzdu, İstanbul halkı kentin bir iki gün içinde düşeceğine inanmaya başlamıştı. Hatta Atina, Bükreş ve Sofya’daki politikacılar bile İtilaf Devletleri’ne yanaşmaya başlamıştı.
Grip olmasına rağmen Churchill zafer kokusu almıştı ve sevinç içindeydi. Başbakan’ın kızı Violet Asquith’e şu itirafta bulunuyordu: “Bu kadar mutlu olduğum için lanete uğrayabilirim. Bu savaşın her an binlerce kişinin yaşamına mal olduğunu biliyorum ama yine de, elimde değil, yaşadığım her andan zevk alıyorum.”[i]
Londra, Çanakkale’de beklediği zaferin politik sonuçlarıyla uğraşmaya başladıysa da, savaş alanında donanma o kadar hızlı ilerlemiyordu. Hava koşulları gemilerin tüm ateş güçlerini kullanmalarını engellemekteydi. 13 Mart’ta Churchill’e gönderdiği telgrafta Amiral Carden, herhangi bir kayıp verilmediyse de mayın tarama işinin ağır Türk ateşi altında tatmin edici bir şekilde yürütülemediğini bildiriyordu.
Sorunun bir kısmı mayın tarama gemilerinin mürettebatının, ateş altında çalışmak istemeyen sivillerden oluşmasıydı. Ancak asıl sorun Amiral Carden’in korkmaya başlamış olmasıydı. Amiral huzursuzdu ne uyku uyuyor ne de yemek yiyebiliyordu. Gemi ve insan kaybı yoktu, ancak gerilime daha fazla dayanamadı ve sinirleri bozuldu. Boğaz savaşının başlayacağı gece, yardımcısına, daha fazla devam edemeyeceği söyledi ve Churchill’den affını istedi. Churchill, hemen Amiral Carden’in yerine yardımcısı Amiral John de Robeck’i atadı ve Amiral de Robeck, 18 Mart sabahı saat 10.45’te büyük saldırıyı başlattı.
Londra sevinçli, İstanbul kaygılı, Çanakkale’deki İngiliz Komutanlığı ise mutsuz ve umutsuz idi. 18 Mart’ta patlayan mayınlar yüzünden uğradığı can ve gemi kaybı Amiral de Robeck’i çok üzmüştü. Bir rapora göre, 18 Mart akşamı günün savaş sonuçları geldiğinde, Amiral de Robeck, “Artık işim bitti sanırım”[ii] demişti. 22 Mart’ta Churchill’e bir telgraf çekip ordunun savaşa girmesi gerektiğini söyledi.
23 Mart’ta Savaş Konseyi, Amiral de Robeck’in raporunu kabul etti. Churchill dehşet içindeydi. Kendisi donanmanın tekrar saldırmasını istiyordu. Türkiye’nin elindeki cephanenin yetersiz olduğunu düşünen Churchill, donanmanın seferden çekilmesi kararına şiddetle karşı çıktı. Ancak Başbakan Asquith Churchill’e onay vermedi.
Zaferden sadece birkaç saat uzakta olan Churchill için zaferin bu kadar yakın olması (eliyle tutacak kadar yaklaşmış olması) kendisine tüm yaşamı boyunca azap verecekti. Parmakları arasından kaçan şey sadece kişisel bir zafer değildi. İçinde büyüdüğü dünyayı kurtarmak için (kurulu monarşilerin ve imparatorlukların tanıdık, geleneksel Avrupa’sının hala yaşıyor olduğu bir zamanda savaşı kazanmak için) son şansıydı.
Bu ayrıca İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Ortadoğu’daki hedeflerine kolaylıkla ulaşması için de kaybedilmiş son şanstı. Bölgede 19. yüzyıl hedeflerinin peşinde koşmaya devam edeceklerse de bundan sonra bunu 20. yüzyılın dostça olmayan ortamı içinde yapacaklardı. “Avrupa’nın hasta adamı” denilen ve ölüme mahkûm edilmiş olan Osmanlı Devleti en son anda hiç beklenmedik bir direniş göstermişti.
Şubat 1915’te Sir Mark Sykes Churchill’e yazdığı bir mektupta bu noktaya işaret etmişti: Beklenmedik saldırılarla şaşırtılabilen “Türkler, düşünecek zaman bırakıldığında her zaman heybetlileşirler.”[iii] İşte o zaman 18 Mart’tan 25 Nisan’a kadar geçen yaklaşık bir aylık zamandı. Kara savaşlarına hazırlık bakımından bu zamanı Türk ordusu çok iyi değerlendirmişti.
Hazırlık bombardımanlarının yapıldığı Şubat ayında Boğazda sadece iki Türk tümeni vardı. Deniz taarruzu başladığında bu miktar dörde çıkarılmış ve nihayet Sir Ian Hamilton çıkarma harekâtına başladığında altı tümene çıkmıştı. Oysa Ian Hamilton’ın çıkarma için elinde sadece dört İngiliz ve bir Fransız tümeni vardı. İngiliz hükümeti Temmuz ayında beş tümen daha göndermeye karar verdiğinde Türk kuvveti de artmış ve on beş tümene yükselmişti.
Öyle ya da böyle değişmeyen bir gerçek var; o da 18 Mart 1915’te İngiliz-Fransız Büyük Armadası Çanakkale Boğazı’nı geçemedi. Daha da önemlisi, denizden geçemeyeceklerini anlayan İngilizler, kara harekâtına karar verdiler ancak bu kez de karşılarında Mustafa Kemal gibi bir askeri dehayı buldular.
Kara Muharebeleri
Kara Savaşları Sir Ian Hamilton için 12 Mart 1915 sabahı Lord Kitchener kendisini beklenmedik bir şekilde Donanma Bakanlığı’na çağırıp herhangi bir açıklama yapmadan komutayı verdiğinde başlamıştı. Bundan sonra Hamilton yanlış ve eski bir haritayla kendisine yol gösterecek başka bir şey olmadan savaş yerine gönderildi. Gelibolu Yarımadası’nı ilk gördüğünde, “Yarımada Lord Kitchener’in küçük haritasında olduğundan daha çetin bir cevize benziyor” demişti.[iv]
İngiliz orduları 25 Nisan 1915 sabahı şafak sökerken Gelibolu Yarımadası’nın birbiriyle bağlantısı olmayan altı kumsalına çıktı. Düşman saldırısının ne zaman başlayacağını bilen ama nerede başlayacağını bilmeyen Türkler bir sürprizle karşı karşıya kalmışlardı ve o gün yenilgiye uğrayabilirlerdi.
Çıkarmanın kuzey ucunda olan Arıburnu, oraya çıkan Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler için de tam bir sürpriz olmuştu. Donanma onları yanlış kumsala çıkartmıştı. Dik yamaçları tırmanınca karşılaştıkları Türk askerleri kaçtılarsa da komutanları Mustafa Kemal, askerleri yeniden topladı. Savaş bütün gün sürdü. Her iki tarafın da üstünlüğü ele geçirdikleri pek çok durum ortaya çıktı. Ancak sonunda Türkler ANZAK birliklerini geri püskürttü.
Gelibolu’nun ucunda diğer birlikler S, V, W, X ve Y kod adlı kumsallara çıkmışlardı. Bu beş sahile yapılan çıkarmalar esas olarak sekiz kilometreden az büyükçe bir çevrede meydana gelen tek bir harekâtın parçalarıydı.
Y’de Türkler yoktu ve birlikler kumsala hâkim olan tepeye çıktılar, ancak ilerlemeye devam edecekleri yerde, komutanın kimde olduğu kargaşası nedeniyle oldukları yerde kaldılar. X’te küçük bir direnişle karşılaşan birlikler de çıktıkları tepede durakladılar. S’de çıkartma birlikleri fazla bir direnişle karşılaşmadılar, ancak onlar da hâkim tepeye çıkmadan kumsalda kamp kurdular.
İngilizler donanmanın destek ateşine aşırı bel bağladığından, ana çıkarma noktası olarak W ve V sahillerini seçmişlerdi. İngiliz donanmasının bu iki sahile aşırı yoğunlaşması, Türklerin doğru bir şekilde ana hedefin bu sahiller olduğu sonucunu çıkarmasına neden olmuştu. Direnişin hiç olmadığı veya zayıf olduğu sahillerin aksine bu iki sahilde karşılaşılan direniş İngiliz birliklerinin moralini bozmuş, cesaretlerini kırmıştır.
Arıburnu’nda ise tüm olumsuzluklara rağmen çıkarma başarıyla gerçekleşmişti. Ancak diğer çıkarma bölgelerinde olduğu gibi birliklerin ilerleme yerine sahilde beklemesi zaferin elden kaçmasına neden olmuştu. Seçilen beş sahilden üçü gün ağardıktan hemen sonra ele geçirilmişti. Dördüncüsü direnişle karşılaşılmadan alınmıştı. Türkler gün boyunca, kıyıdaki on iki İngiliz taburunun karşısına ancak iki tabur asker çıkarabilmişti. Ama buna rağmen İngiliz birlikleri akşam olduğunda sahillerde sıkışıp kalmıştı.
Topların yatık mermi yollu olması ve kıyı gözlemcilerinin bulunmaması sebebiyle donanmanın ateşi etkili olmamıştı. İngilizlerin başarısını etkilen diğer bir önemli etken de ağır topların karaya zamanında çıkarılamamasıydı. 25 Nisan gecesi sahilde sadece dört sahra topu, dört dağ topu ve iki obüs bulunmaktaydı. Buna karşılık Türklerin elinde ise sadece bir batarya sahra topu vardı.
Müttefik kuvvetler o gün sayısal bakımdan üstündü ve bölgedeki küçük Türk garnizonunu imha edebilirlerdi. Ancak 26 Nisan’da yani ikinci gün durum değişmişti. Türk yedekleri gelmeye başladı. Bir anlamda artık her şey sona ermişti. Müttefik güçler için artık Gelibolu’da ucuz bir zafer söz konusu değildi.
ANZAK birlikleri komutanı General Birdwood geri çekilmeyi önerdiğinde Hamilton siper kazılmasını emretti. Hamilton böylece farkında olmadan, başında bulunduğu sefer gücünü yenilgiye sürüklemiş oldu. Zira siper kazmak durumu olduğu gibi sürdürme sonucunu doğuracaktı. Gerçekten de sabit mevzilere karşı yapılan kanlı ve sonuçsuz saldırılarla Gelibolu, batı cephesindeki siper savaşının uzun bir tekrarı olacaktı.
Hamilton, 6 Ağustos’ta Anafartalar bölgesine bir baskın gerçekleştirdi. Fakat ilk taarruz başarısız oldu. İkinci hücum ise birliklerin tecrübesizliği ve daha da önemlisi bölgede bulunan komutanların beceriksizliği ve hareketsiz kalmaları yüzünden fırsattan yararlanamadı. İngiliz çıkarma planı Nisan taarruzundan çıkarılan derslere göre hazırlanmış oldukça detaylı bir plandı. Fakat hatalı koordinasyon ve berbat bir liderlikle boşa çıkarılan muhteşem bir kurmay çalışmasının çarpıcı bir örneğiydi.
Anafartalar taarruzu ya da Ağustos taarruzu Çanakkale Savaşı’nın en büyük muharebesiydi. Zira bu taarruz, liderliğin planlamadan daha önemli olduğunun anıtsal bir örneğidir. Burada, General Hamilton gibi millerce uzakta bir adada bekleyen bir komutan değil, işinin başında duran bir komutan görmekteyiz.
Napolyon’un “Savaşta çok asker hiçbir şey, bir asker her şey demektir”[v] sözündeki o asker (komutan) burada (Anafartalar’da) Mustafa Kemal’di. Bir tarafta enerjik bir hareket, diğer tarafta aşırı bir acziyet hali vardı. İngilizlerin aşırı yavaş davranması, enerji ve liderlik eksikliği çok iyi görülmekteydi. Türkleri takip etmek, hatta teması korumak için hiçbir çaba göstermediler.
Anafartalar’da Türk Ordusu İngiliz Ordusu’nu değil, Mustafa Kemal Hamilton’u yenmiştir. Bu iki komutan yer değiştirmiş olsaydı, çıkarma şimdiki gibi kederli bir bozgun değil, büyük bir başarı örneği olurdu.
Hamilton askerlerini, Türklerle sonuçsuz bir savaşa sokacak biçimde mevzilendirmişti. Türkler siperlerini hâkim tepelerde kazarlarken İngiliz komutanları askerlerine kumsallarda mevzilenme emri verdi. Müttefik güçleri deniz kıyısında bir var olma savaşı vermeye başlamışlardı. Yaşanan liderlik eksikliği bütün planı alt üst etmiş ve felakete uğratmıştır.
Her ne kadar komutanları sömürge savaşlarında küçük birlikleri sevk ve idare etmekte kabiliyetli olsa da büyük savaşlarda büyük birlikleri sevk ve idare etmek için yeterince hazırlıklı olmamasıydı. Ve Çanakkale’de İngiliz planının nihai kusuru cesaret noksanlığı değilse de aşırı özgüvendi.
25 Nisan’da hızlı, baskın tarzında düşünülen çıkarma harekâtı gerçekleşmemiş, siper savaşının getirdiği kilitlenmeyle, sekiz ay süren uzun ve şiddetli bir mücadeleye dönüştü. Çarpışan ordular, sonunda İtilaf kuvvetlerinin yenilgisiyle sonuçlanan bu süreçte ağır kayıplar verdi.
Tarihin En Başarılı Geri Çekilme Harekâtı: Gelibolu’yu Boşaltmak
Savaş Konseyi üyelerinden pek çoğu, çok geçmeden tek çözümün siperleri boşaltmak olduğuna inandılar, ancak Churchill ile Kitchener buna karşı direndiler. Churchill, yenilgiyi asla kabul edemeyeceği için, Kitchener ise İngiliz ordusunun bir Ortadoğu ordusu tarafından yenilgiye uğratılmasının felaket olacağına inandığı için.
Churchill hem Çanakkale savaşını başlatan hem de İngiltere’yi o savaşta yenilgi üstüne yenilgiye uğratan insan olarak görülüyordu. Boğaz Savaşı Nisan’dan sonra Donanma Bakanlığı’nın operasyonu olmaktan çıktıysa da, devam eden kayıplardan ve Gelibolu’da umutsuzca süren savaştan Churchill sorumlu tutuluyordu. Kitchener öylesine saygındı ki, basın, kamuoyu ve parlamento yapılan budalaca yanlışlıklardan onun sorumlu olduğunu kabul edemiyordu.
Donanmayı Gelibolu saldırısına tek başına gönderme planının Lord Kitchener’e ait olduğu, Savaş Konseyi dışında pek bilinmiyordu. Karar için Churchill suçlandı. Gelibolu’daki subaylar da daha önceki deniz saldırısının Churchill’in bir gösteriş hamlesi olduğunu düşünüyordu.
Churchill’e her yandan hakaret yağıyor, politik durumu giderek kötüleşiyordu. 14 Mayıs’ta Churchill ile İngiltere’nin en büyük denizcisi, Donanma Komutanı, Lord Fisher arasındaki bir tartışma olayları kopma noktasına getirdi. Churchill, Donanma Bakanlığı’ndan alındı ve kendisine yetkileri sınırlı bir devlet bakanlığı verildi.
Churchill’in eşi, yıllar sonra Lloyd George’dan “Galli hilekâr”, Churchill’in mesleğini yıkmış olan bir Yehuda olarak söz etmiştir. Churchill’in kuzeni Marlborough Dükü de 24 Mayıs’ta gönderdiği bir notta, “Lloyd George senin canına okudu” diyordu.[vi] Churchill’in kendi sözleri ise şöyleydi: “Politik bir entrikanın kurbanı oldum. İşim bitti artık!”
Lloyd George ise Çanakkale Savaşı’nı hep Churchill’in suçu olarak görmüştür. Churchill’in Bakanlıktan ayrılmak zorunda olduğu ortaya çıkınca şöyle demişti: “Bu, savaşı yıllardır sürdüren bir insana İntikam Tanrıçasının verdiği yanıttır. Savaş geldiğinde bunu kendisi için bir büyüklük fırsatı olarak gördü ve binlerce kişiye getireceği güçlük ve sefalete hiç aldırış etmeden riskli bir sefere girişti.”
Yeni hükümetin önündeki acil askeri sorun Çanakkale seferi konusunda ne yapılacağıydı. Savaş Konseyi, Çanakkale Komitesi adını alarak konuyu görüşmek üzere ilk toplantısını 7 Haziran 1915’te yaptı. Muhafazakâr Parti Lideri Bonar Law ya seferden vazgeçilmesi ya da zaferi garanti etmek için Gelibolu’ya yeterli destek gönderilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak Kitchener Türklerin Gelibolu’da kaç askeri olduğunu bilmediği gibi kazanmak için ne kadar İngiliz askerine gerek olduğunu da bilmiyordu.
Yapılması gerekenler konusundaki konuşmalar sonbaharın sonlarına kadar sürdü. Kabine’nin görüşü Gelibolu’dan çekilme yönündeydi; çünkü Kitchener başarı vaat eden bir alternatif önerememişti. Durumu sona erdirmek istemesine karşın, çekilmenin “İmparatorluk tarihinin en feci olayı olacağını” düşünüyordu.[ix]
Kabine, Kitchener’in onayı olmadan ve savaş alanındaki Hamilton da umutlu kaldıkça, Gelibolu’dan çekilme emrini vermekte istekli değildi. Oysa Gelibolu kıyılarında durum umutsuzdu. Sonunda Hamilton görevden alındı. Yeni İngiliz komutanı durumun umutsuz olduğunu hemen gördü ve derhal çekilmeyi önerdi. Ancak sorun her zaman olduğu gibi Lord Kitchener’di. Gerçekten de Kitchener gidip de savaş alanını kendi gözüyle görünce Gelibolu’dan çekilmek gerektiğini kabul etmek zorunda kaldı. Ve 1916 yılı başında seferin en başarılı operasyonu olan boşaltma işleri gerçekleştirildi. Geri çekilme emri, Arıburnu ve Anafartalar’da 19/20 Aralık 1915 gecesi ve Seddülbahir’de 8/9 Ocak 1916 gecesi yerine getirildi.
Sonuç
Çanakkale, İngiltere için yazgısı baştan belli olan bir cepheydi. Çünkü hiçbir rasyonaliteye dayanmıyordu. Daha çok duygulara hitap eden bir cepheydi. Çanakkale harekâtı, gerekli strateji ve taktikler profesyonelce değerlendirilerek değil, daha ziyade arzu giderme dürtüsüyle girişilen bir harekâttı. Peter Hart’a göre Çanakkale harekâtı kötü şans ve yetersiz komutanların mahvettiği parlak bir fikir değil, asla başarılı olamayacak bir karmaşalar dizisiydi. Çanakkale harekâtına ilişkin düzgün bir kurmay değerlendirmesi yapılmış olsaydı harekât başlatılmazdı bile.
Yine Peter Hart’a göre[x], Çanakkale’ye yönelik İngiliz tutumu, romantik klasisizm süzgecinden geçmiş bir hüsnü kuruntu yaklaşımıydı. İngilizlerin aksine Fransızlar, akıbeti belli Çanakkale harekâtını her zaman önemsiz göstermeye çalıştılar. Çanakkale, sonunda Batı Cephesinde karar verilecek küresel bir çatışmada yalnızca küçük bir cepheydi, birçok cepheden sadece biriydi. Savaşın kaderinin belirleneceği ve Alman ordusunun yenileceği yer Batı Cephesiydi.
Harekât boyunca İngilizler Türklerin sayısal gücünü abartırken, aynı zamanda Türk askerinin kolektif askeri becerisini ve kararlılığını küçümsediler. Başarısızlığın kanıtları yığılınca, geleneksel tepki herkesi suçlamak oldu. Benim dışımda herkes hatalı havası oluştu. Oysa Çanakkale’de komuta kademesinin her düzeyinde hatalar yapıldığı inkâr edilemez. Operasyon planlaması acınacak durumdaydı. Komuta ve kurmaylık düzeyindeki bu askeri yetersizlik ve amatörlük ölüme mahkûmdu.
Peter Hart’a göre Çanakkale amacına ulaşamayacak bir çılgınlık, sersemce düşüncenin ürettiği bir ahmaklıktı. 1915’te İngilizler kolay yoldan zafere ulaşmayı amaçlayan bir dizi askeri maceraya giriştiler. Bu maceralardan en fazla yenilgiye mahkûm olanı, en yersizi Gelibolu Yarımadası’na yapılan saldırıydı.
Sonuç olarak, gerçekçi hedeflerden yoksunluk, tutarlı plandan yoksunluk, deneyimsiz birlik kullanma, haritaları ve istihbaratı anlayamama ya da yeterince anlatamama, yetersiz topçu desteği, yetersiz lojistik ve tıbbi düzenlemeler, düşmanın küçümsenmesi, kolayca kopan iletişim, yetersiz yerel komutanlar ve üstüne üstük, acımasız yenilgiye yol açan yersiz özgüven bolluğu İngilizleri Çanakkale’de hezimete götürmüştür.
Ancak Gelibolu, 20. yüzyılın en önemli iki şahsiyeti için kader anı olmuştur: Donanma Bakanı Winston Churchill ve o sırada Türk ordusunda bir subay olan Mustafa Kemal. Churchill şansını çok fazla zorladı ve sonunda stratejik yetersizliğinin korkunç sonuçlarından ötürü saygınlığını yitirdi. Mustafa Kemal için Gelibolu bir fırsattı. Savaş sonrasında Atatürk olarak Türkiye’nin başına geçmesini olanaklı kılacak askeri becerilerini ve liderlik üslubunu Çanakkale’de göstermişti.
İtilaf Devletleri 25 Nisan 1915’te yaptıkları sürpriz saldırıyla kolay ve kansız bir zafer kazanabilirlerdi; ancak 259 gün sonra (8,5 ay sonra) Çanakkale’nin kana bulanmış kumsallarından yenilgiyle çekilirken, tarihin en pahalı askeri çatışmalarından birini kaybettikleri ortaya çıktı. Her iki yanda yarım milyon asker savaşmıştı ver her iki taraf da çeyrek milyon kayıp vermişti. Bu durum aynı zamanda geleceğin de bir habercisiydi; geri kalmış sanılan bir Asya ordusu modern bir Avrupa ordusunu yenmişti. Mustafa Kemal savaşın dehası olacak, taktik durumu ve geleceği görebilen bir komutan olduğunu kanıtlayacaktı.
İngilizler çıkarmanın ve ikmal işlerinin küçük ayrıntıları içinde öyle sersemlemişlerdi ki, karaya çıktıktan sonra harekete geçmek yerine altın değerindeki dakikaları hatta günleri boşa harcamışlardı. Basil Liddell Hart’a göre taarruzu, direnişten ziyade yorgunluk başarısızlığa uğratmıştı. Yorgunluk ve uykusuzluktan bitkin düşen birlikler, taarruzu idame ettirecek enerjiye sahip değildi. Birlikler karaya çıktıktan sonra ziyan edilen zaman ve kaçırılan fırsatlar, halkın Çanakkale Savaşları hakkındaki romantik tutumu nedeniyle görülememişti. Kaybedilen fırsat yeniden elde edilebilir miydi? Bu soruya tarihin cevabı “evet” idi.
Kaybedilen zamanın ve kaçırılan fırsatların farkına varan tek adam, açıkta demirlemiş bir gemide bulunan General Hamilton’dı. Ancak Hamilton çıkarmanın harekât yetkisini 29. Tümen komutanı Hunter-Weston’a devretmiş ve yetkisinde hiçbir ihtiyat bırakmamıştı. Dolayısıyla Hunter-Weston’a tavsiye niteliği dışında müdahalede isteksiz olması bir bakıma doğaldı.
Almanlara göre İngilizler başarılarından azami ölçüde yararlanma yeteneğinden yoksundu. Taktik çatışmalar sırasında doğru anları çoğunlukla kaçırırken muharebede yakaladıkları fırsatları da değerlendiremediler. Bunun nedenleri uyguladıkları yöntemelerdi. İngiliz emirleri olağanüstü küçük ayrıntılara kadar inmekteydi. Her şey önceden dikkatli şekilde düşünülmüş, süreler önceden belirlenmiş, düşman hattına ulaşılan ana kadar kontrol altında tutulmuştu. Alt düzey komutanlar muharebe sırasında verilen emirlerin dışına kesinlikle çıkmadılar. Bu yüzden anlık istihbaratın yarattığı fırsatları kaçırdılar, savaşın bütün yöntemlerini, yollarını ve kurallarını bilinçli bir şekilde kenara ittiler. Oysa zafer, ancak enerjik bir şekilde ileri atılmakla kazanılabilirdi.
Nihayet gerek taarruz gerekse savunmada, kritik mevkilerde seçilmiş subayların kullanılması büyük önem taşımaktadır. Anafartalar’da Türk Ordusu İngiliz Ordusu’nu değil, Mustafa Kemal Hamilton’u yenmiştir. Bu iki komutan yer değiştirmiş olsaydı, çıkarma şimdiki gibi kederli bir bozgun değil, büyük bir başarı örneği olurdu.
Türkiye ise, Çanakkale Savaşları sonunda artık yıldızı sönmeye başlayan Enver Paşa yerine Mustafa Kemal’in doğuşuna tanık oluyordu. Bu büyük komutan kısa bir süre sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak ve Çanakkale’nin “Sarı Paşası” Türk halkının gönlünde ve gözünde “Kurtarıcısı” olacaktı.
Çanakkale Zaferimizin 110. yıldönümü kutlu olsun… Şehitlerimizin ruhu şad olsun.
Bir hekim olan ve onun ötesinde birçok alanda yeni Türkiye Cumhuriyet’ini gururla temsil eden Besim Ömer Paşa gelenekselden bilimsele doğru değişen sağlık uygulamalarını ülkeye kazandıran ilklerden biridir. Ülkelerin gelişmesinde önemli kilometre taşlarından biri olan anne ve bebek sağlığı hizmetleri onun eseridir. Türkiye, Besim Ömer Akalın gibi yurtsever değerli hekimlerin emekleri sayesinde bazısı hala güncelliğini koruyan sağlık uygulamalarına sahip olmuştur.
Kanuni Sultan Süleyman’ın söylediği “Yurt içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözünden de anlaşıldığı üzere sağlık insan ve toplum hayatında en önemli unsurdur. Hele yaşamın başlangıcında bireyleri dünyaya getiren annelerin ve uluslararası camiada ülkelerin gelişme kriteri olarak kabul edilen çocuk sağlığının güvence altına alınması tartışılmaz bir gerekliliktir.
Besim Ömer Paşa, Osmanlı’nın yetiştirip yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne emanet ettiği en önemli tıp insanlarından biri olarak modern sağlık hizmetlerinin alt yapısını oluşturan ve etkileri günümüze kadar gelmiş bir kişidir. Toplumun devamını sağlayacak iki önemli unsur olan kadın (anne) ve çocuk sağlığı üzerine uzmanlık yaparak ülkede geleneksel uygulamaların yerine bilimsel uygulamaları kabul ettirmiş, doğumhane ve ebelik kurumunu kurumsallaştırmış, çeşitli hastalıklarla mücadele eden genç devletin vatandaşlarına büyük hizmetler sunmuş bir entelektüeldir.
Ülkemiz tıp fakültelerinde tıp tarihi öğretimi verilmemekte ve eğer bu yapılıyorsa da yeterli olamamaktadır. Cumhuriyetin 100. yılını doldurduğu şu zamanda bile çocuk bakımı, yetiştirme ve doğum eylemlerinde geleneklerin ve cehaletin hatırı sayılır düzeyde etkisi devam etmektedir. Bir devletin vatandaşlarına götürmesi gereken temel hizmetlerden biri sağlık alanında yapılanlardır. Toplum ve birey sağlığı ne kadar güçlü ve iyiyse o ülkenin kalkınması ve ileri gitmesi de daha hızlı olacaktır, başta koruyucu sağlık hizmetleri olmak üzere sağlık sektörünün ehil ellerde planlanması ve bu önemli görevin liyakatli kişilerce yerine getirilmesi toplum sağlığını iyileştirecektir. Gelenekselden bilimsele doğru değişen sağlık hizmetleri devletin her alanda kalkınmasının gerekli şartıdır.
Besim Ömer Paşa 1862 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Nardalı Ömer Şevki Paşa’dır. 1838’de bugün Arnavutluk’ta bulunan Narda kasabasında doğmuş ve sürgün edildiği Sinop’ta 1902 yılında ölmüştür. İlk Mebusan Meclisine seçilmiş ve Sinop Mutasarrıflığında bulunmuştur. Annesi Afife Hanım, Priştineli Mutasarrıf Mehmet Yaşar Paşa’nın kızı ve Üsküp Mutasarrıfı Abdurrahman Paşa’nın kız kardeşidir. Besim Ömer Paşa’nın görevlerindeki başarılarına binaen güzel bir evlat yetiştirdiği için kendisine ikinci rütbeden şefkat nişanı verilmiştir.
Besim Ömer ilk tahsilini Priştine’de yapmıştır. Sonra Kosova Mülki Rüştiyesine devam etmiş ve İstanbul Gülhane Askeri Rüştiye’sinden mezun olmuştur. Bilahare Kuleli Askeri İbadi’sine giren Besim Ömer 1879’da mezun olup Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’ye girmiştir. Besim Ömer, bu mesleği seçmesinde anne ve babasının doktorlara duyduğu sevginin payı olduğundan bahsetmiştir.
Mekteb-i Tıbbiye’yi 1885’te yüzbaşı rütbesi ile bitirmiştir. Haydarpaşa Tatbikat Hastanesi’nde yüzbaşı olarak görevliyken kendi isteğiyle Yunanistan sınırında bulunan Serfice’ye de yüzbaşı rütbesi ile askeri hekim olarak görev yapmıştır. Bu esnada tifoya yakalanarak İstanbul’a dönmüş, Tıbbiye’de açılan sınava girerek o zamanlarda Mekteb-i Tıbbiye’de Fenn-i Kibâle (Ebelik, çocuk doğurtma ilmi) hocası olan Vahit Bey’in yanında Fenni Kibâle hoca yardımcısı olmuştur. 1887’de Fenn-i Velade (Doğum Bilimi) ve Püerikültür’de uzmanlaşmak üzere Paris’e gitti. Paris’te, Ebe Mektebi direktörü olan Prof. Budin ve Prof. Pinard’ın pratiklerini ve derslerini takip etti. Asistan olarak çalıştı. Prof. Dr. Budin’in doğum kliniği ders notlarını Türkçe’ye çevirdi ve 1896 yılında bastırttı.
1888 yılında Mekteb-i Tıbbiye Fenn-i Kibâle hocası Vahit Bey’in ölümü sebebiyle yerine Besim Ömer tayin edildi, o sırada Besim Bey Paris’te idi. Acele olarak yurda dönmesi istendi. Fakat Besim Ömer Bey oradaki eğitim ve kültür ortamını bırakmak istemediği için görevinden çıkarılmayı göze alıp, Paris’te eğitimi bitirerek 1891’de İstanbul’a döndü. 1891’den itibaren Mekteb-i Tıbbiye’de Vahit Bey’in verdiği dersleri; sonraki yıllarda da kadın ebelere, ebelik ve doğum derslerini vermeye başlamıştır.
Besim Ömer’i yalnızca mesleğine bağlı, başarılı bir öğretim üyesi olarak görmek, yaptıklarını anlatmakta eksik kalır. Zira Besim Ömer, yaşadığı çağa paralel olarak kendisini yetiştirmeye çalışmış, milletini seven bir kişi olarak halka hizmet edebilmek için emek harcamıştır. Besim Ömer’in ön ayak olduğu tüm çalışmaların ana fikri halkın yaşam kalitesini iyileştirmek olmuştur. Besim Ömer, kadın hastalıkları ve doğum konusunda uzmanlaşmışsa da halk sağlığında da son derece etkin bir rol oynamıştır. Toplum sağlığı çalışanlarını eğitmiş ve bununla ilgili birçok eser kaleme almıştır.
“Ebelerin Ebesi” unvanı verilen Besim Ömer, ideal ebenin profilini de belirledi. Buna göre, ebeler sırdaş olan, sosyal sınıf gözetmeksizin her çağrıldığı yere giden, öğrendiklerini anlatarak halkı kocakarı önerilerinden uzaklaştıran kişiydi. Besim Ömer’in çabalarıyla ebelik profesyonel bir meslek oldu.
1913-1914 yıllarında kadınlara hastabakıcılık dersleri ve koruyucu hekimlik hakkında eğitim vermiştir. Hastabakıcılık hem nazari hem de uygulamalı eğitime bağlı bir ilim, uygulama, müşahede ve tecrübe kazanma yolunun hastane olduğu idrak edilmiştir. Günün şartları sebebiyle ilk yardım çok büyük önem taşımaktaydı. Her zaman hekim bulamadıklarından, Osmanlı’da rehber niteliğinde el kitapları yazmak Osmanlı’da adeta gelenekti. Ancak ilk yardım konusunda kadınlardan beklenti vardı. Besim Ömer Paşa hastabakıcılık kitabında ilk yardım kaide ve kurallarını anlatmıştır.
Özet olarak, Besim Ömer vasıtasıyla ebe sınıfı ile gerek sağlık sahasında gerekse diğer sahalarda kadınların eğitim süreci de başlamış oldu. Sağlık alanında çalışacak kadınların eğitilmesi için yine çok uğraş veren kişi Besim Ömer Paşa’dır. Bundan dolayı kendisine Osmanlı Devleti’nde modern ebeliğin kurucusu dersek yanlış olmaz. 1911’de iki adet Ebe Okulu açtı. Ne yazık ki bu okullar I. Dünya Savaşı sebebiyle kapatıldı. Daha sonra yine Besim Ömer Paşa’nın çabalarıyla 1925 yılında ilk hemşire okulu Hilal-i Ahmer Hemşire Mektebi adıyla açıldı.
Besim Ömer Paşa, Osmanlı’da modern çocuk hekimliğinin de kurucusudur. 1891’den itibaren doğum eğitimini verirken prematüre ve yenidoğanlar mevzuunda da ders vermiştir. Bir taraftan Askerî Tıbbiye’de kadın doğum kliniği hocalığı yaparken,1896’da yurt sathında sağlıkla ilgili tüm idari işlerden mesul olan Meclis-i Sıhhiye-i Umumiye ile Sivil Tıp Okulu’nun başına geçti. Meclis-i Tıbbiye-i Mülkiye üyeliğine de tayin edilen Besim Ömer Paşa, 1908’de bu iki kurumun da başkanı oldu. Kendisine verilen görevlerdeki başarılarına binaen 15 Mart 1899’da ikinci rütbeden Osmanlı Nişanı verildi. 1900’de mirliva (tuğgeneral) oldu. 1914 yılında Tıp Fakültesi Reisi (dekanı) seçildi. İstanbul Darülfünununun ilk rektörü olarak görev yaptı.
Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) 1917 yılında onun girişimleriyle kuruldu. 1918’da Veremle Mücadele Osmanlı Cemiyeti’nin başkanlığına getirildi. Verem Tehlikesi ve Veremle Mücadele adlı risalesi, veremle savaş sahasında yayımlanmış ilk broşürdür. Dişlerin korunması, zayıflık ve şişmanlık, tütün, içki, deniz banyoları, kaplıcalar ve ilk yardım gibi birçok konuda kitabı yayımlandı. Çağdaş Kadın-Doğum hekimliğini, anne çocuk sağlığı için gereken tedbirleri yayınlarıyla geniş halk kesimine ulaştırdı. Kendi dalı ile ilgili kitapları Fransızcadan Türkçeye çevirerek tıp literatürünün meydana gelmesine çalıştı. Ayrıca Türk Tıp Tarihi Kurumu’nun da kurucularından oldu. Çok yönlü kişiliği ile takdire şayan bir karakter olan Besim Ömer Osmanlı Devleti’ni uluslararası platformlarda başarıyla temsil etmiştir.
Hilâl amblemini Kızılhaç’a kabul ettirmemiz Besim Ömer Paşa’nın gayretleriyle Haziran 1907’de Londra’daki Kızılhaç toplantısında gerçekleşti. Her ne kadar toplantıdaki bir delege haçın dini sembol olmadığını söylese de Paşa, Müslümanların haçın haç olduğunu bildiklerini ve ecdadı haç ile mücadele eden bir millet için haçın rencide edici bir simge olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine hilâl sembolü resmen kabul edildi.
Besim Ömer Paşa, 1912’de Washington’da toplanacak IX. Uluslararası Kızılhaç konferansına Osmanlı Devleti’ni temsil etmek için görevlendirilmişti. Washington’a tavsiye üzerine ünlü Titanik gemisi ile gitmeyi planlamıştı. Gemi İngiltere’nin Southampton limanından hareket edecek ve Washington’a varacaktı. Besim Ömer Paşa, Fransa’nın Calais limanına gelmişti. Gemiye yetişmesi için yeterli zamanı vardı, fakat sis nedeniyle hiçbir deniz taşıtının hareket edememesi üzerine gemiye binemedi. Böylelikle belki de Besim Ömer Paşa’nın hayatı kurtuldu.
Günümüz uzman hekimlere bakıldığında, bilgiye bu kadar ulaşılabilen bir çağda kitap yazan hekim sayısı ne kadardır sorusunun cevabı “Besim Ömer’in yazdığı kitap sayısından kesin azdır” olacaktır. Besim Ömer yazdığı kitaplarla ve verdiği tıp eğitimi ile modern tıbba büyük katkı sağlamıştır. Ebeliğin kurumsal hâle gelmesinde önemli rolü vardır. Muhtelif dergi ve gazetelerde makale kaleme almıştır. 70’ten fazla kitap ve monografi yazmıştır. Çok yönlü kişiliği ile yeni kurulmuş genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyeti’nin ihtiyaç duyduğu bir bilim adamı olarak Besim Ömer Paşa günümüzde hala varlığını sürdüren kimi sivil toplum örgütlerinin kurucusudur.
İlk kez doğuma erkek hekimlerin müdahil olması ve uzman çocuk hastalıkları doktorların yetişmesi Besim Ömer Paşa’nın çabalarıyla olmuştur. Kendisi için, Refik Halid “heykeli dikilecek adam” nitelemesi yapmıştır. Yine Yahya Kemal, Besim Ömer Paşa’nın son Osmanlı döneminin meşhur hekimi olduğunu, tıbbi icraatının ötesinde şair, alim, hukukçu, birçok olumlu yönleriyle seçkin bir niteliği olduğunu ifade eder.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde kadınların hekim olması, tıp eğitimi almaları, sosyal alanda erkeklerden aşağıda olmamaları adına da çabaları yadsınamaz. Kadın-çocuk sağlığı, halk sağlığı gibi konulardaki üstün çabaları Cumhuriyet’in aydınlık yüzüyle daha da bir anlam kazanmıştır. Verem Savaş Derneği, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu gibi kurumlar günümüzde de halka yardım elini uzatmakta; hastalıklarla mücadelede, kimsesiz çocukların barınmasında ve doğal afetler durumunda seferber olmaktadır. Özellikle hastabakıcılık ve ebelik kavramlarını kurumsallaştırarak günümüzdeki ebeliğin temelini atmıştır. İlk doğumevini açan ve bu uğurda devrin padişahıyla ters düşen Besim Ömer geleneksel ev doğumlarının donanımlı bir klinikte yapılmasını savunarak bilimsel tarzda doğumlara öncülük etmiştir. Dolayısıyla Besim Ömer Paşa, zamanında hem cehaletle mücadele etmiş hem de modern tıbbın zeminini hazırlamıştır.
Besim Ömer hayatını kadın ve çocuklara vakfetmiştir. Askeri bir hekim olmasına rağmen askerlikle hiç alakası olmayan jinekoloji dalında mütehassıs oldu. Ülkemize modern jinekolojinin esaslarını getirdi. 1892’de ilk doğumevini açtı. Kızılay’ın kurulup gelişmesinde büyük emeği vardır. Ülkemizde hemşirelik eğitimini başlatarak hemşirelik mesleğinin temelini atmıştır. 1925’te Kızılay Özel Hemşirelik Koleji kurulmasına imkân sağlamıştır.
Yayınları ile hemşireliğin ne kadar hayati bir meslek olduğunu ortaya koymuş ve pek çok genç kadını bu mesleğe yönlendirmiştir. Bunun dışında uzmanlık alanıyla ilgili Fransızca kitapları Türkçeye çevirip yayınlamak suretiyle tıp literatürünün oluşmasına katkıda bulundu.
Günümüzdeki hekimlerle karşılaştırıldığında, teknolojik imkânların böylesine bol olduğu bir devirde bile Besim Ömer kadar çok yönlü hekimlerin sayısı az olsa gerektir. Fakat şüphesiz ki, evlenmemiş ve baba olmamış bir kişi olarak kişiselden çok toplumsal işlere kendini adamış olması ile bu takdir edilesi çok yönlülüğü izah edilebilir. Hiç evlenmeyen Besim Ömer için bir gazeteci “bekar bir çocuk babası” nitelemesinde bulunurken bu konuda kendisiyle yapılan bir söyleşide Besim Ömer şöyle söyler: “Biliyorum… Bana hayatımı merak eden herkes gibi niçin evlenmediğimi soracaksınız… Dostum Hüseyin Rahmi Bey’in aynı suale verdiği cevabı pek beğendim. Kendisi diyor ki ‘Şimdi 43 romanım var, eğer evlenmiş olsaydım bu 43 romandan üçünü bile yazamazdım.’ Vakıa benim romanım yok… fakat ben bu meselede Rahmi Bey’in sözlerini ve fikrini aynen tekrar ediyorum. Herhalde evlenmiş olsaydım bu kadar fazla çalışamazdım…”
Türk tıbbına sayısız katkıları olan Besim Ömer Paşa gibi daha nice öncü Türk hekimlerin hayatlarının tıp fakültelerinde ders olarak yeni meslektaşlarına öğretilmesi gerekir.
Tüm sağlık çalışanlarımızın 14 Mart Tıp Bayramı kutlu olsun. İyi ki varsınız!
Not: Geniş bilgi için bkz. Lale DÖRTIŞIK, Doktor Besim Ömer Paşa’nın (Akalın’ın) Osmanlı’dan Cumhuriyete Türk Sağlık Teşkilatına Katkıları, Bursa Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, 2024.
Türk kadınlarının Millî Mücadele’ye büyük kararlılıkla katılışını gösteren en önemli olay, merkezi Sivas’ta olmak üzere Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin kuruluşudur. Bu cemiyet 9 Aralık 1919’da Sivas Valisi Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit Hanım ve arkadaşları tarafından Sivas’ta kurulmuş, kısa sürede Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde birçok şubeleri açılmıştır.
Sivas Kongresi’nin toplanmasının ardından Vali Reşit Beyin eşi Melek Reşit Hanımın başkanlığında bölgenin ileri gelen ailelerin kadınları ile mülki ve idari yetkililerin eşleri bir araya gelerek 5 Kasım 1919’da bir toplantı düzenlemişlerdir. Sivas Numune Mektebinde gerçekleştirilen toplantıda bir kadın cemiyetinin kurulması kararlaştırılmış ve on bir maddeden oluşan yönetmelik hazırlanarak Valiliğe başvurulmuştur.
Cemiyetin 28 Kasım 1919’da düzenlediği genel toplantıda Melek Reşit Hanım maksatlarını şu cümlelerle açıklamıştır:
“Muhterem Hemşirelerim Bugün buraya toplanmaktaki maksadımız, memleketimiz hakkında biraz görüşmek, dertleşmek, ağlaşmak, Cenab-ı Hakk’a yalvarmak, lâzım gelirse vatanın müdafaası için hatta ölüme bile katlanmaktır. Çünkü istiklâlini kaybeden bir millet, en büyük rahata nail olsa bile artık o memleketin sahibi değildir, esiridir… Hülâsa hemşirelerim, bizim için ya ölüm ya istiklâl! Bunu düşünerek “Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti” namı ile sırf seslerimizi, memleketimizi parçalamak isteyenlere işittirmek için delâletinizle bir cemiyet teşkil etmeye karar verdik. Bu cemiyet, sırf müşterek hukukunuzu müdafaa edecektir… Bu cemiyet efradının heyet-i idaresi on altı kişiden ibaret olacaktır. Kimleri intihap etmek isterseniz memurin ve yerli haremlerinden intihap ediniz. Yalnız, sizin hukukunuzu mümkün olduğu kadar müdafaa edebilecek liyakatte hanımlar olsun. Maksat-ı teşekkül memleketin müdafaasıdır.”[1]
Aynı toplantıda Darüleytam Müdiresi Makbule Hanım ise konuşmasında şunları ifade etmiştir:
“Muhterem Hanımefendiler! İnsanın doğduğu ve yaşadığı yere vatan derler, değil mi? Bir insan tasavvur eder misiniz ki bu kelime söylendiği zaman kalbi titremesin? Elbet, evet Hanımefendiler… Bahusus bugün için en mühim düşüncelerimiz vatan kaygısı; en büyük vazifemiz istiklâlimizi muhafaza etmek, vatanımızı kurtarmak, düşman eline teslim etmemektir. Bir tek Türk Müslüman kalıncaya kadar müdafaa etmek. Fakat zannetmeyiniz ki bu vazife yalnız erkeklere aittir. Hayır Hanımefendiler! Vatan, sevgili vatan, erkeklerin olduğu kadar da bizimdir. Biz de vatanın anasıyız… Yemin ediyoruz, ahdediyoruz; Memleketimizi düşmana vermemek için erkeklerimizle beraber çalışacağız. Bu kararımızı bütün Anadolu’daki Türk ve Müslüman hemşirelerimize bildireceğiz… Bütün Anadolu kadınlarının memleketlerini erkekleriyle, çocukları ve ihtiyarları ile beraber müdafaa edeceklerini Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya mümessillerine de söyleyeceğiz. Hakka riayet etmelerini rica edeceğiz… Türk, İslâm milletinin, hatta kadınlarının müdafaa-ı vatan için hayatlarını nasıl istihkar ettiklerini hem vallah, hem billah göstereceğiz. Sözümüzden dönmeyeceğiz, ölümden kaçmayacağız… Bu kararımızı önce sevgili Padişahımıza söyleyeceğiz, Başvekilimize ve Dâhiliye Nazırımıza bildireceğiz. Bu kararı kabul ediyoruz değil mi Hanımefendiler?”[2]
Kuruluş çalışmalarının resmen tamamlanmasından sonra Cemiyet, yapacağı faaliyetlerini Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya 12 Aralık 1919’da bir telgrafla bildirmiştir. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa “Maksat Vatanı Müdafaadır. Bu teşebbüsün birinciliği şerefini kazandıkları için, Sivaslı Hanımefendileri tebrik ediyorum” sözleri ile cemiyeti kutlamış ve destek vereceklerini belirtmiştir.
Cemiyet, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nda önemli roller üstlenen Türk kadınları gibi Millî Mücadele döneminde de aynı millî ruhla çalışmalarını sürdürmüştür. Cemiyet sadece Anadolu’da değil ülkenin bütün bölgelerinde faaliyet gösteren bir konuma gelmiştir. İtilaf Devletleri ile Yunan ve Ermenilere karşı kadınları direniş yapmaya davet etmiş, işgalleri protesto ederek dünyaya duyurmaya çalışmış ve özellikle yardım faaliyetlerinde etkin bir rol oynamıştır. Cemiyet, cepheye cephane taşıyan gönüllü kadınlar sağlamış, imalat haneler ve dikiş atölyeleri kurulmasında öncülük etmiştir. Kadınların aktif olarak mücadeleye katılmalarını sağlayan Cemiyet en büyük bir kadın teşkilatı hâline gelmiştir.
Düşman işgallerini büyük bir hassasiyet ve dikkatle izleyerek İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümetine karşı zaman zaman protestonameler yayımlayan, Milli Orduya para ve malzeme yardımı kampanyaları açan, Milli Mücadele için Anadolu’ya geçenlere kutlama mesajları gönderen bu cemiyet Kurtuluş Savaşı boyunca Türk kadınlarının iftihar edeceği büyük hizmetler görmüştür. Hizmetleri esnasında daimi surette Heyet-i Temsiliye ve Ankara Hükümeti ile ilişkilerini sürdürmüş ve Mustafa Kemal’in büyük takdirini kazanmıştır. Cemiyet, Padişah’a, Sadrazam’a, Dâhiliye Nazırı’na ve bazı kuruluşlara telgraflar çekerek yurdumuza ve milletimize karşı yapılan haksızlıkların düzeltilmesi amacıyla gerekli girişimlerde bulunulmasını istemiştir. Bu arada yabancı devlet başkanlarına, İstanbul’daki İtilaf Devletleri temsilcilerine de protesto telgrafları göndermiştir. İtilaf Devletleri Başkanlarına çektikleri telgraflarda “Hak, adalet, insanlık, hürriyet ve medeni gibi kavramları Hıristiyanlar için başka Müslümanlar için başka anlamda uyguladınız… Biz Anadolu Türk kadınları yapılan işgal ve katliamları şiddetle protesto ederken yok olmayacağımızı yok olmamak için mücadele ederek, canımızı vatanımızın kurtuluşu için feda edeceğimizi bildiririz.”[3] vurgusunu yapmışlardır.
Cemiyet faaliyetlerini bütün Anadolu’da kurulan şubeleri vasıtasıyla yaygınlaştırmıştır. Bu şubelerden biri Kastamonu şubesidir. Millî Mücadele’de ilk kadın mitinginin yapıldığı yer olan Kastamonu daha önceki savaşlarda da önemli bir görev üstlenmişti. Stratejik konumundan dolayı Millî Mücadele’de de bu önemini korumuştur. Cepheye silah taşımak ve yardım faaliyetlerinde bulunmak için Kastamonu’da oluşturulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kastamonulu kadınlarla gönüllü teşkilatlar kurmuşlardı. Daha sonra Sivas’ta kurulan Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyetine bağlı olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. 10 Aralık 1919’da Kastamonu Kız Öğretmen Okulu bahçesinde bir miting düzenleyen cemiyet Kastamonu Müdafaa-i Vatan Cemiyetinin kuruluşunu açıklayarak bir kadın komitesi oluşturmuştur. Mitingde işgaller karşısında halkın tepkisi dile getirilmiş ve daha sonra insan hakları hatırlatılarak vatanın işgalci güçlerden temizlenmesi istenmiştir. Alınan kararlar yetkili makamlara gönderilmiş İzmir’in, Maraş’ın, Antep ve Urfa’nın işgallerini protesto eden telgraflar çekilmiştir.
Sağlık müdürü Talat Beyin eşi Saime Hanım o günlerde yaptıklarını şu cümlelerle ifade etmiştir: “Mahalle mahalle geziyor, millî davanın önemini konferanslar, müsamereler, mevlitler, mitingler ile anlatıyor ve toplanan yardımları cephelere ulaştırıyorduk. Bu arada yabancı devlet reislerinin eşlerine protesto telgrafları göndererek Türk milleti hakkında reva görülen haksızlıkları belirtiyorduk.”[4]
Ayrıca Kastamonulu kadınlar deniz yoluyla İnebolu’ya gelen binlerce ton cephaneyi Anadolu’ya taşımıştır. Atatürk diyor ki:
“Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakâr, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim.”[5]
Anadolu kadınlarının bu çalışmaları ülkenin kurtulmasında ve Cumhuriyet’e giden yolun açılmasında oldukça dikkate değerdir. Kadın cemiyetleri arasında en büyüğü olan Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti Millî Mücadele’nin başarıyla sonuçlanması üzerine dağılmışsa da Cemiyet üyelerinin pek çoğu gerek 1923 Haziranında kurulan Kadınlar Halk Fırkasına gerekse bu Fırkanın yerine 1924 yılında kurulan Türk Kadınlar Birliği’nin kurulmasına da zemin hazırlamıştır.
İlk Meclis’te aydın bir din bilgini
Atatürk’ün “mefkûre arkadaşımız” diye niteleyip büyük değer verdiği sarıklı bir din bilgininin kadın hakları konusunda ilk Büyük Millet Meclisi’nin açılışını izleyen günlerde Meclis kürsüsünde söylediği sözleri burada aktarmak isterim. 22 Mayıs 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde İzmir Milletvekili Hacı Süleyman Efendi, kadın hakları konusunda o gün için yadırganacak ölçüde devrimci bir görüşle şöyle seslenir:
“Tarih, pusulasını şaşırmış ulusların çöküşünü gösteriyor. Ulusları kötü sonuçlara götüren neden, yanlış fikirlerdir. İnsanlar, eğitilmedikçe hiçbir işe yaramazlar. Bugün köylerde ufak ufak okul yapmak, şehirlerde büyük büyük cami yapmaktan daha hayırlıdır. Köylerde yalnız erkekler için değil, birer de kızlar için okul açmak gerekir. Erkeklerin okuması ne kadar gerekli ise kızların okuması da o oranda önemlidir; hatta daha çok önemlidir. Çünkü bir milletin en büyük mutluluğunu, en önemli bahtiyarlığını kadınlar teşkil eder. Yalnız benim nazarımda değil, gerçekte de kadın kutsal bir yaradılış abidesidir. Onu her vakit en latif duygularla bezenmiş görmek ne tatlı bir şereftir. Kadınları yüksek mertebede bulunan bir milletin sırtı hiçbir vakit yere gelmez. Bu durumda olan bir ulus dünyanın en soylu bir ulusudur. Kadın, kadınlığını, yüksek erdemini, anneliğini zevceliğini bilirse o vakit sosyal düzenimizdeki ilerleme en yüksek düzeyini bulur.”[6]
Konuşmasının bir yerinde de şöyle söylüyor Hacı Süleyman Efendi: “O zorba erkekler ki, kadınların sahip oldukları hakları hiçe sayarlar, onlar milletin geleceğini değil, içinde bulundukları sosyal durumu bile bilmezler.”[7]
Meclis’te Hacı Süleyman Efendi’nin bu sözleri hayli şaşırtıcı olmuştur. Kimileri onu alkışlarken kimileri de engellemek istemişler, ama onu yıldıramamışlar, inandığı yoldan, söylemek istediği sözleri söylemekten alıkoyamamışlardır.
Gelişmek için eğitimin, özellikle kızların eğitiminin ön koşul olduğunu söyleyen Hacı Süleyman Efendi “Aheng-i irfanı olmayan milletin, aheng-i medeniyeti de olmaz; eşkıyalıkların, rezaletin, alçaklıkların nedeni hep cehalettir” diye sözlerini sürdürmüştür. Eğitimin yol gösterici, uyarıcı olduğunu ve tek kurtuluş çaresini oluşturduğunu her vesile ile vurgulamıştır.
İslam dini kadını toplumsal hizmetlerden alıkoymamış, tersine ona sosyal hakların en önemlilerini tanımıştır. Bunu çok iyi bilen Atatürk, Ortaçağ’dan beri, çeşitli sosyal nedenlerle gasbedilmiş olan bu en doğal kadın haklarını kanunla yeniden saptamış geliştirmiş ve onlara günümüzün uygarlık düzeyinde bile saygı duyulan, örnek tutulan bir nitelik kazandırmıştır.
Ancak büyük şehirlerimizde kadınların bugün bilim, bürokrasi, teknokrasi, öğretim, eğitim, ticaret ve ekonomi alanlarında yüklenmiş oldukları rollere bakarak kendimizi aldatmayalım. Bugün bile ülkemiz kadınlarının büyük bir bölümü Cumhuriyetle gelen devrimlerin kendilerine tanımış olduğu haklardan habersizdirler; hatta İslamiyet’in vermiş olduğu haklardan da habersizdirler. Dolayısıyla bugün kanunlarımızda kadın erkek eşitliğini bozan önemli hayati bir hüküm yoktur. Onun için bugün Türk kadını, kadınlara yeniden haklar verilmesi veya eşitlik hakları kazanmak için mücadele yerine, kanunların kendilerine sağladığı hakların bilincine varabilmeleri ve onları erkeklerin baskısından uzak, serbestçe kullanabilmeleri için eğitim ve öğretim seferberliğine inmek zorunluluğu vardır.
“Dünyada hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu Kadınından fazla çalıştım. Milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu Kadını kadar emek verdim,” diyemez!” Atatürk.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun. Saygılarımla.
3 Mart 1924, Türk tarihi için en önemli dönemeçlerden biri olmuştur. Çünkü Halifeliğin kaldırılması ile milletimiz daha güçlü bir biçimde dünya milletleri arasındaki onurlu yerini alabilmiştir. 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde üç önemli önerge ele alınmış ve tartışılarak yasalaşmıştır. Bunla sırasıyla 429 sayılı Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin kaldırılmasına dair yasa, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi-Öğretim Birliği) yasası ve 431 sayılı Halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti toprakları dışına çıkarılmasına dair yasadır.
429 sayılı yasanın yürürlüğe girmesiyle, 1. maddesi uyarınca Diyanet İşleri Başkanlığı, 7. maddesi uyarınca Vakıflar Genel Müdürlüğü ve 9. maddesi uyarınca da “görevlerinde bağımsız” kaydı ile Genelkurmay Başkanlığı Başbakanlığa bağlı olarak kurulmuştur. Öğretim Birliği yasasının en temel amacı ise, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan bütün vatandaşlarımız arasında duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını sağlamaktı. Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkını kelimenin gerçek anlamıyla “Türk Milleti” haline getirmekti. Öte yandan halifelik makamının bulunması Türkiye’yi iç ve dış politikasında iki başlı olmaktan kurtaramamıştı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik niteliğinin de laik niteliğinin de tam anlamıyla gerçekleştirilmesi, korunması ve geliştirilmesi açısından halifeliğin kaldırılması gerekiyordu.
Hilafet, ümmet düşüncesi üzerine kurulmuş bir kurumdur. Milliyetçilik ve Milli egemenlik düşüncesi üzerine kurulan yeni Türkiye’nin bu ortaçağ kurumu ile bağdaşması mümkün değildi. 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması ile Sultan-Halife gibi çifte görevi olan Osmanlı Padişahının elinden egemenlik hakları, devlet yetkileri alınmıştır. Eski Osmanlı Padişahına sadece dini başkan olarak yetkiler tanınmıştı. 3 Mart 1924 tarihli, Hilafetin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti haricine çıkarılmasına dair kanunla Osmanlı Monarşisinin dayandığı dini kurum da ortadan kaldırılmış ve Yeni Türkiye demokratik ve laik gelişme yolunda son ve önemli bir adım daha atmıştır. Atatürk’ü Halifeliğin kaldırılması konusunda zorlayan en güçlü etken, halifelik var oldukça yapmayı düşündüğü laik inkılaplara imkân olamayacağı düşüncesiydi.
Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü bir diğer kanunla da Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmıştır. Böylece bu vekâlet tarafından idare olunan okullar ve medreseler de kaldırılmış ve Türk Milli Eğitimi laik ve milli bir nitelik kazanmıştır. Ayrıca Şer’iye Vekâleti kaldırılarak hukuk, mantık ve onun uzantısı olan bilimin temelleri üzerine oturtuldu. Ayrıca Atatürk, Genelkurmay Başkanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığını Bakanlar Kurulu dışında tutarak bu iki kurumu siyasetten uzak tutmak istemiştir.
Basit anlamda laiklik “din işleri ile devlet işlerinin ayrılması” şeklinde tanımlanıyorsa da, bu tanım Atatürk’ün laiklik anlayışını tam olarak yansıtmamaktadır. Atatürk’ün laiklik anlayışı, devleti ve onun kurumlarını, hukuku, eğitimi, kültürü, orduyu, siyaseti ve uzantılarını dinsel içerikten ve denetimden kurtarmaktı. Kısaca laiklik özgürlüktü, çağdaşlıktı.
Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başarı ile bitirdikten sonra, hemen Türkiye Cumhuriyeti’ni ve onun dayandığı Türk ulusunu çağdaş ve uygar toplumların arasına sokmak için çağdaşlaşma hareketlerine girişti. O dönemde, çağdaş uygarlığın en son basamağında yer tutan Batı uygarlığından esinlenip, milli benliğinden kopmayarak çağdaş ve uygar Türk ulusunu meydana getirecek ve Türk kalarak çağdaşlaşacak çağdaş ve ulusal atılımlara girişti. Bu orijinal teşebbüs ve başarı, Atatürk’ün çeşitli konuşma ve el yazılarında görülmektedir. Bunlar ve bunlarla ilişkili eylemler, yalnız siyasi sistemin, yalnız eğitimin ve yalnız sosyal hayatın değişimi ve yenileşmesiyle kalmamış, Türk insanının düşünce yapısının ortaçağ zihniyetinden kopup, aydınlanmanın ışığı ile yeni Türk insanını ve Türk Rönesans’ını yaratmayı amaçlamıştır.
Batı uygarlığından esinlenerek çağdaş topluma kavuşma özlemi, Osmanlı Devleti’nde çok önce başlamıştır ama Osmanlı ıslahatçılarının Batı’ya yönelişleri ile Atatürk liderliğindeki Batı’ya yöneliş arasında önemli bir ayrılık vardır. Osmanlı ıslahatçıları maddi kültür ve manevi kültür ayrımını başka bir deyişle “kültür” ile “uygarlık” arasındaki yapay ayrımı, Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar sürdürdüler ve çağdaşlaşmanın gerektirdiği atılımları yürütemediler. Zira Osmanlı Devleti’nin yıkılmasındaki başlıca etkenlerden birisi de budur. Atatürk’ün önderlik ettiği atılımlarda kültür ve uygarlık ayrımı söz konusu olmamıştır. Atatürk döneminde Batı uygarlığı bütünüyle alınmış ve toplumun yapısına aşılanarak kökten gelişme ve değişmeye olanak sağlanmıştır.
Dolayısıyla bugün, Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en gelişmiş devletleri arasındadır ve insanlık âleminin saygın bir üyesidir. Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de devletimizin ve ulusumuzun güçlenmesini, kalkınmasını istemeyen iç ve dış güçler vardır. Bu güçlerin engellemelerine rağmen devletimiz tüm güçlükleri başarıyla aşmakta, çağdaş uygarlık yolunda dev adımlarla yürümektedir. Türkiye Cumhuriyeti; laik, demokratik, hukuksal yapısıyla ve bilinçli vatansever yurttaşlarının çalışmalarıyla daha da yücelecek ve sonsuza dek yaşayacaktır.
Görülmektedir ki, 3 Mart 1924 tarihi, Cumhuriyet tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu tarihte yasalaşan üç önemli kanunun çağdaş, demokratik ve özellikle laik devlet ve toplum yapısına kavuşmak açısından oynadığı rol ortadadır. Fakat ne yazık ki, bu yasaların önemi sonraki Cumhuriyet kuşaklarına yeterince anlatılamadı, öğretilemedi. Yani, 3 Mart 1924 tarihi bir anlamda unutuldu, bir anlamda da önemine uygun değerlendirilemedi. 3 Mart 1924 ruhu kavranamadı. Sıkıntılar da o yüzden yaşanır oldu.
Laiklik Türk İnkılabı’nın temel taşıdır. Laiklik Atatürkçü düşünce Sistemi’nin özünü oluşturan akılcı ve bilimci tutumun sarsılmaz bir parçasıdır. Onun zorunlu sonucudur. Türk İnkılabı’nın temel hedefi olan çağdaşlaşmanın vazgeçilmez şartıdır. Laiklik olmadan ne akılcı yaklaşımın varlığından söz edilebilir ne de çağdaşlaşma hedefine ulaşılabilmesi mümkün olur. Çağdaş toplum demek laik toplum demektir. Böyle olmasına rağmen laikliğin bazı çevreler tarafından sık sık gündeme getirildiği ve tartışıldığı bir gerçektir.
3 Mart 1924 tarihli kanunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik hukuki alt yapısını kuran en önemli kanunlardır. Aradan geçen yüz yıla rağmen olayın güncelliğini hala koruduğu, yapılan işin ne kadar isabetli olduğu, son yıllarda gündeme gelen tartışmalardan daha iyi anlaşılmaktadır.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren zaman zaman görülen bu saldırılar, son zamanlarda bazı kişi ve kuruluşlar tarafından yurtiçi ve yurt dışında yoğunlaştırılmış ve çok tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Sahte ve bilimsellikten uzak belgelerle, yurt içinde ve yurt dışında yayımlanıp cömertçe her tarafa dağıtılan kitaplarla da Atatürk’e ve onun ilke ve inkılaplarına karşı faaliyetler sürdürüle gelmiştir. “Yeni Türkiye” özlemi… Neymiş “Yeni Türkiye” özlemi? Her şey serbest olacakmış. Peki, “Eski Türkiye”de ne yasaktı? Eğer birileri fikir hürriyetini sağlama noktasında “Eski Türkiye” dedikleri cumhuriyeti yıkarlarsa, bir daha fikir hürriyeti bir tarafa, fikirlerini kendileri bile açıklayamayacaklardır.
Laik devletten, laik hukuktan, çağdaş eğitimden uzaklaşmanın nasıl bir felaket olacağını görmeliyiz. Bunu anlamak için bölgemizde olup bitenlere bakmamız yeter. Teokratik bir dikta rejiminin ve çağdışı bağnazlığın, eline geçirdiği bazı Ortadoğu ülkelerini/toplumlarını, nasıl karanlığa sürüklediği gözler önündedir. Laikliğe ve çağdaşlaşmaya düşman teokratik bir dikta rejiminin, yalnız uygulandığı ülkelere değil, İslamiyet’e de ne büyük zararlar verdiğini görmemek için kör olmak gerekir.
Laiklik bilimsel ve doğru şekilde anlaşılınca, görülür ki, bu ilke din, vicdan ve ibadet özgürlüğünün de güvencesidir. Bütün totaliter rejimlerde yöneticiler kendilerini tek ve değişmez temsilci saydıkları için düşünce özgürlüğünden ve gerçek demokrasiden söz edilemez. Şu halde, teokratik olmayan, laik bir devlet yapısı demokrasinin de ön şartıdır. Nihayet, Türkiye’de laiklik sadece cumhuriyetin; çağdaşlaşma hamlesinin; din, vicdan ve düşünce özgürlüğünün; demokrasinin vazgeçilmez temeli olmakla kalmaz; milli bütünlük açısından da gereklidir. Zira bugün yaşadığımız sancıların bir kısmı laiklik ilkesinden adım adım uzaklaşılmış olmasının bedelidir.
Yüzyıllarca emperyalist saldırılara göğüs geren son kale, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti de parçalanıp zincire vurulmak istenmektedir. Ne acıdır ki, Atatürk’ün liderliğindeki mücadele başarıya ulaşmasa idi, bugün ezan seslerinin hiç duyulmaz hale gelmiş olacağı topraklarda, O’na kim bilir hangi emperyalizmin, hangi düşmanın emrinde, hakaret edenler var!.. Paralarıyla, açık ve gizli örgütleriyle, O’nu ve eserini yıkmaya çalışanlar var!.. Buna elbette imkân verilmeyecektir. İnanıyorum ki, dıştaki ve içteki laik ve demokratik cumhuriyet düşmanları aradıkları fırsatı bulamayacaklardır.
Burada gururla ifade etmek isteriz ki, yediden yetmişe Türk insanının adeta bir insan seli gibi hiçbir zorlama olmaksızın her fırsatta Anıtkabir’i ziyaret etmesi, Atatürk ilke ve inkılaplarının yılmaz bekçileri olduğunun tartışmasız ve emsalsiz bir örneğidir. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet son yıllarda içeriden ve dışarıdan atılan çelmelere rağmen yürümeye/yoluna devam ediyor. Atatürk yattığı yerden bile mücadeleye devam ediyor.
İşte bu küçük yazı bir anlamda, Atatürk’ün adına, şahsına, ailesine, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğüne, onun ayrılmaz bir parçası olan laiklik ilkesine yönelik “gaflet ve dalaletin” de ötesinde tam bir “hıyanet” haline dönüşen menfur saldırılara karşı bir cevap niteliğindedir.
Türkiye’yi laikleştiren 3 Mart 1924 devrim yasalarının kabulünün 101. Yıldönümünde başta yüce Atatürk olmak üzere aziz şehitlerimizi saygıyla anıyorum. Ruhları şad oldun.