21 Kasım 2024 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.
10 Kasım 2024 Pazar
Gümrükten Eşya İthalatında TSE Sonucunu Etkileyecek İşlemler
"Ekim ayını çıkarabilirsem bile Kasım ayını çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum!.."
Rusya'nın saldırısı meşru mu?
Merkez Bankası'nın Faiz Kararı Ne Olacak?
Protein ne zaman zararlı olur?
Enflasyon %20’li Düzeylere İner mi?
Atatürk Milli Mücadele sonrasında ülkesini ve milletini çağdaşlaştırmak için siyasal, sosyal, hukuk, ekonomi, eğitim ve kültür alanında birçok inkılap yapmak zorunda kaldı. Sık sık yurt gezilerine çıkarak halkın arasına karıştı ve halkın sorunlarını dinledi. İlgililere devlet mekanizmasının aksayan yönleriyle ilgili talimatlar verdi. Türkiye’yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını ve diğer devlet görevlilerini ağırladı. Çok çalıştı, çok yoruldu. Dolayısıyla 11 Kasım ve 13 Kasım 1923’te biri ağır ve diğeri hafif olmak üzere iki kalp krizi atlattı. Bunun üzerine İstanbul’da bulunan Dr. Neşet Ömer (İrdelp) Ankara’ya çağrıldı ve Atatürk’ü muayeneden sonra bu krizlerin ağır çalışma ve yorgunluktan kaynaklandığını söyleyerek dinlenmesini tavsiye etti. Bu tavsiyelere uyan Atatürk iki ay sonra sağlığına kavuştu.
Fakat Atatürk, bir süre sonra yine eski ağır çalışma temposuna döndü. Nitekim daha sonraki yıllarda Büyük Nutku’nu hazırlarken 22-23 Mayıs 1927’de yeni bir kalp krizi geçirdi. Bunun üzerine Sağlık Bakanı Refik Saydam, Dr. Asım Arar ve Dr. Neşet Ömer Beyler Almanya’dan iki uzman doktorun getirilmesini teklif etti ve Atatürk de buna razı oldu. Berlin’deki Türk Büyükelçiliğinin girişimiyle Berlin Tıp Fakültesi’nden Profesör Kraus ile Münih Tıp Fakültesi’nden Profesör Von Romberg Ankara’ya davet edildi. Adı geçen doktorlar da yoğun çalışmamasını tavsiye etmişlerse de Atatürk bu tavsiyeleri ciddiye almayıp aynı şekilde çalışmaya devam etti. Bu tarihten sonra 1936 yılına kadar Atatürk’ün sağlığı konusunda ciddi bir sorun görülmedi. 1936 yılının Kasım ayında yeniden rahatsızlandı ve doktorların durumun zatürreye dönüşmesi ihtimalinin olabileceği uyarısı üzerine Atatürk önerilen tedaviye uymak zorunda kaldı ve sonuçta sağlığı düzeldi.
Ancak Ekim 1937’den itibaren Atatürk karın ve bacaklarındaki kaşıntılar ve burun kanamaları yüzünden sağlık sorunları yaşamaya başladı. Bu sağlık şikâyetleri ölümüne kadar sürecek yeni bir dönemi başlatacaktı. Doktorların tavsiyesi üzerine ilk çare olarak kaşıntılara karşı Yalova kaplıcalarından faydalanmaya karar verildi. 21Ocak 1938’de Yalova’ya gelen Atatürk, yeni yapılan Termal Otelin ilk misafiri oldu. Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger, Atatürk’ün rahatsızlığına ilk doğru teşhisi koydu. Dr. Belger, Atatürk’ün karaciğerinden kuşkulandı ve karaciğerdeki büyümeyi fark etti. Karaciğer kaburga altını üç parmak kadar aşmış ve sertleşmişti. Atatürk, Dr. Belger’e ne yapılması gerektiğini sorduğunda sıkı bir perhiz yapılması gerektiği cevabını aldı. Atatürk, 1 Şubat 1938’e kadar 10 gün Yalova’da tedavi gördü ve sağlığı bir miktar düzeldi. Dr. Belger’in üç hafta daha tedavi görmesini tavsiye etmesine rağmen Yalova’dan ayrıldı ve Bursa’ya geçti. Daha sonraki günlerde Türk doktorlar Atatürk’ün sağlığı konusunda yurt dışından bir doktor getirilmesini tavsiye ettiler. Atatürk bu teklifi istemeyerek de olsa kabul etmek zorunda kaldı. Bunun için Paris Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Noel Fissenger Ankara’ya davet edildi. Fissenger 28 Mart 1938’de Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ü muayene etti. Yaptığı muayenede Atatürk’ün karaciğerinin normalden büyük olduğunu tespit etti. Ayrıca karın boşluğunda bir miktar su (yani asit) toplandığını fark etti ve karaciğer iltihabı teşhisini koydu. Fissenger, Atatürk’e iyileşmesi için üç ay boyunca günde 23 saat yatak istirahati, yorulmaması ve beslenmesine dikkat etmesi tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiyelere uyması halinde 7-8 yıl daha yaşayabileceğini de ekledi.
Atatürk, Fissinger’in tavsiyelerine uymak zorunda kaldı ve bir süre sonra sağlığı düzelmeye başladı. 19 Mayıs Gençlik Bayramı törenlerine katıldı. Bu sırada ülkenin gündemini Hatay sorunu meşgul etmekteydi. Daha önce özerk bir yapıya kavuşan Hatay’da seçimler yapılması süreci devam ediyordu. Atatürk, Türkiye’nin bu konuda bir gövde gösterisi yapması gerektiğine inanarak, 19 Mayıs törenlerinden sonra aynı gün Mersin’e doğru yola çıktı. Oysa doktorların tavsiyesine uyarak dinlenmesi gerekiyordu. Ancak Atatürk doktorların uyarılarını dinlemedi. 20 Mayıs 1938’de Mersin’e gelen Atatürk kırk dakika süren askeri geçit törenini izledi. Bu tören doğal olarak yorulmasına sebep oldu. Atatürk Mersin’den 24 Mayıs’ta Adana’ya geçti ve burada süresi bir saati aşan bir geçit töreni izledi. Bu yorucu seyahatten sonra Atatürk 27 Mayıs’ta İstanbul’a döndü. 29 Mayıs’ta yapılan muayenesinde karın bölgesinin su toplamaya devam ettiği tespit edildi. Bu gelişme üzerine Prof. Dr. Fissenger’in İstanbul’a davet edilmesine karar verildi. Bu arada devlet tarafından satın alınan Savarona yatı 1 Haziran 1938’de İstanbul’a geldi ve Atatürk aynı gün adı geçen yata yerleşti.
8 Haziran’da İstanbul’a gelen Fissenger, Atatürk’ü muayene etti ve Atatürk’ün sağlığının önceki muayeneye göre biraz daha kötüleştiğini tespit etti. Buna rağmen önereceği tedaviye uyulması halinde Atatürk’ün iki yıl daha yaşayabileceğini belirtti. Fissenger’in tavsiyelerine rağmen Atatürk dinleneceği yerde Hatay meselesi ile ilgilenmeye, toplantılara başkanlık etmeye ve resmikabullere devam etti. 10 Temmuz 1938’de Savarona yatıyla yaptığı bir gezinti sırasında rahatsızlandı ve 13 Temmuzda ateşi 39.1 dereceye çıktı. 25 Temmuz gecesi Savarona’dan ayrılarak Dolmabahçe Sarayı’na geçti. Burada Türk ve yabancı doktorlar tarafından muayene edildi ve bazı tespitler yapıldı. 3 Ağustosta yine Türk ve yabancı doktorlar heyeti tarafından yapılan başka bir muayene sonunda sağlık durumu ile ilgili detaylı bir rapor hazırlandı.
Ancak bu muayeneden sonra da Atatürk yine resmi toplantı ve kabul günlerini aksatmadan sürdürdü. Oysa sağlığı açısından mutlaka dinlenmesi gerekiyordu. 5 Eylül 1938’de vasiyetini hazırladı. 26/27 Eylül gecesi hafif bir koma atlattı. 17 Ekimde ilk kez ağır bir komaya girdi. Bu koma hali 19 Ekime kadar belirli aralıklarla devam etti. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği de Atatürk’ün rahatsızlığı hakkında 22 Ekime kadar sabah ve akşam olmak üzere tebliğler yayımladı.
Atatürk’ün ilk ağır komaya girdiği günün ertesi günü Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak tarafından ordu komutanlıklarına iki maddelik bir şifre telgraf gönderilmiştir. Atatürk’ün sağlık durumunun ağırlaşmasından dolayı teyakkuzda bulunulması ve muhtemel yaşanabilecek asayiş sorunlarına karşı hükümet güçlerine yardımcı olunması gerektiği bildirilmiştir.
Cumhuriyet Bayramının yaklaşması üzerine İçişleri Bakanlığının Valiliklere gönderdiği emirde ise bayram hazırlıklarına devam edileceği, bir değişiklik olursa bildirileceği, her sene Cumhuriyet Bayramında düzenlenen ziyafet, balo, müsamere ve bu geceye ait diğer eğlencelerin Atatürk’ün rahatsızlığı dolayısıyla ve O’na karşı sonsuz bağlılık ve minnetin ifadesi olarak bu sene verilmeyeceği belirtiliyordu.
Atatürk’ün katılamadığı son ve tek Cumhuriyet Bayramı törenleri yaklaşırken Sabiha Gökçen ile yaptığı konuşma oldukça anlamlıdır ve adeta çok yakın zamanda öleceğini hissettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Aralarında geçen konuşma şu şekildedir:
-Yarın bayram, değil mi? Gökçen dedi.
-Evet, Paşam, bizim bayramımız… En büyük bayramımız…
-Dolmabahçe Sarayı epey kalabalık oldu bu yıl…
-Öyle Paşam… Hükümet üyelerinin çoğu da buradalar… Cumhuriyet bayramını sizinle birlikte kutlayacaklar…
-Ama bu günü halkımla, halkımın içinde kutlamak isterdi! Gökçen…
Beni Cumhuriyet Bayramında halkımdan uzak tutan bu hastalığa lanet ediyorum!…
-Gelecek bayram…
Eliyle susmamı işaret etti:
-Bana, gelecek bayramdan bahsetme!… Hatta gelecek aydan da!… Ekim ayını çıkarabilirsem bile Kasım ayını çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum!..
8 Kasımda ikinci defa ağır bir komaya girdi. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nden konu hakkında şu açıklama yapıldı: “…Bugün saat 18.30’da hastalık birden bire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kazanmıştır.” 9 Kasım saat 24.00’de yapılan açıklamada “umumi durumun vahamete doğru seyrettiği” bildirildi. Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan Başbakan Celal Bayar aynı tarih ve saatte İçişleri Bakanlığı aracılığı ile Kabine arkadaşlarına son durum hakkında şu bilgileri veriyordu: “…Maalesef vahamet artmaktadır. Şefimizin içinde bulunduğu tam koma hali birkaç gün devam edebileceği gibi feci akıbetin her an zuhuru da ihtimal dâhilinde olduğu doktorlar tarafından ifade edilmektedir…” Başbakan Celal Bayar’ın ifade ettiği istenilmeyen durum 10 Kasım 1938 sabahı saat 09.05’te gerçekleşti ve 1881’de Selanik’te başlayan 57 yıllık hayat İstanbul’da son buldu. Ruh şad olsun.
Atatürk’ün vefatı üzerine İçişleri Bakanlığı Valiliklere gönderdiği tebliğde, cenaze töreninin 21 Kasım Pazartesi günü Ankara’da yapılacağı ve törene ait programın daha sonra yayınlanacağı belirtildi. Atatürk’ün cenaze töreninin yapılacağı 21 Kasım 1938 Pazartesi günü Milli Yas ilan edilmiştir.
Milli Savunma Bakanlığı 17 Kasım 1938 günü Atatürk’ün cenazesi başında tutulacak saygı nöbetine dair bir tamim yayınladı. Bu tamime göre, saygı nöbeti 20 Kasım Pazar günü saat 10.30’da başlayacak ve 21 Kasım Pazartesi günü saat 09.00’da bitecekti. Saat 09.00’dan sonra nöbet, cenazeye refakat eden generallere devredilecekti. Bir nöbet postası altı subaydan oluşacaktı ve nöbet süresi yarım saat olacaktı.
Atatürk’ün cenazesinin İstanbul’dan Ankara’ya nakil işlemi daha önce kararlaştırıldığı biçimde uygulandı. Program gereği 19 Kasım günü sabah saatlerinde Dolmabahçe Sarayı’ndan alınıp Yavuz zırhlısına konan cenaze aynı gün saat 18.50’de İzmit’e ulaştı ve Yavuz zırhlısından alınan Atatürk’ün naaşı generallerin omuzlarında tren istasyonuna götürüldü. Tren saat 20.30’da İzmit’ten Ankara’ya hareket etti ve 20 Kasım günü sabah saat 10.00’da Ankara istasyonuna ulaştı. Atatürk’ün cenazesi istasyonda Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanı ve Milletvekilleri tarafından karşılandı. Atatürk’ün tabutu, tören komutanı Fahrettin Altay’ın nezaretinde on iki general tarafından vagondan indirildi ve top arabasına taşındı. Top arabası, 10.50’de gardan hareket etti v e saat 11.30’da TBMM’nin önüne geldi. Burada Atatürk’ün tabutu on iki milletvekili tarafından top arabasından indirildi, katafalka konuldu. Saat 12.00’den itibaren halkın saygı geçidi başladı. On binlerce insanın katıldığı bu saygı geçidi gece yarısına kadar devam etti. Ertesi gün tüm Türkiye ile aynı anda Ankara’da Atatürk’ün cenaze töreni yapıldı. Tören Hükümetin istediği şekilde ve hazırlanan resmi program çerçevesinde hiçbir sorun yaşanmadan tamamlandı. Devlet, Atatürk’ün vefatının ardından kendisine uygun bir cenaze töreni yapılması için oldukça yoğun mesai harcamış, en ince ayrıntısını düşünmüş ve bunun da layıkıyla yerine getirilmesi için elinden geleni yapmıştır.
21 Kasım 1938 Pazartesi günü tüm yurtta aynı anda yapılan Atatürk’ün cenaze töreni acı ve kederle dolu yoğun bir duygu seli içinde geçmiştir. Cenaze töreninde yapılan konuşmalar halkın duygu ve düşüncelerine, acı ve kederlerine tercüman olmuştur. Türkiye’nin her yerinde yapılan cenaze töreniyle Türk milleti Atasına veda etmiştir.
Törenlerde konuşmacılar genel olarak Atatürk’ün eserleri, memlekete ve millete yaptığı büyük hizmetler, hayatı ve vefatından duyulan acı ve keder ifade edilmiştir. Konuşmalarından, sözlerinden ve nutuklarından örneklere yer verilmiştir. En çok da Gençliğe Hitabesi okunmuştur. Türkiye’yi bağımsızlığa kavuşturan, onurlu ve şerefli bir millet yapan Cumhuriyetin babası Atatürk’ün ölümünden doğan ıstırabın, acının derecesini, Türk milleti ile beraber bütün insanlığın döktüğü gözyaşların anlatmaktan aciz olduğu ifade edilmiştir. Atatürk’ün ölümünden duyulan ölçüsüz ve derin üzüntü içinde yurdun her tarafında tek bir duygu ve tek bir düşünce ile Atatürk’ün manevi huzurunda milli birliği anlam ve önemi anlatılmıştır.
Atatürk’ün fani olduğu için öldüğü ama büyük eserleri ile beraber her zaman yaşayacağı ve her zaman sonsuza kadar Türk milletinin yanında olacağı, kendisinden sonra da Cumhuriyet esaslarında en küçük bir değişiklik olmadan aynen korunacağı ve hatta daha ileriye götürüleceği, dolayısıyla Atatürk’ün toprağa değil Türk milletinin kalbine gömüldüğü, böylece sonsuza kadar yaşayacağı vurgulanmıştır.
Atatürk’ün yıllarca önce söylediği “İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemaller idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller doğurmayacaklar mı? Feyz milletindir, benim değildir.” Sözü sıkça vurgulanmıştır.
Atatürk kahramanlığın, aklın, bilimin, dehanın, inkılapçılığın ve devlet adamlığının tarihteki en büyük örneği olduğu anlatılmıştır. Atatürk’ün sadece Türk milletini ölümden kurtaran bir kahraman değil, aynı zamanda dünya milletlerine barış yollarını gösteren, ortak çalışmayı öğreten ve dünya çatısı altında bütün bir insanlığa yol veren bir medeniyet ışı olduğu, bu yönüyle de sadece Türk milletine değil dünyaya örnek olacak bir lider olduğu anlatılmıştır.
Atatürk’ün cenaze töreni Türk milletini tek kalp, tek irade ve tek yürek yapmıştır. Atatürk, Türk milletini birleştiren, on yedi milyonu ana, baba, evlat ve kardeş haline getiren, bir milleti bir damla gözyaşı içinde toplayan bir kişi olmuştur. Hayatı gibi ölümü de milletine bir birlik ve beraberlik ve güç kaynağı olmuştur. Hiçbir millet liderine, Türklerin Atatürk’e inandığı kadar inanmamıştır. Atatürk millet birliğinin simgesi olmuştur. Ruhu şad olsun.
Ölümünün 86. Yılında manevi huzurunda saygı ile eğiliyorum; saygı ve özlemle anıyorum.
“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.” Mustafa Kemal Atatürk.
Not: Geniş bilgi için bkz. İsmet Üzen-Yüksel Özgen, Bir Milletin Atasına Vedası, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2013.
Sevgili dostlar, öncelikle 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızın 101. yıldönümünü gönülden kutluyorum. Cumhuriyet Bayramımız ülkemizin her yerinde, her ferdi tarafından sevinç ve coşkuyla kutlansın. Çünkü Türk milleti için Cumhuriyet Bayramı, milli birlik ve beraberliğin, toplumsal dayanışmanın bir simgesidir. Ve bize Cumhuriyeti armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhu şad olsun.
Sevgili dostlar, milli bayramlar, milletin hafızasını tazelediği, tarihine ve geleceğine sahip çıktığı günlerdir. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, adı üstünde bayram ve tüm bayramlar gibi coşku, sevinç ve mutluluk içinde hep birlikte meydanlarda, caddelerde, sokaklarda halkın içinde ve halkla birlikte kutlanmalıdır.
Eskiden şöyle bir eleştiri, yakınma vardı: “efendim milli bayramlar stadyumlara, kapalı spor salonlarına hapsedildi, halktan koparıldı, biz bayramları meydanlarda halkın içinde ve halkla birlikte kutlayacağız” gibisinden ama bugün gelinen noktada bırakın stadyumları, kapalı spor salonlarını ya da meydanları milli bayramlar adeta tümden kutlanamaz hale geldi.
Eğer siz bir takım “sudan” sebeplerle milli bayramlarınızı layıkıyla, hakkıyla kutlamazsanız halkın, milletin yaşama sevincini yitirmesine, milli birlik ve beraberlik duygusunu kaybetmesine neden olursunuz. İşte! O zaman bayramlar senin bayramın benim bayramın olur ki bu da toplumları felakete sürükler.
Toplum, millet aynen bir insan gibidir, bir bütündür. Bir yanı acı ve keder diğer yanı yaşama arzusuyla doludur. Dolayısıyla hayat bir bütündür. Biri diğerinin yaşanmasına veya yaşanmamasına neden veya gerekçe oluşturmamalıdır. Acı ve kederin panzehri bayramlardır. Bayramlar insanları, toplumları ve milletleri hayata, yaşama ve geleceğe bağlar ve ayakta tutar.
Sevgili dostlar, insanları millet, coğrafyaları da vatan yapan sembollerdir. Yani adıdır, bayrağıdır, rengidir, milli marşıdır ve milli günlerdir. Eğer siz bu değerleri sorgular ve sorgulatır iseniz artık siz siz olmazsınız, bir başkası veya bir hiç olursunuz ve bu durumda sizi dikkate alan da, değer veren de olmaz. Maziye, tarihe şöyle bir baktığınızda Anadolu’nun benliğini, kimliğini yitirmiş nice milletlerle dolu olduğunu görürsünüz. Eğer bu coğrafyada mazi olmak istemiyorsak bizi biz yapan değerlere, milli ve manevi değerlerimize, bir bütün olarak sahip çıkacağız, değer vereceğiz ve dini bayramlarımızı kutladığımız gibi milli bayramlarımızı da hakkıyla, coşkuyla ve sevinçle hep birlikte kutlayacağız.
Neden Cumhuriyet?
Çünkü Cumhuriyet, devleti idare edenlerin seçimle iş başına geldiği yönetim şeklidir. Bugün dünyada birçok devlet cumhuriyet rejimiyle yönetmektedir. Cumhuriyetle yönetilen ülkelerde egemenlik milletindir ve millet, devleti yönetecek kişileri kendisi seçerek kendi kendini yönetmiş olur. Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Zira Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıkî uygulamasını sağlayan hükümet şekli, cumhuriyettir.
Neden Cumhuriyet?
Çünkü cumhuriyet halk demektir, millet demektir, halkın/milletin kendi kendisini yönetmesi demektir. Başında bir sultanın, padişahın, despotun, diktatörün olmadığı rejimdir.
Çünkü “cumhuriyet (özellikle) kimsesizlerin kimsesidir”. Fakat bugün, Cumhuriyetin 100. yılında, maalesef ne “kimsesizler” yani halk ne de “kimsesizlerin kimsesi” cumhuriyet bazılarımızın gündeminde değil.
“Kimsesizlerin kimsesi olarak cumhuriyet” fikri aslında adı konmamış bir sosyal devlet yönelimidir. Ancak sosyal olmayan bir cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olması da bir temenniden öteye gidemez.
“Eşitlik – özgürlük – kardeşlik” ideallerinden doğan cumhuriyet bugün sermayenin saltanatına dönüşmüş halde. Dolayısıyla bugün “kimsesizler” himmete, sadakaya muhtaç halde. Oysa cumhuriyet fikrinin temelinde insanın kaderini başka insanların insafına terk etmemek yatar.
Neden Cumhuriyet?
Çünkü cumhuriyet eşitlik rejimidir. Cumhuriyet yönetimlerinin temel direklerinden biri eşitliktir. İkinci temel direği ise özgürlüktür. Monarşi / Krallık / Sultanlık / Padişahlık ise ayrıcalıklar rejimidir. Bu rejimlerde eşitlik ve özgürlük yoktur.
Devleti bir kişi, bir azınlık ya da çoğunluk yönetebilir
Monarşi / Krallık / Sultanlık / Padişahlık / Tiranlık / Diktatörlük gibi rejimler tek kişinin kendi çıkarları için devleti yönetmesidir.
Aristokrasi / Oligarşi varlıklı, zengin bir azınlığın, sınıfın kendi çıkarları için toplumu yönetmesidir.
Cumhuriyet / Demokrasi ise halkın çıkarı için toplumun/devletin yine halk tarafından yönetilmesidir. Yani cumhuriyet ve demokrasi çoğunluğun, halkın yönetimidir. Halk, devleti seçtiği temsilciler vasıtasıyla yönetir.
Cumhuriyet yönetimi, halkın bütününün egemen güce yani devlete sahip olmasıdır. Yani devlet monarşilerde / krallıklarda / sultanlıklarda / padişahlıklarda olduğu gibi kişiye ait özel mülk değildir, milletin tamamına aittir.
Demokrasi, halkın hem yöneten hem de yönetilen durumda olduğu bir yönetim biçimidir. Yani oyu ile iradesini açıklayan halk yönetendir.
Her yönetim, varlığını sağlayan bir ilkeye dayanır
Cumhuriyetin / Demokrasinin ilkesi de siyasal erdemdir. Yani yurt sevgisidir, ülke çıkarlarını kişisel çıkarların üstünde tutmadır, bencillikten, açgözlülükten, kişisel tutkulardan, hırs ve isteklerden fedakârlıktır. Velhasıl siyasal erdem, yasalara saygıdır.
Kısaca cumhuriyet rejimlerinde / demokrasilerde hiç kimse yasaların / hukukun üstünde değildir. Yasalara saygının bittiği yerde demokrasi bozulur. Devlet tükenir. Cumhuriyeti / Demokrasiyi ayakta tutan tek güç siyasal erdemdir, siyasal ahlaktır.
Demokrasilerde emir veren de emir alan da eşittir. Demokrasilerde yasaları yapan da uygulayan da egemen gücün yani toplumun kendisidir. Hükümet ise egemen gücün sadece bir aracıdır.
Yönetimlerin bozulması ilkelerin bozulması ile başlar
Cumhuriyet / demokrasi eşitlik ilkesinin kaybolması ile bozulur. Cumhuriyet / demokrasi yönetiminin bozulmasının bir nedeni de yönetim kadrosunun daralmasıdır.
Yönetici kadrosunun daralması ise demokrasiden aristokrasiye, aristokrasiden monarşiye ve nihayet monarşiden diktatörlüğe geçiş demektir.
Cumhuriyetin / demokrasinin temel ilkesi olan eşitlikten kolaylıkla bireyciliğe yani kişi egemenliğine kayılabilmektedir.
İşte, cumhuriyetin / demokrasinin karşılaştığı sorunlardan biri buradan kaynaklanır. Diğer tehlikeler ise anarşi ve despotizmdir. Yasa tanımaz aşırı özgürlük anarşiyi, özgürlüklerin aşırı kısıtlanması da despotizmi doğurur.
Cumhuriyet ve Demokrasi toplumların kaçınılmaz geleceğidir. Demokraside insanlar gerçekten mutlu olmasalar bile mutsuz da olmayacaklardır.
Ancak basın özgürlüğü olmadan da demokrasi olmaz. Basın özgürlüğü demokrasi için son derece önemlidir. Yani haber alma özgürlüğü ama doğru haber alma.
Devletin hayat damarı egemen otoritedir, yani yasama organıdır, yani meclistir. Yasama devletin kalbidir. Yürütme de devletin tüm diğer organlarını hareket ettiren beynidir.
Beyin felç olduğu zaman insan yine de yaşayabilir ama kalp durduğu zaman hiçbir canlı yaşayamaz. Bu nedenle devlet yasama gücüyle yaşar.
Atatürk’ün ilk iş olarak 23 Nisan 1920’de niye meclisi açmış olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Yine 15 Temmuz 2016’da niye TBMM’ye saldırıldığını şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Zira birincisinde milleti var etme, ikincisinde ise milleti yok etme düşüncesi vardır.
Asolan Demokratik Cumhuriyettir
Cumhuriyeti betonarme karkas (demirli betonla yapılmış yapı) bir bina olarak düşünün. Onun değeri, sizin onun dışını ve içini nasıl döşediğinize bağlı olacaktır. Yani o binanın içini/odalarını demokrasi ve insan hakları ile mi, hukukun üstünlüğü ile mi, adalet ile mi, eşitlik ve özgürlükle mi, dışını “yurtta barış dünyada barış” felsefesiyle yani iyi bir dış politika ile mi, velhasıl ne ile ve nasıl döşediğiniz o binanın o cumhuriyetin niteliğini ortaya koyacaktır. Yani demem şu ki, eğer ortada bir eksiklik, yanlışlık varsa, o yanlışlık cumhuriyet rejiminde değil sizdedir, sizin tutum ve davranışlarınızdadır.
Ünlü sosyolog İbn-i Haldun der ki,
Devletler için tarihin bir döngüsü vardır. Hemen hemen her devlet her 100-150 yıl arasında ya kendini yeniler zamana ayak uydurur yaşamaya devam eder ya da tarihin tozlu raflarında yerini alır. Bu bağlamda Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren kendisini dört defa yenilemiştir, zamanın ruhuna ayak uydurmuş ve yaşamaya devam etmiştir. Ancak yirminci yüzyıl başlarında bunu başaramadığı için tarihe mal olmuştur. Fakat millet ve yöneticileri yani Mustafa Kemal Atatürk zamanın ruhunu kavramış, yeni bir devlet kurmuş ve bu devleti de cumhuriyet ile taçlandırmıştır. Mesele bundan ibarettir.
Kısaca Cumhuriyet;
10.Ve kısaca Cumhuriyet, Behçet hocayı Dürdane Köyü’nden alıp profesör yapan rejimdir.
Atatürk ve Cumhuriyet
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, iyi bir asker, iyi bir devlet adamı olduğu kadar aynı zamanda iyi bir fikir adamıdır.
Atatürk bir eylem adamıdır, bir devrimcidir. Devrimlerinin hedefi de Türk toplumunu çağdaş, uygar bir toplum ve devlet yapısına kavuşturmaktır.
Peki, bu çağdaş modern devletin siyasi, sosyal ve ekonomik yapısı nasıl olacaktır?
Atatürk’ün devlet anlayışı bireyci, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve laik bir devlet anlayışıdır.
Bu devlet anlayışının sosyal yapısı bireye dayanacaktır. Birey devletin, toplumun kaynağı ve aynı zamanda da amacı olacaktır. Yani her türlü hakkın kaynağı birey olacaktır. Çünkü özgür olan ve sorumluluk duygusuna sahip olan tek varlık yalnızca insandır. Dolayısıyla devletin temeli ve amacı da bireydir ve haklarının korunmasıdır.
Atatürk özgürlüklerin demokrasi ilkesine dayalı cumhuriyet yönetiminde gerçekleşebileceğini söyler. Çünkü demokrasi yönetimi özgürlükleri tanır, onlara saygı gösterir ve onları korur.
Atatürk’ün öngördüğü devlet sistemi her yönü ile laik bir devlettir.
Bu devlette bireyleri birbirine bağlayan bağ, aynı millete mensup olma bağıdır. Bir topluluğu ulus yapan ise birlikte yaşama istek ve iradesidir.
Atatürk’ün öngördüğü devlet sistemi ulusal devlettir.
Bu devlette siyasal güç ulusta olacaktır. Yani siyasal gücün kaynağı ve sahibi ne Tanrı ne de tek bir kişidir. İktidarın kaynağı da, sahibi de millettir. Egemenlik kayıtsız ve şartsız millete ait olacaktır. İktidarı kullanan kişiler yetkilerini doğrudan doğruya milletten alacaktır. Hiçbir şahıs, sınıf ya da zümre iktidarda hak iddia edemez ve hiç kimse milletten kaynaklanmayan bir gücü kullanamaz.
Milli egemenlik ilkesi cumhuriyet yönetimini, halk yönetimini getirir. Milli egemenlik ilkesi demokrasi düşüncesinin uygulanış ve gerçekleşme biçimidir.
Cumhuriyet yönetiminin üstünlüğü diğer yönetimlerle karşılaştırıldığında ortaya çıkar.
Gücünü ve yetkisini Tanrı’dan aldığını ve yalnız Tanrı’ya karşı öbür dünyada hesap vereceğini varsayan, düşünen; devleti ve ülkeyi özel mülkü kabul eden bir hükümdar/padişah/sultan/kral adı her neyse hiçbir kayıt kabul etmez.
Böyle bir yönetimde milletin özgürlüğü, varlığı söz konusu dahi olamaz. Böyle olunca monarşi yönetimi demokrasi ve milli egemenlik ilkesi ile bağdaşmaz.
Yönetimin belli kişilerin ve sınıfların elinde bulunması da kabul edilemez. Bu yönetim tarzı millete ait egemenliği kendi çıkarları için zorla ele geçirmesinden başka bir şey değildir.
O zaman Cumhuriyet ile sultanlık / padişahlık arasındaki fark nedir?
Milli egemenlik ilkesinin uygulaması olan cumhuriyet ile sultanlık / padişahlık arasındaki fark ise cumhuriyetin erdeme dayanan bir yönetim olmasına karşılık, sultanlık / padişahlık korku ve tehdide dayanan bir yönetimdir.
Cumhuriyet, ahlaki erdeme dayanan bir yönetimdir.[1] Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet yönetimi, erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir.
Bir yönetimin iyi ya da kötü olduğunu anlamak için bu yönetimin amaçlarını gerçekleştirip gerçekleştirmediğine bakmak gerekir.
Ve yönetimlerin başlıca iki amacı vardır, biri milletin korunmasıdır, diğeri ise milletin refahının sağlanmasıdır. Bu iki amacı gerçekleştiren yönetimler iyi, gerçekleştirmeyenler ise kötüdür.
100 yıllık cumhuriyet yönetimine baktığımızda da bu iki hususun layıkıyla yerine getirilmiş olduğunu görüyoruz.
Cumhuriyet, çelişkiler yerine dengeyi, uzlaşmazlıklar yerine barışı, ayrılık ve farklılıklar yerine birliği, parçalanmak yerine bütünleşmeyi hedef almış ve Türk toplumunun tarihsel niteliklerini kaynak kabul ederek bu topluma her şeyden önce iç ve dış barışı getirmiştir.
Türkiye Cumhuriyetini mucize olarak da tarif edemeyiz. Özünde Atatürk’ün ve Türk milletinin mücadelesi, alın teri, emeği, çalışması, fikir ve düşünceleri vardır. Cumhuriyetin özünde akıl ve bilim vardır, millet vardır. Cumhuriyet Atatürk ve millet gerçeğidir.
Atatürk ve Cumhuriyet
Bildiğim kadarıyla Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Türkiye’de tek vakıf destekli devlet üniversitesi. Üniversiteyi kuran ve destekleyen İzzet Baysal Vakfı’dır. Üniversite açıldığında büyük hayırsever rahmetli İzzet Baysal’a soruyorlar, “en büyük eseriniz yani üniversiteniz bugün açıldı, ne hissediyorsunuz.” Rahmetli şöyle cevap veriyor: “birincisi üniversite benim değil, devletimin ve milletimindir; ikincisi, benim en büyük eserim üniversite değil İzzet Baysal Vakfı’dır. Eğer ben bu vakfı kurmamış ve tüm mal varlığımı da bağışlamamış olsaydım başta üniversite olmak üzere tüm bu eserler olmazdı.”
Şimdi bunu Atatürk, Cumhuriyet ve kazanımları yani Atatürk’ün “benim en büyük eserim Cumhuriyettir” sözü bağlamında düşünürsek durumu daha iyi anlamış oluruz. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapı taşı, temel ilkesi “Cumhuriyet’tir”. Çünkü Cumhuriyet olmadan kazanımları da ve eserleri de olmaz.
Demokratik bir Cumhuriyet rejiminin ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamak için Ortadoğu ülkelerine bakmanız yeterli olacaktır.
Son söz
Sevgili dostlar,
Ancak şunu bilmeliyiz ki, milletimiz / devletimiz / cumhuriyetimiz dün olduğu gibi bugün de bazı iç ve dış mihrakların/düşmanlarının hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Bugün içte ve dışta yaşadığımız, milletimize / cumhuriyetimize yönelik düşmanca oyunlar Türk milletinin birlik ve beraberliğini, toprak bütünlüğünü bozmaya yöneliktir.
Bu geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de olacaktır. Ancak Türk milleti geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu tür oyunları birlik ve beraberlik içinde bozacaktır. Dolayısıyla sürekli dış güçler demekten vazgeçelim. Asolan iç güçlerdir. Eğer biz içerde güçlüysek ki tarih bize bunu gösteriyor, dış güçler vız gelir tırıs gider. Bugün gelirler, yarın giderler, yarın gelirler öbür gün giderler kısaca geldikleri gibi giderler. Yeter ki biz birlik beraberlik içinde olalım, Atatürk’ün gösterdiği yolda olalım.
Sevgili dostlar,
Bugün yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen biz inanıyoruz ki; başta Atatürk ilke ve devrimleri olmak üzere milli ve çağdaş değerlere bağlı, insanını çağın gerektirdiği bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun bir şekilde eğitmiş, güçlü bir Türkiye, üzerinde oynanan çirkin oyunlara son vereceği gibi jeostratejik ve jeopolitik yeri itibariyle dünya barışının ve bugünkü mevcut uluslararası dengenin mihenk taşını teşkil edecektir.
Bunlar, yani tüm olumsuzluklar, sorunlar bir gün elbet bitecektir, mazi olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan Atatürk ilke ve devrimlerinin ışığında medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.
Sözlerimi büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün şu güzel sözüyle bitirmek istiyorum;
“Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan ilkelerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”
Ya da daha güncel bir ifadeyle;
Cumhuriyet’le kalın, Atatürk’le kalın, Atatürk ilke ve devrimlerinin aydınlattığı yolda kalın, sevgiyle kalın. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınız ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 101. Yılı Kutlu Olsun. 29 Ekim 2024. BKY.
Erdem: Ahlakın övdüğü, ahlaklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adıdır.
Devletlerin birbirlerine karşı savaş hazırlıkları, yirminci yüzyıla kadar yalnızca düşman silahlı gücüne karşı yapılırken, yakın zamandan itibaren söz konusu hazırlıklar tarafların birbirlerinin tüm milli güç unsurlarına karşı yapılmaya başlamış, böylece cephe gerisinde ve cephe savaşı öncesinde bir savaş stratejisi ortaya çıkmıştır. Devletler bu duruma “Topyekûn Savaş” adını vermişler, bu da “Milli Güvenlik” kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Devletler, diğer devletler üzerindeki milli çıkarlarını gerçekleştirebilmek için içeriden ve/veya dışarıdan gereğinde kullanılmak üzere potansiyel tehdit yaratılması için sürekli çabalar sarf edilmiş ve politikalar oluşturulmuştur. Yaratılan potansiyel tehdidin, ne zaman ve nasıl kullanılacağı hakkında politikalar ve stratejiler geliştirilmiştir. Karşıtında ise, karşı potansiyel tehdit ile onun politikası ve stratejisi ortaya konulmuştur. Bu oluşum, tarihi süreç içerisinde de devam etmiştir.
Bu durumda milli güvenlik; devletin anayasal düzenini, milli varlığını, bütünlüğünü, uluslararası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik bütün çıkarları yanında, uluslararası antlaşmalarla tespit edilen haklarını her türlü iç ve dış tehditlere karşı koruması ve kollamasıdır. Kısaca; milli güvenlik, devletin kendisini yıpratmak amacıyla yapılan veya yapılacak olan her türlü faaliyete karşı bir takım tedbirler alması gereğidir.
İnsanlar, çalışma hayatlarında amaçladıkları hedefe ulaşabilmek ve başarmak için bir güç sarf etmek zorundadır. Bu güç, maddi olabileceği gibi, maddi-manevi bir nitelik de taşıyabilir. Kişi hayatında geçeri olan bu ilke, devlet hayatı için de geçerlidir. Dolayısıyla milli güç, bir ulusun, ulusal hedeflerine ulaşabilmek amacıyla kullanılabilecek maddi ve manevi kaynakların toplamıdır. Başka bir ifadeyle, bir devletin, diğer devletler karşısında arzuladığı sonuçları elde etmesini sağlayan imkân ve kabiliyetlerin toplamıdır. Milli güç, siyasi, askeri, ekonomik, nüfus, coğrafi, bilimsel ve teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel güçlerin birleşiminden oluşur. Türk milleti, Kurtuluş Savaşı’nda, milli gücün sıraladığımız bu tüm unsurlarını çok iyi kullanabildiği için başarılı olmuştur.
Anadolu, kabul etmek gerekir ki, dünyanın en önemli jeopolitik ve jeostratejik konumlarından birisine sahiptir. Yer altı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği yanında, genç, dinamik ve kültürel değerleri yüksek bir topluma sahiptir. Bu nedenlerle sosyal, siyasal ve ekonomik açılardan arzulanan noktaya gelen bir Türkiye Cumhuriyeti’nin bölge ve dünya üzerinde oynayacağı rolü takdir etmek hiç de zor olmasa gerek. Dolayısıyla Türkiye açık ya da gizli birçok oyun ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu şekilde yıpratılan Türkiye’nin bir dış saldırı ile sahip olduğu Anadolu’dan mahrum bırakılmak istendiği, kabul edilmesi zor olmayan bir amaçtır. İşte bütün bu oyunların ve amaçların önüne geçmede vatandaşların bilinçli olması gerekir. Dış güçler ile onların ülkemizdeki iş birlikçilerinin toplumumuzda yaratmak istedikleri kavga ortamına karşı bilinçli olmak, birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmek ve yurttaş olmaktan kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirmek durumunda olduğu sürece, milletimizin milli hedefler ile milli menfaatler konularında önemli problemler ile karşı karşıya kalmayacağı açıktır.
Türkiye, son yıllarda demografik yapısıyla bilinçli olarak oynanarak bölünmek amaçlı birtakım faaliyetler ile karşı karşıyadır. Tarihsel kökenleri olmayan bu hareket, sonuçsuz kalmaya mahkûm ise de, Türkiye üzerinde oynanan oyunların ne derece olumsuz yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Türkiye’de görülen yıkıcı faaliyetlerin amacı; laik-demokratik sistemi değiştirmektir. Bu amaçla da yıllardır ülkemizde birtakım faaliyetler yapılmakta ve dışarıdan da desteklenmektedir. Bu yıkıcı faaliyetlerden biri de irticai faaliyetlerdir. Osmanlı Devleti’nin yenileşme çabalarından itibaren başlayan irtica hareketleri, Türkiye Cumhuriyeti’nde artan oranda devam etmiştir. İrticai faaliyetlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik-demokratik yapısını değiştirerek yerine teokratik, yani din esasına dayalı bir devlet kurmaktır. Böyle bir devletin, Osmanlı Devleti’nde ne gibi olumsuz sonuçlar ortaya çıkardığı biliniyorken, günümüzde aynı yönetim biçimine sahip devletlerin yaşadıkları gözlerimizin önünde iken, Türkiye’nin irticai hareketlerle karşı karşıya kalması çok anlamlıdır. Emperyalist güçler, laik-demokratik bir sistemde güçlenen Türkiye’nin, egemenlikleri altındaki ülkelere örnek olmasından rahatsızlık duymaktadır. Şurası açıktır ki, demokratik devletlerin başkaları tarafından sömürülmesi mümkün olamamaktadır.
Anadolu topraklarda bir bütün olarak yaşamak, onu “vatan” kabul ederek “vatanseverlik” duygu ve düşüncesi içerisinde hareket etmek aklın gereği olduğu kadar da mantığın gereğidir. Yakın zaman Türk tarihi göstermiştir ki, dışarıdan kaynaklanan ve içeriden desteklenen tüm hareketler milletimize zarar ve acı vermekten başka bir sonuç doğurmamıştır. Türk milleti, yaşadığı sorunları laik-demokratik sistem içerisinde çalışarak aşmasını bilecektir. Türkiye, iç ya da dış kaynaklı, nedeni ne olursa olsun sorunlarını çözerek her zaman güçlü bir devlet olmak zorundadır.
Bir ülkede yaşayan insanların sayısı, nüfus gücünün başlıca etkenlerinden biridir. Ancak nüfus, devletlerin gücü karşılaştırılırken sadece sayı bakımından ele alındığında, her zaman avantaj veya dezavantaj belirlemez. Ancak, her ne olursa olsun nüfus, potansiyel bir güçtür ve bu bakımdan değer taşır. Başka bir deyimle, planlı ve programlı bir şekilde gelişim sağladıkça, ona paralel biçimde aktif hale gelir ve gerçek bir güç unsuruna dönüşebilir. Türkiye, sahip olduğu genç nüfusu değerlendirebildiği takdirde nüfus gücü açısından milli güce büyük katkıda bulunacaktır. Fakat nüfus artışı, ülke kalkınmasının üzerinde ise ortaya birçok sorunun çıkacağı açıktır. Türkiye, nüfus artışı, ekonomik kalkınmasının üzerinde olan bir ülke olarak başta eğitim, maliye ve işsizlik olmak üzere çeşitli sorunlar yaşamaktadır.
Savaşlarla işgal edilemeyen Türkiye, bugün adına sığınmacı denilen milyonlarca ne olduğu belli olmayan insanın istilası, işgali altındadır. İşte bu durum tam bir milli beka meselesidir. Bu duruma seyirci kalınmasının bir tek izahı vardır… Öyle görünüyor ki, “Şark Meselesi” hortlamıştır. Bu gidişle yakın bir zamanda “Hasta Adam” metaforu da hortlayacaktır. Yine öyle görünüyor ki, orta vadede ülkedeki demografik yapı Türk milletinin aleyhine bozulacaktır. Türk milleti azınlık durumuna düşecek ve tarihte olduğu gibi yine aşağılanacaktır. Ülkenin ise teokratik bir federasyona dönüşebileceği tehlikesi var olacaktır. Bugün tehlike doğudan değil batıdan ve dışarıdan olduğu kadar da içeriden gelmektedir.
Geçmişten günümüze Türkiye üzerinde oynanan oyunlar “Şark Meselesi”nin bir parçasıdır. Zaman içinde adı değişse de özü değişmemiştir; Mesela bugünün Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gibi.
Tarihi kökeni oldukça eski olan ve Avrupa’yı fazlasıyla meşgul eden “Şark Meselesi”ni iki kısımda değerlendirmek mümkündür. Birincisi, 1071-1683 arasındaki dönemdir. Bu dönemde Avrupa savunmada, Türkler ise taarruz halindedir. Bu dönemi kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Türkleri Anadolu’ya sokmamak; 2) Türkleri Anadolu’da durdurmak; 3) Türklerin Balkanlara geçişini önlemek; 4) İstanbul’un Türkler tarafından fethini önlemek ve 5) Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerleyişlerini durdurmak.
Şark Meselesi’nin kabul edilen bu hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu’ya girmiş, Rumeli’ye geçmiş, Balkanları zapt etmiş ve Viyana kapılarına dayanmıştır. Fakat 1683 tarihinde Viyana’da yenilgiye uğramasıyla, Şark Meselesi’nin birinci safhası sona ermiş, ikinci safhası başlamıştır.
Bu safhada; Türkler savunmada, Avrupa taarruzdadır. 1923 yılına kadar devam eden bu safhada ki Şark Meselesi’ni ise kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Balkanlardaki Hıristiyan milletlerini Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak; 2) Kurtulamazlar ise, Hıristiyanlar için reform istemek, Hıristiyan halkları için müdahale etmek; 3) Türkleri Balkanlardan tamamen atmak; 4) İstanbul’u Türklerin elinden geri almak; 5) Başta Anadolu olmak üzere Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıklar için reform yaptırmak, onların özerklik ve bağımsızlık kazanmasını sağlamak ve 6) Anadolu’yu paylaşmak ve Anadolu’daki Türk varlığıma son vermektir.
Görüldüğü gibi gerek Balkan ve gerekse Ortadoğu ve Türkiye ile ilgili tüm sorunların ortaya çıkış sebebi; Şark Meselesi’nin uygulamaya konulması temel düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Günümüzde de Ortadoğu, Filistin, Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Ege, irtica ve bölücülük sorunu olarak mevcut olan Şark Meselesi, jeostratejik ve ideolojik görünümüyle varlığını sürdürmektedir.
Batı daima bir ötekine karşı birleşmiş, bir “öteki” yaratmıştır. Bu “öteki” tarih boyunca Araplar, Ortodokslar, Yahudiler, Ruslar fakat en uzun süre Türkler “öteki olmuştur. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası Batı yeni “öteki”ler yaratma peşinde olmuştur. Batı için, Ruslar ve Türkler tekrar “öteki” olmuş gibi görünüyor.
1990’lar ve 2000’li yıllar dünyada yeni değişmelerin ortaya çıktığı yıllar oldu. Bu yeni değişimin ekonomik ve siyasi olduğu kadar sanat ve kültür boyutu da oldu. Fakat iktisadi ve siyasi nedenleri ağırlıklı olarak bu değişimin lokomotifleri oldu. Yine bu yıllar Batı’nın bütün dünyaya tek boyutlu bir yapılanmayı getirme çabalarının yaşandığı dönemlerdir. Bu tek boyutluluğun oturtulmak istendiği temel de; Batı’nın her alanda egemen olduğu bir dünyanın kurulması yani kapitalizmin egemen olduğu bir dünyanın oluşturulması; başka bir ifadeyle güçlü azınlığın, zayıf çoğunluğa egemen olduğu bir düzen. Zira ulusal politikalar, vahşi kapitalizmin en fazla rahatsızlık duyduğu politikalardır. Bunun sebebi ise çok basittir; ulusal politikalar, ulusal çıkarların korunmasına öncelik tanır. Bu ise çok uluslu şirketlerin ve bunların arkasındaki büyük devletlerin hiç hoşlanmadıkları şeydir.
1990’larda yani Soğuk Savaş sonrasında başlayan değişimin günlük hayata yansımalarını şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Toplumsal ögelerin yerine bireysel ögelerin ağır basması; herkesin kurallarını kendi koyduğu ya da hiç kural tanımadığı bir dünya düzeni. Değerler sistemini yok sayma modası; 2) Teknolojik gelişmenin insana egemen olduğu bir düşünce, kültür, sanat anlayışının yaygınlaşması; insanın, teknolojinin bağımlısı olması; 3) Kaba, basit, maddeci ögelerin öne çıkması; öz yerine biçimin ağırlık taşımaya başlaması; 4) Her şey gridir, her toplum mozaiktir, toplum yoktur-topluluk vardır felsefesinin yaygınlaştırılması; 5) Az gelişmiş ülkelerin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel kimlik bunalımı içine itilmesi.
Günlük yaşama yansımış görünen bu tür hareketlenmeler aslında egemen güçlerin ekonomik ve siyasal tercihlerinin ve politikalarının bir sonucu olarak yaşanmaktadır. Sistemin mantığı ve felsefesi ise çok net ve basittir; sel sularına karşı barajlar kalksın; barajlar, kafalardaki ulusal değerlerdir ve esas amaç da bu değerlerin değiştirilmesine yöneliktir.
Bugün müttefik dediğimiz Batı tarafından her alanda sıkıştırılmakta olan Türkiye’nin bölgesindeki büyük ülkelerle işbirliğini geliştirerek Batı karşısında denge kurması gerekiyor. Zira Batı’nın Türkiye üzerindeki yeni talepleri, Türkiye’ye başka bir seçenek bırakmamıştır. Türkiye bu seçenek ile içinde bulunduğu bölgede yarınını güvence altına alıp, bölgenin güçlü ve büyük bir ülkesi durumuna gelebilir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihi, coğrafi, kültürel ortam, kısaca jeopolitik yapı; Türkiye’nin uzun dönemli çok yönlü ve çok seçenekli, Batı’dan bağımsız politikalar üretmesini gerektirmektedir. Bunun için Atatürkçülüğün temel ilkelerinden olan tam bağımsızlığı, kayıtsız şartsız milletimizin egemenliğini, kısaca Cumhuriyetimizi Atatürk’ün kurduğu şekliyle korumamız gerekmektedir. Zira Türk Devrimi Batı kültürü ile entegrasyonu değil, Batı kültürü ile uyumu aramıştır. Türk Devrimi dinamiktir. Evrimleşerek devam etmekte, canlılığını korumaktadır. İnsan hakları ve hukuk devrimini içeren politik yönü ile gelişmesini sürdürmektedir. Dolayısıyla geleceğimizi bağlamayan, gelişmelerin değerlendirilmesine olanak verecek özgün politik seçenekleri ancak, bağımsızlığımızı, egemenliğimizi koruduğumuz ölçüde gerçekleştirebiliriz. Kısaca ulusal amaçlarımız yönünde gelişmenin en büyük güvencesi bağımsızlığımız ve egemenliğimizdir.
Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında devraldığı mirasa oranla çok büyük mesafeler almasına rağmen henüz istenilen noktaya gelememiştir. Fakat milletimiz, laiklik ve demokrasiye sahip çıktıkça, bilinçli davranıp tahriklere kapılmadığı sürece milli menfaatlerini korumada daha sağlam adımlar atacaktır.
Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Açılması ve Türkiye’de Milli Egemenlik İlkesinin Gerçekleştirilmesi
“Bence meclis nazariye değil, hakikattir. Hakikatlerin en büyüğüdür.”
“Ben kerameti, meclisten bekleyenlerdenim.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Milli Bayram Nedir?
Her millet, tarihi süreçte geçirdiği iyi ve kötü olayları, gelecek nesillere aktararak, onların bu olaylardan ders almalarını sağlamak ister. Bu durum, milletlerin geleceklerini güvence altına almak düşüncesiyle yakından ilgilidir. Çünkü böylelikle yeni nesiller, ileride bu tür olaylarla karşılaştıkları zaman, bu olaylara bakarak yapmaları gereken işler hakkında fikir sahibi olabileceklerdir. Bu düşüncenin eseri olarak, Milli Mücadele’yi gerçekleştirerek, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar da, Milli Mücadele’nin hangi şartlarda kazanıldığı ve Cumhuriyetin nasıl kurulduğu hadisesinin bütün millet ve yetişecek yeni nesiller tarafından bilinmesini ve ona göre sahip çıkılmasını istiyorlardı. Bunu da, Milli Mücadele içerisinde önemli olayların yaşandığı günleri, birer Milli Bayram olarak kabul etmek ve kutlamak şeklinde yaparak, ilelebet yaşatmak düşüncesinde idiler. Bu amaçla, daha 23 Nisan 1921’de TBMM’ne verilen bir önerge ile 23 Nisan gününün Türk Milleti’nin bağımsızlığını elde ettiği gün olarak resmi bayram kabul edilmesi ve kutlanması istenmişti. Aynı gün kabul edilen bu önerge ile daha o tarihte 23 Nisan, Milli Bayram olarak kabul edilmiş ve kutlanmıştır.
Egemenlik ve Milli Egemenlik Nedir?
Günümüzde çağdaş ve modern devlet olmanın temel şartı, şüphesiz, milleti ve onun tercihlerini önemli addederek, iktidar gücünün millete ait olduğunu kabul etmektir. Yani Milli Egemenlik ilkesinin gerçekleştirilmesini benimsemektir. Bu anlamda Milli Egemenlik ilkesi, devlet olmanın temel unsurlarından birisi durumundadır.
Milli Egemenlik ilkesini güvence altına alarak, bunu uygulayan devletler ise, aynı zamanda milletlerinin bağımsız ve çağdaş bir konuma gelebilmesini sağlamanın temel şartını yerine getirmiş olurlar.
Egemenlik (Hâkimiyet); egemen olma, hâkimlik, üstünlük, amirlik manalarına gelir ve hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün gücü ifade etmek için kullanılır. Egemenlik, devlet kudretinin bir vasfıdır. İç hukukta en üstün kudreti, uluslararası hukukta da bağımsız bir gücü ifade eder.
Milli Egemenlik ise, bir milletin kendi kaderine hâkim olarak, kendi geleceğini tayin etme gücünü elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek heyeti seçmesi anlamına gelir. İç görünüşü itibarıyla demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ortaya koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, yani dışa karşı millet birliğini ve bütünlüğünü ifade eder.
Milli Egemenlik, bir kişi veya sınıfın egemenliğinden uzak olarak, milletin kendi yönetiminde söz sahibi olması anlamına geldiğinden, milletin genel iradesinin ortaya konulmasını sağlar ve iktidarın, kayıtsız şartsız millete ait olmasını ifade eder. Milli Egemenlik anlayışında millet, kendisini oluşturan fertlerden ayrı, onların üstünde bir kişiliğe, bir iradeye sahiptir ve egemenlik bu kolektif kişiliğe aittir.
Milli Egemenlik, millet iradesini hâkim kılması münasebetiyle demokrasinin temel şartıdır. Bu sebeple, bütün demokratik rejimlerde en üstün kuvvet ve devlet yönetimi konusunda belirleyici unsur olarak, devlete yön verirken, aynı zamanda devlet fonksiyonlarının oluşmasını da sağlar.
Milli Egemenlik, insanlık tarihinde başlı başına kuvvet kaynağı olan ve kuvvet doğuran fikirlerden birisi olarak, devletlerin yapısını değiştirebilecek ve tarihin akışını etkileyebilecek kadar etkilidir. Dolayısıyla, insanlık tarihi açısından büyük öneme sahiptir.
Atatürk’ün Milli Egemenlik Hakkındaki Düşünceleri
Atatürk’e göre egemenlik, devlet kavramının özünde var olan siyasi bir nüfuz olup, milleti dışta temsil ve başka milletlere karşı savunma yetkisini içeren bir güçtür.
Atatürk, Milli Egemenliği ise, bağımsızlık ve demokrasi olarak algılayarak, emperyalizme, istibdada ve esarete karşı, milletin haklarını savunmak olarak değerlendirmiştir.
Atatürk’e göre Milli Egemenlik, devlet ve milletin mukadderatında güçlü ve hâkim unsur olması gereken bir değerdir. Çünkü Milli Egemenlik, adaletin, eşitliğin, hürriyetin dayanağı ve milletin namusu, haysiyeti, şerefidir. Bu sebeple Atatürk, Milli Egemenlik ilkesini devletin temel unsurlarından birisi haline getirmeye çalışmıştır. Bundan amaç ise, siyasi, sosyal ve ekonomik yönden, yabancı etkilerden uzak, milli iradeden oluşmuş bir toplumun meydana gelmesini sağlamaktır.
Atatürk, Milli Mücadelenin başlangıcından, kendisinin hayata veda ettiği ana kadar, her fırsatta Milli Egemenliği Türk toplumuna benimsetmeye çalışmış, her zaman kişisel yönetimin sakıncalarıyla Milli Egemenliğin üstünlüklerini çarpıcı şekilde karşılaştırmıştır. Çağdaş bir topluma ve çağdaş bir devlete yakışan yönetim şekli, ancak Milli Egemenliğe dayanan sistemdir. Dolayısıyla Atatürk’e göre Milli Egemenlik, sadece Saltanatın değil, eski veya yeni bütün kişisel yönetim biçimlerinin karşıtıdır. Atatürk’e göre,
“Türkiye devletinde ve Türkiye devletini kuran Türkiye halkında tacidar (taç sahibi) yoktur, diktatör yoktur. Tacidar (taç sahibi) yoktur ve olmayacaktır. Çünkü olamaz… Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da Milli Egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve varlığıdır.”
Yine Atatürk’e göre, “toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin istikrarının ve korunmasının sağlanması, ancak ve ancak tam ve kesin manasıyla Milli Egemenliğin gerçekleşmiş bulunmasına bağlıdır. Dolayısıyla hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası Milli Egemenliktir.”
Bu nedenle Atatürk Milli Egemenliği, devletimizin ebed-i müddet olması, ülkemizin kuvvetlenmesi, milletimizin refah ve mutluluğu ile hayatımız, namusumuz, şerefimiz, istikbalimiz, bütün mukaddesatımız ve nihayet her şeyimiz için mutlaka en kıskanç hislerimizle, açık teyakkuz ve intibahlarımızla ve bütün kuvvetimizle muhafaza ve müdafaa etmemiz gereken bir değer olarak görmüştür.
Bu sözleriyle, Milli Egemenliğin bir millet için ne anlama geldiğini açık bir şekilde ortaya koyan Atatürk, “Milli Hâkimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar” ifadesiyle, Milli Egemenlik ilkesinin gücünü ortaya koyarak, devlet hayatındaki önemini vurgulamıştır.
Atatürk’ün Milli Egemenlik ilkesine sadece düşünceleriyle değil, derin kişisel duygularıyla da ne kadar bağlı olduğu, annesinin ölümünden birkaç gün sonra onun mezarı başında yaptığı şu konuşmada görülmektedir:
“Valdem bu toprağın altında, fakat Milli Egemenlik ilelebet payidar olsun. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur… Valdemin mezarı önünde ve Allah huzurunda and içiyorum, bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve belirttiği egemenliğin muhafaza ve müdafaası için icab ederse valdemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Milli Egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”
Ayrıca Atatürk, Milli Egemenlik kavramına Türk Milletinin ve kendi yüksek fikirlerinin damgasını vurarak hareket etmiş ve bu kavramı izah ederken de millete ve milletin fikrine ağırlık vererek, bunun üzerinde ısrarla durmuştur.
Meclisin açılışından önceki devrede hemen her tarafta beliren isyanlar ve işgaller herkesi ürkütürken, Atatürk’ün Ankara’da sükûnetle ve telgraf başında bambaşka işlerle uğraşması çevresindekileri şaşırtıyordu. Ona “cepheye git”, yahut “ordu kur, orduyla uğraş” gibi telkinler yapılmıştır. Fakat onun cevapları daima beklenmedik şekildedir. Mesela, şu cümleler onundur;
“Önce meclis, sonra ordu. Ordu demek, yüz binlerce insan, milyonlarca servet zaman demektir. Buna iki üç şahıs karar veremez. Ben kerameti, meclisten bekleyenlerdenim. Bir devre yetiştik ki onda, her şey meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet, ancak milli kararlara istinad etmekle, milletin umumi meyillerine tercüman olmakla hâsıl olur. Hiç korkmayalım, o esaret ve zillete razı olmaz. İş onu bir araya toplamakta… İşte şimdi ben bu yoldayım. Bu yolun çok sağlam bir yol olduğuna inanıyorum. Bence meclis nazariye değil, hakikattir. Hakikatlerin en büyüğüdür. Orduyu yapacak olan millet, fakat millete niyabeten de (vekil olarak ta) meclistir.”
Türkiye’de Milli Egemenlik Nasıl Gerçekleştirildi?
Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesinin gerçekleştirilmesi, tamamen Atatürk’ün bu konudaki düşünce ve çalışmalarının sonucudur. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleri, Osmanlı topraklarını kâğıt üzerinde paylaşmışlar ve Türk Milletinin siyasi varlığına tamamen son vererek, üzerinde yaşadığı bin yıllık vatanını küçük bir bölge dışında elinden almışlardı. Dolayısıyla bunun tabii bir sonucu olarak, 1 Kasım 1918’den itibaren Türk vatanının bazı yerleri işgal edilmiş, Türk ordusu dağıtılmış ve ülke içinde çeşitli ayrılıkçı örgütler ayaklanmalar başlatmışlardı. Ülkenin içinde bulunduğu bu durum karşısında, ilk önce Anadolu ve Trakya’nın çeşitli şehir ve kasabalarında yaşayan vatansever kişiler tarafından, Müdafaa-i Hukuk adı altında direniş cemiyetleri kurulmaya başlanmıştı. Ancak, temelde vatanı kurtarma amacıyla kurulan bu cemiyetler, farklı düşünceler nedeniyle, dağınıklık içinde bulunuyorlardı. Dolayısıyla, bu cemiyetleri birleştirerek, milli ve genel bir uyanış yaratacak mücadeleyi başlatmak gerekiyordu. İşte tam bu sırada, Türk Milletinin tarihi karakterine ve yıllarca süren siyasi gelişmelere uygun bir ses yükseldi. Bu ses Mustafa Kemal’den başkası değildi. Mustafa Kemal, bu durumda Milli Egemenliğe dayalı, bağımsız, yeni bir Türk Devletinin kurulmasından başka bir kurtuluş çaresinin olmadığını ortaya koydu. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün sonra, 9. Ordu Müfettişliği görevine atanan Mustafa Kemal, karargâhına aldığı bazı arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’dan Anadolu’ya hareket etti.
19 Mayıs 1919 Samsun: Doğuş
Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten, Milli Egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Çünkü Atatürk, Samsun’a ayak bastığı andan itibaren, hem içe, hem de dışa dönük olarak, Milli Egemenlik ilkesini gerçekleştirmek amacıyla hareket etmiştir. O, bu dönemde milli, dini ve batılı fikirleri yanına almış ve bunların senteziyle Anadolu’da tek idare, tek devlet, tek egemenlik, tek kumandan, tek meclis ve tek millet fikirlerinden hareket ederek, her alanda gerçek Milli Egemenlik ilkesini uygulamaya çalışmıştır.
Dolayısıyla, Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesinin genel anlamda ilk defa Atatürk’ün önderliğinde girişilen Milli Mücadele yıllarında uygulandığını söylemek mümkündür. Çünkü bu dönemde, memleketin içine düştüğü kötü durum karşısında, bazı aydınlar memleketin kurtarılması için bir büyük devletin mandasını kabul etmekten başka çare görmezlerken, Atatürk bunlardan çok farklı düşünmüş ve millete güveni esas alan bir hareketin peşinde olmuştur. O, memleketin içinde bulunduğu kötü durumu kastederek Nutukta;
“…Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da Milli Hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.”
22 Mayıs 1919’da Sadaret Makamı’na gönderdiği bir raporda; “Millet yekvücut olup, hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef ittihaz (kabul) etmiştir” şeklinde ifadelere yer vererek, milletin birlik ve beraberliği ile Milli Egemenlik ilkesini Milli Mücadelenin temel dayanağı yapmaya kararlı olduğunun ilk işaretini vermiştir. Milli Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden bu rapor, gerçekte, bir ihtilâl programından farksızdır.
Atatürk için artık tarihi görev başlamış bulunuyordu. Bundan sonra Osmanlı Devleti bir süre adeta iki elden idare edilecekti. Çünkü Atatürk her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul Hükümeti gibi halkı sükûnete değil, tersine onları harekete geçirmeye çalışacaktı. Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve milli teşekküllerle haberleşen, Türk milletini düştüğü kötü durumdan haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan, cemiyetler toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı.
28 Mayıs 1919 Havza: Uyanış
Nitekim 28 Mayıs 1919’da Havza’dan bütün memlekete, askeri ve mülki amirlere, Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetlerine gönderdiği bir genelgeyle İzmir’in işgalini protesto için yurdun her tarafında mitingler yapılmasını, halka felaketin büyüklüğünün anlatılmasını ve bunu köylere kadar yaymalarını istedi. Bunun üzerine memleketin her köşesinde İzmir’in işgaline tepki olarak mitingler yapıldı. İstanbul’da altı miting, Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabalarında toplam 96 miting tertip edildi. İstanbul mitinglerine ve Atatürk’ün Havza’daki faaliyetlerine ilk tepki işgal makamlarının onu İstanbul’a geri çağırmaları olmuştur.
22 Haziran 1919 Amasya: İlk Adım
Atatürk, başlattığı hareketi kişisel olmaktan çıkarıp halka mal etmek ve yavaş yavaş uyanmaya başlayan milli bilinci bir bütün kalıba döküp, tam bir milli kurtuluş mücadelesi başlatmak amacıyla, 22 Haziran 1919’da yayınladığı ve Milli Egemenliğe gidiş planı sayılabilecek Amasya Genelgesi’nde ise, “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ibaresine yer vererek, daha en başta millete olan güvenini ortaya koyarken, aynı zamanda bütün mücadelenin, millet iradesini hâkim kılmak için yapılacağını ve milletin kaderini bizzat kendisinin belirleyeceğini vurgulamıştı. Böylelikle Atatürk aslında Milli Egemenlik ilkesinin gerçekleştirileceğini de açık bir şekilde ifade ediyordu. Genelge, bölgesel değil, bütün ülkeyi içine alacak bir kuruluşu öngörmekte ve bu amaçla bir kongrenin toplanması gereğini belirtmektedir.
Amasya Genelgesi, Milli Egemenliğe dayalı yeni bir Türk devletinin kurulması yolunda atılan ilk adımdır. Türk milletine bu çağrının gerekçesini ve uygulanacak planı açıklamaktadır. Artık yüzyıllardır Türk milletinin kaderine hükmetmiş olan Padişah iradesine karşı ayaklanma başlamıştır. Nitekim Genelge ile birlikte İstanbul’a gönderilen mektuplarda, artık İstanbul’un Anadolu’ya egemen değil, bağımlı olmak zorunda olduğu belirtilmiştir.
Genelge, millet gerçeğine dayanarak alt üst olan düzenin yerine yeni bir düzeni öngörmektedir. “İstiklâl”, bu yeni düzenin parolası, milli iradeye dayanan “Milli Hâkimiyet” ilkesi de gücüdür.
Amasya Genelgesi’nin bir diğer önemi de, Türk Milliyetçiliği akımının, inkılâbın bir temel prensibi olarak değerlendirilmiş olmasıdır. Milliyetçilik Amasya Genelgesi’nden itibaren milli mücadelenin esası, özü, temel yapısı olmuş, milleti harekete getiren, ona milli şuur ve vicdanının sesini duyuran, politik tutumun hedeflerini gösteren prensip olmuştur.
Kısaca, Amasya Genelgesi, Türk İnkılâp Tarihinde, hukuki ve siyasi önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika olması bakımından özel bir değer ifade eder.
Devletin kaderinde, milletin söz sahibi olması anlamını taşıyan Milli Egemenlik ilkesinin, Milli Mücadele dönemi boyunca ve daha sonra da üzerinde durulacak en önemli hususlardan birisi olduğu, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kongreler düzenlenerek, halkın istek ve düşüncelerinin belirlenmeye çalışılmasından da açıkça anlaşılıyordu. Zaten sadece bu kongrelerin toplanması bile, millet egemenliğinin gerçekleştirilmesi yolunda atılmış önemli bir adımdı. Çünkü kongrelerde alınacak olan kararlar, milletin temsilcilerinin görüşleri doğrultusunda ortaya çıkacaktı. Bu da milletin girişilecek olan mücadelede söz sahibi yapılması demekti.
Milli Güçleri Etken ve Milli İradeyi Egemen Kılmak Esastır: Milli Egemenliğe Giden Yolda Mihenk Taşları: Erzurum ve Sivas Kongreleri
Bu çerçevede, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar arasında; “Kuva-yı Milliyeyi âmil ve İrade-i Milliyeyi hâkim (milli güçleri etken ve milli iradeyi egemen) kılmak esastır” ibaresinin bulunması, bütün bu çalışmaların Türkiye’de Milli Egemenliği gerçekleştirmek esasına dayandığı açıktır. Erzurum Kongresi için Atatürk şunları söylemektedir: “Milletin kaderinde söz sahibi olacak bir milli iradenin ancak Anadolu’da doğabileceğini açıklıkla belirttim ve milli iradeye dayanan bir millet meclisi kurmasını ve gücünü milli iradeden alacak bir hükümetin kurulmasını ilk çalışma amacı olarak gösterdim.”
Yine 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılan Sivas Kongresinin sonunda yayınlanan beyannamede de; “İstiklâlimizin temini için Kuva-yı Milliyeyi amil ve Milli İradeyi hâkim kılmak esastır” denilerek, Erzurum Kongresinde bu konuda alınan kararın aynen tekrarlanması, şüphesiz Atatürk’ün bu konudaki kararlılığının bir göstergesi olmuştur. Bu çerçevede, Atatürk’ün Sivas’ta çıkarttığı gazetenin adının İrade-i Milliye ve Ankara’da çıkarttığı gazetenin adının da, Hâkimiyet-i Milliye olması tesadüf değildir.
Bahtı Açık Ankara: Mustafa Kemal’in Ankara’ya Gelişi
Atatürk, Ankara’ya gelişinin ertesi günü (28 Aralık 1920) şehrin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmede şunları söylemiştir:
“Bir millet, varlığı ve hakları için bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz… Bu sebeple teşkilatımızda milli güçlerin etken ve milli iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli Egemenlik.”
Milli Yemin: 28 Ocak 1920 Misak-ı Milli’nin Kabulü
Türkiye’de Milli Egemenlik konusunda atılmış önemli adımlardan birisi de Son Osmanlı Mebusan Meclisinde 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli kararlarıdır. Misak-ı Milli ile her şeyden önce milli ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırları çizilmekle birlikte Türk Milleti, tam bağımsızlık şuuruna erişmiş ve millet olarak asgari haklarını istemiştir. Bu Misak (And), Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarındaki milli kurtuluş programını, milli hudutlarımızı daha geniş ve belirli kılarak tam bir hukuk ve siyaset anlayışı esaslarına oturtmuştur. Misak-ı Milli’nin kabulünden sonra İngilizler 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ederek, Son Osmanlı Mebusan Meclisini de dağıtmışlardır.
Ve Açılış: 23 Nisan 1920 TBMM’NİN Açılışı
İstanbul’un işgaliyle birlikte Osmanlı Devletinin tamamen etkisiz kaldığını ve milletin içinde bulunduğu kötü duruma bir çare bulmasının artık mümkün olmadığını gören Atatürk, milletin kurtuluşunu yine milletin kendisinin sağlayacağı düşüncesiyle ve Milli Egemenlik ilkesinin tam anlamıyla gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla, 19 Mart 1920’de bütün valiliklere, mutasarrıflıklara ve komutanlıklara bir genelge göndererek, Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip” yeni bir meclisin toplanmasını istedi. Bu genelgede yer alan hükümlere uygun olarak yapılan seçimler sonucunda belirlenen milletvekillerinin yanında, İstanbul’dan Ankara’ya gelmeyi başaran milletvekillerinin de katılmasıyla, yeni meclis 23 Nisan 1920’de Ankara’da açıldı.
Eşi Görülmemiş Bir Fedakârlık: İlk TBMM ve Özellikleri
İlk TBMM Türk Milletinin tarihteki mevkiine paralel yüksek seviyeli bir meclisti. Devletin oluşturduğu değil, devleti oluşturan bir meclisti!
İlk TBMM’nin özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1) Meclis her şeyden önce milli bir meclistir; 2) İdealist ve demokratik bir meclisti; 3) Olağanüstü hal meclisiydi; 4) Meclisin temeli ve bekası fedakârlık esasına dayanıyordu ve 5) Kahraman bir meclisti.
Meclis üyeleri tamamıyla Türklerden oluşmaktaydı. I. Meşrutiyet Meclisinde bulunan 130 üyenin 50’si gayr-i müslimdi. Meclisteki Müslüman olmayan üyeler, buradaki konumlarını kullanarak bir takım ayrılıkçı emellerini gerçekleştirme yolunda hareket etmişlerdir. II. Meşrutiyet Meclisinde de durum pek farklı sayılmazdı. II. Abdülhamid Meclisi o dönemde feshetmekle memleketin Meclis vasıtasıyla parçalanmasına engel olmuştur. Açılan yeni Meclis ise kendine ilk isim olarak “Meclis-i Kebir-i Milli” adını yakıştıran ve bu ruhu taşıyan kişilerden oluşmuştur.
Çok zor şartlar altında fakat demokratik yapılan bir seçim sonucunda tesis edilmişti. Halkın sosyal yapısı göz önünde bulundurulursa hemen hemen her kesimden, her tabakadan üye mevcuttu. Çarıklı köylüsü, sarıklı hocası, kalpaklı ve Avrupai kılıklı aydını ile tam bir kucaklaşmanın ve kaynaşmanın görüldüğü, herkesin kendi görüşünü “İstiklal-i tam ve İstihlas-ı Vatan” için hür olarak konuştuğu, seviyeli, seciyeli bir meclis idi.
İlk TBMM’nin yapısına bakacak olursak, tam üye sayısı 390 kişidir. Bunlardan 115 Memur, 61 Hoca, 51 Subay, 46 Çiftçi, 36 Tüccar, 29 Avukat, 15 Doktor, 10 Aşiret reisi, 8 Tarikat şeyhi, 6 Gazeteci, 2 Mühendis, 11 Kişi ise Öğretmen ve diğer mesleklerden idiler. İlk mecliste, bürokratların oranı %43, serbest meslek mensuplarını %20, tarım ve ticaret kesiminin oranı %19, din adamlarının oranı ise %17 idi. Her türlü inanç ve görüşü bünyesinde barındıran bir milli koalisyon görünümünde idi. Tek programları vardı. O da “Misak-ı Milli” denilen müşterek dava, memleketin esarete düşmemesi ve istiklalin kurtarılmasıydı. Bu davada herkes birleşiyordu. Ama bu programın uygulama şekilleri ve safhaları adım adım geliştikçe, memleket meselelerine çareler aranmaya başlanınca tabii olarak farklı görüşler ister istemez kendini gösterdi. Bu farklı görüşleri ileri sürenleri beş grupta toplamak mümkündür. Bunlar, Tesanüt, İstiklal, Halk Zümresi, Islahat Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi idi.
Her demokratik sistemde olduğu gibi, Yasama-Yürütme-Yargı kavramlarını temel güçler olarak benimsemiş, fakat ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü şartlar dolayısıyla bu güçleri kendi bünyesinde toplamıştır. Yasama yetkisini, çıkardığı kanunlar ile kullanan meclis, yürütmeyi bir hükümete veya nazırlar heyetine vermemiş, İcra Vekilleri Heyeti adıyla bir kurul oluşturarak ona vermiştir. Ancak Meclis, vekilleri her an denetleyebilmekte ve gerektiğinde sorguya çekebilmekteydi. Yine Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun çıkışından sonra kurulan istiklal mahkemelerinin reisleri de bu meclis tarafından tayin edilmişti. Böylece meclis, yargı yetkisini de üzerine almış bulunuyordu.
Meclis üyelerinin her biri, eşi görülmemiş bir fedakârlık örneği göstermiştir. Zira onlar fakru zaruret içerisinde var olmaya çalışan bir milletin temsilcileriydiler ve bunun idrakindeydiler. Milletvekilleri Ankara’ya bin bir güçlükle gelebilmişlerdi. Batum mebusu Ahmet Fevzi Erdem, Şavşat halkının topladığı 75 lira ile yola çıkmış Samsun’a 8 günde gelmiş, buradan 4 milletvekili ile bir at arabası kiralayıp yola devam edebilmişti. Ankara’ya geldiğinde ise Meclisin açılışının üçüncü günü olmuştu. Milletvekillerinin büyük bir bölümü Ankara’ya atlarıyla gelmişti. Çoğunun yatacak bir yeri dahi yoktu. Bir kısmı istasyon yolundaki çayırlıkta günlerce sabahlamıştı. Bir yandan sivrisinek, bir yandan yokluk dolayısıyla çoğu sıtmaya yakalanıp yatağa düşmüştü. Meclis, gaz lambası ışığında, saç soba ısınmasında ve Ortaokulun tahta öğrenci sıralarında oturan, gazyağı tenekelerinden kurulu masalarda çalışan komisyonlar ile işliyordu. Meclis başkanının kullandığı tek otomobilden başka motorlu araç yoktu. Sekiz ay maaşsız çalışan milletvekilleri bir yıl sonra 100 lira olan maaşlarının %20’sini bütçe açığını kapamak için yine devlete vermişlerdi.
Sakarya Savaşı sırasında top seslerinin Ankara’dan duyulması üzerine Meclisin taşınma fikri ortaya atılınca Erzurum Mebusu Mustafa Durak Bey’in aşağıdaki sözleri, meclisin heyecan ve ruhunu yansıtması açısından oldukça dikkate değerdir:
“Ordu şehir bekçisi değil, ordu istiklal bekçisidir. Nerede canı isterse orada harbini yapar. Meclis buradan gitmemelidir… Aileleri serbest bırakalım, yalnız biz bugün burada öleceğiz tam o gün gelmiştir. BMM Azaları birer tüfek alsınlar oturduğumuz yerde top patlayıncaya kadar kalsınlar… Buraya kanımızı canımızı feda etmek için geldik… Millete heyecan vermeyelim. Ölürsek ölürüz. Yedi senenin içinde milyonlarca insan telef ettik, biz o milyonlarca insandan daha büyük değiliz. Biz de feda olalım.”
Ve Sonuç
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla, Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesi resmen ve de fiilen gerçekleştirilmiştir. Böylece millet kendi geleceğini kendisi belirleme imkânına kavuşmuştur. Bunda da en büyük pay, hiç şüphesiz Atatürk’e aittir.
Atatürk, TBMM’ni açarak en büyük ideallerinden birisi olan, Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesini devletin temel unsurlarından birisi haline getirirken, “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesiyle de, hükümranlık hakkını ve otoritesini sadece TBMM’ne vermiştir. O, böylece bu konuda milleti tam yetkili kılarken, aynı zamanda diktatörlüğe karşı da bütün kapıları kapatmıştır.
Atatürk, Meclisin, Milli Egemenlik ilkesi gereği, milletin kaderine nasıl hâkim olması gerektiğini de, yine mecliste, Saltanatın kaldırılmasıyla ilgili görüşmeler sırasında yaptığı bir konuşmada şu sözlerle ifade etmiştir; “…Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Ali’de (Yüce Mecliste) temsil etti. İşte o meclis, Meclis-i Alinizdir (Yüce Meclisinizdir); Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisidir.”
TBMM’de, Atatürk’ün idealinin gerçekleştirilmesi hususunda üzerine aldığı sorumluluğunun gereğini bugüne kadar en iyi şekilde yerine getirmiştir.
19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla başlayan Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesini gerçekleştirme çalışmaları, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla fiilen gerçekleşmiş ve “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesinin 20 Ocak 1921’de kabul edilen ilk Anayasada yer almasıyla da hukuki anlamda güvence altına alınmıştır. Böylece, Milli Egemenlik ilkesi, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel unsurlarından birisi haline gelmiştir. Nitekim bu ilke, 1924, 1961 ve 1982 tarihli daha sonraki Anayasaların da temelini oluşturmuştur. Ayrıca bu ilke, devlet yönetiminde en üstün gücün millete ait olduğunu ortaya koyması sebebiyle, Cumhuriyetçilik ilkesini bütünler.
Bütün bunları günümüz koşullarıyla karşılaştırdığımızda karşımıza üzücü bir tablo çıkmaktadır. İlk Meclisin ve vekillerin yapısının ve niteliğinin çok farklı olduğunu görüyoruz. Günümüzde acımasızca Atatürk’e diktatör diyenlerin utanmaları gerekir sanırım. Atatürk, bağımsızlık savaşını meclis ile yöneten ve kazanan dünyadaki tek liderdir. Amasya’dan itibaren alınan her kararda çoğulcu bir yöntemi esas almıştır.
Devletin hayat damarı egemen otoritedir, yani yasama organıdır, yani meclistir. Yasama devletin kalbidir. Yürütme de devletin tüm diğer organlarını hareket ettiren beynidir. Beyin felç olduğu zaman insan yine de yaşayabilir ama kalp durduğu zaman hiçbir canlı yaşayamaz. Bu nedenle devlet yasama gücüyle yaşar. Dolayısıyla Atatürk’ün ilk iş olarak 23 Nisan 1920’de niye meclisi açmış olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Sonuç olarak, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!”. Millet iradesinin üstünde hiçbir kuvvet kaynağı yoktur.
“Arzum, yeşillik ve ağaçlık, fakat yaz kış yeşil duran ağaçlar arasında olmaktır.”
1938 Mustafa Kemal ATATÜRK
Türkiye’de son yıllarda üzerinde çok konuşulan Nevruz, yerel ve uluslararası tartışma ve yayınlara konu olmaktadır. Türk kültür hayatının önemli unsurlarından biri olan Nevruz konusunda Türkiye’de son yıllarda sempozyum, panel, konferans gibi etkinliklerin yanı sıra, birçok yayın da yapılmaktadır. Mesela bu konuda Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı düzenli olarak “Nevruz Uluslararası Bilgi Şöleni” tertip etmektedir.
Bu küçük yazı, Nevruz’un Türk kültür bütünlüğünü gösteren bir sembol, bir Türk bayramı, bir Ergenekon bayramı olduğunu ortaya koyması yanında, Nevruz üzerinde yapılan siyasi istismarlara, Nevruz etrafında koparılmak istenen fırtınalara bir cevap niteliği de taşımaktadır. Yani bu güzel bahar bayramını siyasete alet etmeyelim. Balkanlardan Orta Asya’ya kadar yayılan bu büyük coğrafyada bırakalım insanlar bu güzel bahar bayramını coşkuyla kutlasın. Bu bahar bayramı bir nevi insanlığın ortak mirasıdır. Doğa ile iç içe yaşayan insanoğlu geçmişten günümüze zamana ve mekâna bağlı kalmaksızın doğa ile ilgili bu tür değişimleri anmış ve kutlamıştır.
Milletleri meydana getiren temel unsurlardan birisi de kültür dediğimiz maddi ve manevi değerlerdir. Bu değerler toplumların sosyal dokusunu oluşturur. Kültür unsurları içerisinde bayramların da önemli bir yeri bulunmaktadır. Bayramlar her millette görülen ve toplumun bütün fertleri tarafından benimsenen, bütün halkın katıldığı ortak değerlerdir. Bütün bayramların dini ve milli bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve doğadan doğduğu bilinmektedir.[1]
Bunlar içerisinde, Nevruz/Yenigün bayramının özel bir önemi vardır. Sultan Nevruz, Mart Dokuzu gibi farklı adlar altında anılan ve kutlanan 21 Mart günü, bütün Türk dünyasının ortak bir günü olması sebebiyle ayrı bir önem taşımaktadır. Nevruz Türk dünyasında “Bağımsızlığın kazanıldığı” kurtuluş günü olarak da düşünülmüş ve bu özelliği ile “Ergenekon Bayramı ya da Bozkurt Bayramı” olarak da kutlanmıştır.
Bu gün, aynı zamanda, kış mevsiminin bitişi kabul edilen ve gündönümü (gece ile gündüzün sürelerinin eşitliği-ekinoks) olarak bilinen 21 Mart tarihine tekabül etmekte, bu günden sonra gündüz süreleri de 21 Haziran’a kadar uzamaktadır. 21 Mart ile birlikte havalar ısınmaya, karlar erimeye, ağaçlar çiçeklenmeye, toprak yeşermeye, göçmen kuşlar yuvalarına dönmeye başlar. Bu nedenle 21 Mart bütün varlıklar için uyanış, diriliş ve yaradılış günü olarak kabul edilir. Türklerin bu günü “Bahar Bayramı” olarak kutlamaları bu açıdan önem taşımaktadır.
Nev (yeni) ve ruz (gün) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen ve Yenigün anlamını taşıyan Nevruz, kuzey yarımkürede başta Türkler olmak üzere birçok halk ve topluluk tarafından yılbaşı olarak kutlanır. Nevruz, bahar, gençlik, emek, güzellik, sevinç ve mutluluk bayramıdır. Nevruz için diğer bayramlarda olduğu gibi başta temizlik olmak üzere çeşitli hazırlıklar yapılır, yemekler pişirilir.
Orta Asya’dan Balkanlardaki uluslara kadar çok geniş bir bölgede yerel renk ve inançlarla kutlanan Nevruz, her ulusun kendi kültür değerleriyle özdeşleştirip sembolleştirdiği, özü itibariyle baharın gelişinin kutlandığı coşkuyla karşılandığı bir gündür. Yaşandığı geniş coğrafyada doğa ve çevrenin uyanışının kutlandığı Nevruz Bayramı’nın Anadolu’da ve Türk kültürünün yayıldığı bölgelerde de son derece köklü ve zengin bir geçmişi vardır.
Osmanlı Devleti’nde saray geleneği olarak büyük öneme sahip olan Nevruz Bayramı geniş halk kitleleri tarafından da benimsenmiş ve kutlanmıştır. Bu kutlamalar Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Nevruz’un mahiyetinin coğrafi bir gün ve yılbaşı olmasının yanı sıra, musikiden edebiyata kadar pek çok alanda Türk kültür hayatının içerisine girmiştir.
Türk dünyası Nevruz geleneğini canlı olarak günümüze kadar yaşatmıştır. Bugün, Nevruz Bayramı, Orta Asya’daki Türk toplulukları başta olmak üzere Rusya ve Balkanlardaki Türk toplulukları tarafından da coşkulu bir şekilde kutlanmaktadır. Makedonya ve Kosova Türkleri arasında Nevruz geleneği oldukça yaygındır. Türkiye’de üniversitelerin etkinlikleri, Valiliklerin resmi düzeyde yaptıkları kutlamalar yanında yerel idarelerde de Nevruz kutlamalarının geleneksel hale geldiğini söylemek mümkündür. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerin de ise kutlamalar günlerce sürmektedir. Ve 21 Mart resmi tatil günüdür.
Doğayı, doğanın insanoğluna sunduğu zenginlikleri korumak demek, hayat demek, sağlıklı insanlar demektir. Tabiatın hayatımızda oynadığı rol, farkında olduğumuzun çok çok ötesindedir. Beslenme, barınma, sağlık gibi temel ihtiyaçlarımızın karşılanmasından, “biyolojik çeşitlilik” olarak andığımız bitkiler, hayvanlar, kısacası tüm canlılar için üreme ve yaşama ortamı sağlamasına kadar gezegenimizin iklimsel ve çevresel dengesinin devamında çok çok önemlidir. Yeryüzünde yaşayan sekiz milyar insanın varlığı, geleceği, mutluluk ve refahı, büyük ölçüde doğanın varlığı, sağlığı ve devamına bağlıdır. Bunu hiçbir zaman unutmayalım, doğayı sevelim, doğayı koruyalım. Doğa sevgisinin yüce bir sevgi, doğayı korumanın bir insanlık görevi, vatan sevgisinin doğa sevgisiyle, toprak sevgisiyle ayrılmaz bir bütün olduğu unutmayalım.[2]
25 Ekim de bir ekin zamanı doğan ve yine bir ekin zamanı 21 Mart ta hayata veda eden büyük halk ozanımız Âşık Veysel toprak sevgisini şu sözlerle ifade etmektedir: Benim Sadık Yârim, Kara Topraktır.
Yine Toprak dedemiz Hayrettin Karaca’yı unutmayalım. Ne çok şey söylemişti bizlere, örnek olup ne çok şey anlatmıştı, toprağı sevmemizi istemişti bizden. Erozyonla mücadeleye ömrünü adamıştı. “Vatan, yurt sevgisi, toprak sevgisidir”, “Her çocuk bir fidan, her fidan bir çocuk” demişti.
Vatan sevgisi, o vatanın toprağını, suyunu, ırmağını, ormanını, ağacını, ekinini, meyvesini, buğdayını, harmanını, havasını sevmektir ve korumaktır. Yoksa sadece türkü söylemekle olmuyor. “Vatan toprağı kaderine terk edilemez” demişti ulu önderimiz. Topraktadır köklerimiz, bağlanmışızdır ona derinden, anayurt deriz, severiz yürekten.
Doğa candır ve cana can katandır.
Bahar Gelende Mende
Bahar Gelende Mende
Bitirem Göy Çemende
Men Baharın Gızıyam
Kömleği Gırmızıyam
Uçmaya Yok Kanadım
Menim Laledir Adım
Çölünüzü Bezerem
Elden Ele Gezerem
Başımda Al Şamım Var
Yanağımda Hal’ım Var
Yeyilmerem Acıyam
Çiçeklerin Tacıyam
Uçmaya Yok Kanadım
Menim Laledir Adım
Çölünüzü Bezerem
Elden Ele Gezerem
Şevket Ali Ekberova, Azerbaycan
Dilek
Yurdumda bir evlik toprak isterim,
Yayla olsun, yamaç olsun, düz olsun…
Orada bir ömür kalmak isterim,
Yaz, kış olsun, bahar olsun, güz olsun.
Bir dam altı, gece barındıracak,
Daldan, sazdan yapma bir çardak olsun,
İçinde kütükler yanan bir ocak,
Yünden veya ottan bir yatak olsun.
Çardağı sarmalı bir çiçek dalı,
Salkım olsun, gül olsun, leylâk olsun.
Yakınlarda bir de su bulunmalı,
Deniz olsun, göl olsun, ırmak olsun.
Ekmeğim topraktan, suyum ırmaktan,
Katığım kâh zeytin, kâh peynir olsun.
Mutluluk duyayım nefes almaktan,
Dost güvenilir, düşman bilinir olsun.
Tanrım! Başka bir şey ister değilim,
İçimde ne bir hırs, ne bir kin olsun.
Yolumu beklesin, akşam, sevgilim
Bence güzel, ellerce çirkin olsun.
Munis Faik Ozansoy (1911-1975)
Dürdane Köyü, Osmangazi, Bursa
Dürdane Köyü, Osmangazi, Bursa
“Bir Köşk İçin Bir Ağacı Feda Edemem.”
1929-Mustafa Kemal ATATÜRK
[1] Bkz. Mehmet Serhat Yılmaz, Kastamonu’da Nevruz, Beril Ajans, Ankara 2004.
[2] Rezzan Ünalp, Toprağın Türküsü, 27 Ekim 2023, Ufuk Üniversitesi, Ankara.