20 Ocak 2025 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.
13 Ocak 2025 Pazartesi
Gümrükten Eşya İthalatında TSE Sonucunu Etkileyecek İşlemler
ŞEHİTLER
Rusya'nın saldırısı meşru mu?
Merkez Bankası'nın Faiz Kararı Ne Olacak?
Kahve tüketimi neden bu kadar arttı?
Enflasyon %20’li Düzeylere İner mi?
Çok sevdiği askerliğe girişi lise eğitimi ile başladı. İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesinden 1972 yılında, müteakiben Kara Harp Okulundan 1975 yılında mezun oldu. Türkiye’nin farklı bölgelerindeki birliklerinde Topçu subayı olarak görev yaptı. Başarılı, arkadaşları tarafından sevilen, komutanları tarafından takdir edilen parlak bir subaydı. 1984 yılında topçuluk üzerine eğitim almak üzere ABD Oklahoma’daki “Fort Sill” Askeri Üssüne gönderildi. 1985 yılında girdiği Kara Harp Akademisinden 1987 yılında kurmay subay olarak üstün derece ile mezun oldu. 1990 yılında NATO karargâhına atandı, üç yıl Türkiye’nin Brüksel Askeri Ataşesi olarak görev yaptı. 1993 yılında yarbaylığa terfi etti.
Yurda dönüşte Hadımköy 1. Zırhlı Tugay Komutanlığı’na Tabur Komutanı olarak atandı. Kısa bir süre sonra, 1994 yılı başında taburu Trakya’dan İç Güvenlik Harekâtında yer almak üzere Irak ile Suriye arasındaki sınırın Türkiye ile buluştuğu noktadaki dağlık bölgeye, Cizre’ye gönderildi. Taburun sorumluluk sahası, içinde barındırdığı riskler dolayısıyla tehlikeli bir bölge ve görev koşulları ağırdı. Türkiye’nin güneydoğusunda yer alan bu bölgede yaşanan (bölücü terör örgütü mensupları ile) çatışmalar o dönem itibariyle yaklaşık 10 yıldır devam etmekte idi. Bu çatışmalarda subay ya da er pek çok asker hayatını kaybetmiş ya da sakat kalmıştı. Nitekim Kemal Ünalp’in de akıbeti de aynı oldu, bir operasyon sırasında vurulduğu haberi duyulduğunda takvimler 1995 yılının 25 Ocak gününü gösteriyordu.
İç güvenlik harekâtı sırasında batın bölgesinden ateşli silahla ağır yaralanan ve organ kayıplarına uğrayan bir subayın, bir gazinin hayatta kalmak için verdiği sekiz yıllık mücadele ve bu süreçte Albay Ünalp’in kaybolmayan cesaret duygusu.
Tarihte hayatları anlatılan bireylerin kişiliklerini nelerin oluşturduğu hakkında açık veya örtük ifadeler, tarihsel anlatıların bir parçasıdır. Tarihsel anlatılar, bireylerin izledikleri hareket tarzına niçin yöneldiklerini ve tarihi şekillendirmek için neleri yapabilip neleri yapamayacaklarını göstermektedir. Bu yazıda konu edilen kişi bir subaydır, tarihe mal olmuş ünlü biri değil, ama bir kahramandır.
Eşi 1995 Ocak ayının 25’ini 26’ya bağlayan gecenin sabahında çok erken bir saatte gelen bir telefonla Kemal’in yaralandığını öğrendi. O zaman Kurmay Yarbaydı. Telefonda Eşine olayın eğitim alanındaki atışlarda yaşandığı ve hafif bir yaralanma olduğu söylendi. İlk müdahalenin gece yarısı Cizre’de yapıldığı, tedavisi için hava ve yol şartları uygun olduğunda Diyarbakır’a getirileceği, oradan da askeri uçakla Ankara’ya gönderileceği belirtildi.
Ankara’ya gönderileceğini öğrendiğimde eşi şaşırmıştı. Çünkü ufak tefek şeyler için görev yerini bırakmayacağını, panik yapmayacağını biliyordu. Gelen haber üzerine aynı gün henüz beş yaşında olan oğlu ile birlikte İstanbul’dan Ankara’ya gitti. Acı gerçeği hastanede öğrendi. Aslında Genelkurmay karargâhından gelen heyetin bakışlarından olayın söylendiği gibi olmadığını anlamıştı. Eşi o anı şöyle anlatmaktadır:
“O sahne bugün dahi gözlerimin önünde… Görüşmeyeli bir yıl olmuştu. Normal şartlar altında iki hafta sonra iznini kullanmak üzere İstanbul’a gelecekti. Kendisini gördüğümde gözlerime inanamamıştım. Sedyede yatıyordu, üzeri örtüyle kapalıydı, sadece yüzünü görebilmiştim. Her tarafında vücuduna takılı hortumlar vardı, inanılmaz derecede şişkin bir surat ve beden söz konusuydu. Gözlerinde hem buruk bir sevinç hem de şaşkınlık vardı. Sadece iyiyim, merak etme diyebildi. Onu ameliyathaneye götürürlerken o anın hayatımızın bir kırılma anı olduğunu anlamıştım, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bizi ne zorlukların beklediğini tahmin etmek ise zordu.”
Yaralanma ağırdı, iç organlarından pek çoğu ağır hasara, bazıları ise kayba uğramıştı. O gece yapılan ameliyatla yaralanan böbreği (nefrektomi) alındı. Bir süre sonra diğer böbreği de fonksiyonunu yitirecekti. Yoğun kan kaybı ve gelişen ağır enfeksiyon doktorları endişelendiriyordu. Evet, son derece güçlü, sağlam bir yapısı vardı, ama yaralandığı silahın tahrip gücünün yüksek olması dolayısıyla oluşan tablo son derece vahimdi.
Bundan sonra belki elliye yakın ameliyat geçirdi. Altı ay hiç çıkmadan hastanede kaldı. Bu süreçte açık bırakılan karın bölgesinin kapanması beklendi. Karın kasları ve bağları zedelendiği için tüm batın sanki tamamen dışarıda duruyor gibiydi. Bir taraftan pankreastan akan sıvı deriyi yaktığı için koruyucu bandajlarla sarılmakta, diğer taraftan kalın bağırsak kesilip ucu karın zarından dışarı çıkartılarak torbaya bağlanmış (kolostomi) durumdaydı, akciğer boşluğuna toraks hortumu takılmış, kısacası bir sürü ağır sıkıntılarla karşı karşıya idi. Bir süre sonra herkesin hedefi Kemal’in yaşam mücadelesini kazanmasına odaklanmıştı. Bizim için bu durum, ne zaman sonlanacağı tahmin edilemeyen ama mutlaka kazanılması gereken bir savaşa dönüşecekti…
Haftanın en az üç günü yapılan diyalizler, batırılan binlerce iğne, damarların tamamen kullanılamaz hale gelmesiyle birlikte boyundan açılan onlarca kateter, kalbe yapılan müdahaleler, hepatite karşı interferon tedavileri, potasyum krizleri, biopsiler, organ nakli için bekleyişler, telaşlı arayışlar, umudun tükenmesiyle çaresizliğin ağır psikolojisi, sona yaklaşıldığının bakışlara yansıyan korkusu… Bu noktada özellikle organ naklinin ne kadar önemli olduğunu ve acıyan gözlerle size bakılmasının ne kadar kahredici olduğunu söylemek isterim.
Tüm bu süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri kurum olarak her zamanki gibi yanında oldu, imkânlarını seferber etti. Sosyal yaşamda arkadaşları her zaman manevi desteklerini sunmakta candan davrandır. Toplumun farklı kesimlerindeki insanlar her zaman saygı gösterdi, yardımcı olmaya çalıştı. Tüm bunlar birer moral unsuru olarak önemliydi. Ancak tüm bunlar kişinin fiziksel ya da ruhsal yaşadığı sarsıntıdan kurtulmasına, yeni hayatına uyum sağlamasına yetmiyordu. Ancak bu travmadan kendi içindeki savaşı kazanarak kurtulabilirdi. Bunu başarabilmesi için de kendisinden sonra en büyük rol eşine düşmekteydi. Bu rol zor bir roldü, çok güçlü ve sabırlı olmayı gerektiriyordu.
Bir malûl gazi olarak Kemal’in cesaret duygusunun kaybı söz konusu değildi. Bu durum en başta karakterinin bir yansımasıydı. Benimsediği değerlerle davranışları arasında her zaman uyumluluk olduğu göze çarpmaktaydı. Vatan sevgisi yüce bir değer, cesaret ise bunun yansımasıydı. Daha öce olduğu gibi yine mücadeleci, kararlı ve inançlıydı. Sadece cesaretini fiili olarak gösterebilmesi mümkün değildi. Bu gerçeği kabullenmekte zordu. Organ kayıplarına bağlı gelişen rahatsızlıklar ve başkasının yardımına muhtaç olma durumu yaşamın her türlü alanında endişe ve sıkıntı yaratırken asıl önemli husus, yetersizlik duygusunu aşabilmek, kaybolan hayallerin, yitirilen ideallerin yarattığı boşluğu doldurabilmek, idi. Çünkü en fazla acı burada hissedilmekteydi.
Vazifesi onun için kutsaldı ve o bunu içselleştirmişti. Dolayısıyla uğrunda kaybettiklerinden dolayı yetersizlik hissetmemişti, aksine gururu perçinlenmişti. Ama kaybolan ideallerin geri gelmeyeceğinin bilinmesi büyük bir boşluk yaratmıştı. Bu durum akılcı ve ortak paylaşım sahası yaratan bir stres yönetimini gerekli kılıyordu. Bu yönetim sadece onu ve eşini değil, aynı zamanda travmayı farklı açıdan yaşayan çocuklarını da içine almaktaydı.
Çünkü yaralı, hasta bir babanın, çocuğun duygu dünyasında büyük sarsıntı ve keder yarattığını o dönemde ilkokula yeni başlayan oğlunda görmüştü; ölümün ne olduğunu bilmeyen dört yaşındaki kızıma ise babasının bir daha hiç gelmeyeceğini anlatmakta zorlanmıştı. Fakat tüm bu yaşananların aileyi sonraki yaşantısında farklı kıldığını da söylemek isterim: Daha insancıl, daha sevgi dolu, daha yaratıcı, daha özgüveni yüksek ve mücadeleci…
Aile ilk defa böyle bir şey yaşamıştı, pek çok insanın yaşamayacağı, tecrübe etmeyeceği türden. Bu konuda psikolojik olarak profesyonel herhangi bir destek almadılar. Bu durum psikologların yardımını reddetmek değildi. Çünkü psikologların bu konuda söyleyeceklerinin onların bildiklerinin, tahmin ettiklerimizin dışında çok farklı bir şey olmayacağına inanıyorlardı. Aile yaşananı bir gerçeklik olarak değerlendirip, hayatta kalmak için verilen mücadeleyi güçlü kılacak, dayanma gücünü artıracak kaynakları harekete geçirmeyi seçmişti. Devletin kurumları başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere gereken desteği ve içinde yaşanan toplum beklenilen saygıyı gösterse de kişi yaşadığı acılarla sonuçta baş başa kalmakta, kendini ifade edebilmenin yolunu kendisi bulmaktaydı.
Türkiye’de tedavisini takip eden doktorlar ve ailesi kendisini sürekli gördüğü için bedeninde oluşan tahribat izlerine alışmıştı. Ama ilk defa gören birisi için dehşet vericiydi. Nitekim tedavi maksatlı bir süreliğine bulunduğu Washington’da, bir nefroloji uzmanı profesörün kendisini ilk muayene edişinde uğradığı şaşkınlık inanılmazdı. Gördüğü tablo karşısında hayrete düşmüş, söylediği ilk söz “Nasıl hayatta kalabildiniz, siz bir “Hero” olmalısınız Albayım” olmuştu.
Savaştan kurtulabilmiş kişilerin malûl gazi de olsa hayatta kalmış olmalarına seviniyorsunuz, ama ailenin örneğinde olduğu gibi o hayatı yaşamayanların her şeyi bilmeleri imkânsız. Tedavi ya da cerrahi müdahaleler dışında kalan zamanlarda yaşama sevincini canlı tutabilmek adına yapabileceği bir iş yoktu. Rahatsızlıkları; kendisini oyalayıcı mahiyette, dinlendirecek sevdiği bir işi yapmasına, herhangi bir sanat dalı ile uğraşmasına engeldi. Resim yapmayı çok sevmesine rağmen ne kolları ne de bedeni müsaitti. Ama onu en çok mutlu eden şey, iyi zamanlarını ayırdığı kızı için ürettiği fabl türü masallardı. O kadar güzel masallardı ki La Fontaine yaşasaydı herhalde çok kıskanırdı.
Kemal 2002 Temmuzunda, bir cumartesi günü 47 yaşında hayata veda etti. Eşi onun en sağlıklı halinden tamamen tükenişine kadar olan hep yanında oldu. Kara Harp Okulu öğrencilerinin mezuniyet törenini televizyondan seyrederken ağlayışına, politikacıların ya da hakemlerin yanlış bulduğu karar ve uygulamalarına kızmasına tanık olduğu gibi, göğsünden toraks hortumu çıkarılırken duyduğu derin acıya, kalbine ponksiyon yapıldığında çektiği korkuya, ağır enfeksiyonla yüksek ateşten kıvranmasına, boynundaki kan damarına açılan onlarca kateter ameliyatında yaşadığı endişeye, böbrek nakli olamayacağını duyduğunda yüreğinde büyüyen derin ıstıraba, umutsuzluğuna ve daha pek çok şeye…
Son gördüğünde ise şuuru artık tamamen kapanmıştı, gözleri boşluğa bakıyordu, ama yine aynı ışıltılı güzel mavilikteydi, her yeri kanıyordu, yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Vefat etmeden önce son kez görüştüğü eşine, “sana binlerce teşekkür ediyorum, çocuklar sana emanet, gözüm hiç arkada değil, onların senin gibi güçlü bir anneleri var” sözleri, son sözleri olmuştu. Eşini hayatta güçlü ve korkusuz kılan da bu sözler oldu.
Cenaze töreninde, 2002 yılının 15 Temmuz günü, top arabasının arkasından yürürken kalabalık o gün evlilik yıldönümü olduğunu bilmiyordu. Ama herkesin bildiği ve inandığı bir şey vardı. O da, Namık Kemal Ünalp’in onurlu bir insan, kahraman bir asker, vatansever bir subay olduğu idi.
Evet, “Kahramanın ölümü yazgısıdır, hikâyeden çıkarılacak ders ise sağ kurtulanlar ve seyirciler içindir.” Her askerin, her gazinin anlatılacak bir öyküsü vardır. Önemli olan onların dışında kalanların bu hikâyelerden çıkarılacak derslerle gazilerin toplumla bütünleşmesini sağlayacak ve onları etkin kılacak sosyal sorumluluk projeleri üretebilmeleri ve bu projeleri hayata geçirebilmeleridir. Bunları görebilmek bizleri mutlu edecektir muhakkak…
Birileri çözüm süreci mi dedi? Yaşam hakkı mı dedi? Peki, şehit Albay Kemal’in yaşam hakkı ne olacak? O’nun yaşam hakkı yok mu idi? Şehitlerimizin yaşam hakkı yok muydu?
Ey ehli vatan! Ey ehli millet! Neredesiniz? Üzerinize ölü toprağı mı serpildi? Ey Türk Milleti! Silkin ve kendine gel. Gün vatanınıza, milletinize ve şehitlerinize sahip çıkma günüdür! Eğer bir millet, bir ülke şehidine sahip çıkmazsa, işte o zaman şehitler ölür ve ülke de bölünür! Öyle “şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganları ile ya da türkü çağırmakla olmuyor bu işler.
Bir Çanakkale şehidinin torunu olarak, bize bu cennet vatanı hediye eden, bu topraklar, bu vatan, bu millet için, hülasa milli ve manevi değerleri, namus ve şerefleri için bir insanın hayattaki en değerli varlığı olan canını hiç düşünmeden, tereddüt etmeden seve seve feda eden tüm şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyorum. Mekânları cennet, ruhları şad olsun. Kahraman gazilerimizi de saygıyla selamlıyorum.
İngilizler iki dünya savaşı arası dönemde Ortadoğu’daki durumlarını dolaylı yönetimle garanti altına almışlardı; Fransızlar ise farklı bir politika izlediler. Fransa’nın Suriye ve Lübnan’daki denetimi büyük bir askeri birlik ve karmaşık bir Fransız sivil idareciler hiyerarşisiyle desteklenmişti. Fransa’nın doğrudan yönetim politikası, karar verme otoritesini yüksek komisere devrediyor ve yerel politikacıların özerklik uygulamalarına pek alan bırakmıyordu. Sistemin yerel düzlemde meşruluğu yoktu ve 1946’da Fransızların çekilmesinden sonra fazla ayakta kalamadı.
Fransızların Suriye üzerindeki iddiaları bir dini, ekonomik ve stratejik çıkarlar karışımına dayanıyordu. Fransız varlığının ekonomik sebebi, Osmanlı’nın son yıllarında Fransız şirketlerinin demiryollarına, liman işletmelerine ve ticarete yaptığı çok büyük yatırımlardı. Fransızlar Suriye’yi bağımsızlığa hazırlayacak yerli idari kurumlar oluşturulmasını teşvik edecek yerde kendi idarelerini uzatacak koşullar yarattılar. Bunu Suriye içinde var olan dini, etnik ve bölgesel farklılıkları teşvik edip vurgulayan bir böl ve yönet politikasıyla uyguladılar.
Suriye mandasında Fransa bir dizi ayrı siyasal birim yarattı ki, bunların varlığı Suriye milli kimliğinin gelişmesini geciktirmek üzere tasarlanmıştı. Böylece 1920’de Şam ve Halep’i iki ayrı devlete böldüler. Siyasal parçalanmayı daha da arttırmak için Fransa, Suriye’nin iki bölgesel azınlık grupları olan Aleviler ve Dürzilerin farklılıklarını her birine ayrı birer devlet vererek vurguladı. Alevi devleti kuzeyde kıyı şehri Lazkiye çevresinde, Cebel Dürzi devleti de Şam’ın güneyinde Dürzilerin çoğunlukta oldukları bir bölgeydi. Fransa 1924’te Şam ve Halep devletlerini Suriye devleti adıyla birleştirerek yeni bir siyasal düzenlemeye gitti.
İdari yapının en tepesinde merkezi Beyrut’ta olan Suriye ve Lübnan yüksek komiseri vardı. 1923 ile 1926 yılları arasında dört ayrı yüksek komiser görev yaptı. Fransızların Suriye’yi yönetme usulü, yerel halkın siyasal sorumluluk ve idari deneyim elde etmesini engelliyordu. Yüksek komiserlikte üst düzey bürokratik mevkiler Fransızlara veriliyordu. Ancak yerli Suriyeli subay yetiştirilmesine, bürokrasiden daha çok önem verildi. Manda’nın ilk yılı 1920’de bir askeri akademi kurulmuştu. İleri gelen Sünni şehirli aileler askerlik mesleğini hor gördüklerinden, oğullarını akademiye göndermedikleri için diğer sosyal ve dini grupların önü açılmış oldu. 1946’daki bağımsızlıkta azınlık dini gruplarından olan bu subaylar orduyu siyasal hayatın içine soktular ve Sünni hâkimiyetine son verdiler.
Fransızların zorla kurdukları otorite, mandanın ilk iki yılında Suriye’nin çeşitli bölgelerinde direnişle karşılaşmıştı. Ancak Fransız ordusu bu ayaklanmaları birbirinden tecrit ederek ülkenin başka taraflarına yayılmasını önledi. Fakat 1925-1927 büyük isyanında bunu yapamadı. Yerel bir ayaklanma olarak başlayan isyan çok geçmeden Suriye’nin tamamına yayıldı. İsyan Temmuz 1925’de Cebel Dürzi devletinde Fransız valisinin Dürzi siyasal ilişkilerini yeniden yapılandırmaya kalkıştığı sırada başladı. 1925 yılı sonlarında Humus ve Şam şehirlerinin siyasal liderleri de Dürzi isyanına katılınca ulusal çapta bir direniş hareketi başladı. İsyanı önleyemeyen Fransa yanlış bir güç gösterisine girişti. 18 Ekim 1925’de Şam’ı kırk sekiz saat boyunca havadan ve karadan bombaladı.
Büyük isyan sonrasında ileri gelen Suriyeli liderler Ulusal Blok adında siyasal bir örgüt kurdu ve bu örgüt mandanın sonuna kadar Suriye siyasal hayatının odak noktası oldu. Milli Blok liderleri Osmanlı döneminde yetkiye sahip ailelerden oluşuyordu. Bunlar, Büyük Suriye’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü istemek açısından milliyetçiydiler. Ancak milliyetçilikleri toplumsal ve siyasal bakımdan muhafazakâr türdendi. Toplumsal hedefleri ve siyasal davranışları bakımından Mısırlı ve Iraklı seçkinlerden pek farklı değillerdi.
Seçilen Suriye kurucu meclisi 1929’da bir anayasa hazırladı, fakat Fransa bu anayasayı reddetti. Bir yıl sonra kendisi bir anayasa hazırladı. Böylece Fransa’nın manda yetkisi devam etti. Bundan sonraki altı yıl boyunca Suriye cumhurbaşkanları ve başbakanları makamlarını korudu ve Suriye Meclisi yıllık toplantılar yaptı. Ancak Fransa’nın yasaları veto etme yetkisi Suriye’deki siyasal hayatı bir komediye çevirdi. Fransa-Suriye ilişkilerinde bu açmazın 1936 Fransa seçimlerinde Leon Blum’un Halk Cephesi koalisyonunun zaferiyle çözüleceği umut edildi. Ve iki ülkenin temsilcileri aynı yıl 1930 İngiltere-Irak anlaşması benzeri bir anlaşma taslağı hazırladı. Fransa ile Suriye arasında bir ittifak yapılıyor, Fransa’ya Suriye’nin egemenliğini savunma, Suriye topraklarında hava üsleri ve askeri garnizonlar bulundurma hakkı tanıyordu. Anlaşma taslağının 1936’da Suriye Meclisinde onaylanması üzerine Ulusal Blok yarı bağımsız ülkede iktidarı ele almaya hazırlandı. Ancak Suriye’nin egemenlik beklentileri hayal kırıklığına uğradı. Blum’un solcu koalisyonu 1938’de bozuldu ve Fransa Meclis Fransa-Suriye anlaşmasını onaylamadı. Yüksek komiser 1939’da Suriye anayasasını askıya alıp, Alevi ve Dürzi devletlerinin özerkliğini yeniden kabul etti. Yirmi yıllık manda idaresinden sonra Suriye bağımsızlık elde edememişti, özerk kurumları ve toprak bütünlüğü yoktu.
Ancak Fransa’nın 1940’ta düşüşü ve Mareşal Petain liderliğinde işbirlikçi Vichy rejiminin kuruluşu, Fransa’nın bütün denizaşırı topraklarında tepkiler yarattı. Suriye ve Lübnan’da yönetim Petain hükümetine sadık yetkililerin eline geçince, iki Levant devleti Mihver etki alanına girdi ve Vichy rejimi, İngiliz hükümeti ve General Charles de Gaulle liderliğindeki Özgür Fransa hareketinin işe karıştığı karmaşık bir diplomatik mücadelenin merkezi oldu.
Bu arada Rommel’in Mısır’a doğru ilerlemesi ve Raşid Ali’nin Irak’taki isyanı ile Levant’taki Vichy komutasındaki Fransız ordusunun varlığı, İngiltere’nin Ortadoğu’daki durumuna bir tehlike oluşturdu. İngiltere, Suriye ile Lübnan’ın Alman faaliyetleri için bir üs olmasına engel olmak için iki ülkeyi Özgür Fransa Hareketiyle birlikte işgal etti. Temmuz 1941’de Vichy kuvvetleri yenildi ve kontrolü Özgür Fransa Hareketi aldı. İngiltere ile Özgür Fransa Hareketi iki devletin gelecekteki statüsü konusunda anlaşma yapmıştı; savaş sonunda Suriye ve Lübnan’a derhal ve koşulsuz olarak bağımsızlık verilecekti. Ancak bu iki ülke yine düş kırıklığına uğrayacaktı. Çünkü Özgür Fransa rejimi de bu iki ülkeye egemenlik tanımak istemiyordu. 1941’de onayladığı bağımsızlık ilanını şimdi kabul etmek istemiyordu. Böylece Özgür Fransa yönetimi sadece Suriye ve Lübnan halkıyla değil, İngilizlerle de çatışmaya girmiş oldu. Fakat İngiltere’nin baskısı sonucunda her iki ülkenin anayasaları yeniden yürürlüğe kondu ve 1943’te seçimler yapıldı. Ulusal Blok iktidara geldi ve Şükrü Kuvvetli cumhurbaşkanı seçildi. Fakat Fransa iktidarı Ulusal Blok’a bırakmayı kabul etmedi. Bu tutumuyla Fransa yeni bir çatışma başlatmış oldu. Avrupa’da savaş sona erer ermez Suriye ve Lübnan’daki askeri garnizonlarını genişletmeye başladı. Ancak İngiltere’nin yoğun baskısı sonucunda Fransa geri adım atarak askerlerini çekmeyi kabul etti. Suriye 1946 baharında boşaltıldı ve aynı yılın Aralık ayında da son Fransız askerileri de Lübnan’dan çekildi.
Şimdi bütün bunları niye mi anlattım. Mustafa Kemal’in Erzurum ve Sivas’ta “manda ve himaye kabul edilemez” mücadelesini daha iyi anlayalım diye. Fransız mandası altında kalan Suriye’nin ve İngiliz mandası altında kalan Irak’ın bugün ne halde olduklarını anlayalım diye. Tarihten ders alalım diye. Başımıza ileride böyle belalar gelmesin diye. Kimliğin üç ifadesi var: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük (Milliyetçilik). İlk ikisinin başarısız olduğunu unutmayalım diye. Ve tekrar o karanlık koridorlara girmeyelim diye. İlk ikisini arzulayanlara fırsat vermeyelim diye. Keşke Yunanlar kazansaydı diyenleri unutmayalım diye. Himayenin aslında sömürge olduğunu bilelim diye. İçimizdeki “İrlandalıları” tanıyalım diye. Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni ve kazanımlarını koruyalım diye. Hülasa Suriye olmayalım diye!
Ya da resmi adıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP)
BOP ya da GOP ne fark eder, sonuç olarak her ikisinin de amacı aynıdır. Bu projeyi hazırlayanlar Ortadoğu ile yetinmemiş olacaklar ki genişletmişler ve yanına da Kuzey Afrika’yı eklemişler.
Ortadoğu neresidir?
“Ortadoğu” (Middle East) kelimesi ilk olarak 1902’de Londra’da yayınlanan bir dergide (National Review) kullanılmıştır. Kelimesinin “mucidi” Amerikalı bir deniz subayı ve öğretim üyesi olan Alfred Thayer Mahan’dır. Mahan, denizlere hâkim olan gücün dünyaya da hâkim olacağı kuramının sahibidir.
Mahan’a göre Hindistan ve Uzak Doğu’nun güvenliğini koruması gereken İngiltere’nin bu bölgelere giden yolu da koruması gerekirdi. Bu da Basra Körfezinin korunması anlamına gelmekteydi. Zira Basra Körfezi, Süveyş Kanalından sonra Hindistan’a giden yolda en önemli “atlama taşı” idi. Yani Mahan’a göre “Ortadoğu” Basra Körfezi ve çevresiydi.
Ancak Mahan’ın bu kavramı yoğun ilgi görmüş ve zaman içinde sınırları da genişlemiştir. Zamanla Ortadoğu kavramından Mısır ile Hindistan arasındaki bölge anlaşılır olmuştur.
Anadolu, Balkanlar, Mezopotamya veya Kafkasya gibi isimlerle kıyaslandığında “Ortadoğu’nun” yapay, üretilmiş ve hatta icat edilmiş bir kavram olduğu söylenebilir. Ve her icat gibi, bu icattan da beklentiler vardır. Bu açıdan bakıldığında “Ortadoğu” denen bölge aslında önce İngiliz, ardından da Amerikan “çıkar bölgesi” anlamına gelir.
Bunun dışında coğrafi veya siyasi kendisinden kaynaklanan ayırıcı bir özelliği yoktur. “Bölge” dışı bir gücün, kendi çıkarları için önemsediği bir toprak parçasına ad ve görev vermesidir.
Dolayısıyla, gerçekte “Ortadoğu” diye bir bölge yoktur. Ortadoğu ne Doğu’nun ortasıdır, ne de homojen özellikleri olan bir bölgenin adıdır. Ortadoğu bir “çıkar bölgesine” verilen bir addır ve doymak bilmeyen bir iştahı anlatmaktadır. İştahlar arttıkça bölgenin sınırları da genişlemektedir. Kısaca “Ortadoğu” bir İngiliz-Amerikan icadı ve çıkar bölgesidir.
Ortadoğu, Güneybatı Asya’da tarihsel ve kültürel yakınlığı olan ülkelerin oluşturduğu bölgedir. Yani Arap yarımadasındaki ülkeler ile Arap olmayan üç ülkenin (İran, Türkiye ve İsrail) oluşturduğu alandır. Bir de buna Mısır’ı eklemek gerekir.
Ancak tüm bunlara rağmen “Ortadoğu” kavramı artık tüm dünyada hatta bölge ülkeleri tarafından da tercih edilen bir kavram olmuştur. Ancak yine sınırları konusunda bir belirsizliğin olduğu da açıktır. Bu da bu kavramı kullananların kapsamı istedikleri gibi dar veya geniş tutmalarına imkân vermektedir.
Bir de “Yakın Doğu-Near East” kavramı vardır. Fransızların icat ettiği bu kavram Osmanlı’nın başladığı yerde yani Viyana’nın doğusunda başlar, fakat nerede bittiği tam olarak belirlenmemişti. Balkanlar Osmanlı’nın elinden yani doğunun kapsamından çıkınca “Yakındoğu” kavramı anlam ve önemini kaybetmiştir.
Çin ve Japonya gibi bölgelerin “Uzak Doğu-Far East” olduğu konusunda ise uluslararası bir mutabakat vardı. Doğu Akdeniz kıyılarını tarif etmek için güneşin doğduğu yer anlamında bir de “Levant” kavramı kullanılmıştır.
Tüm bu kavramlar genelde Avrupa özelde de Londra merkez kabul edilerek oluşturulmuştu. Bu bakış Avrupa’yı dünyanın merkezi kabul eden ve dünyanın diğer bölgelerini bu merkeze olan uzaklıklarına göre “yakın”, “orta” ve “uzak” şeklinde kategorize eden bakıştır. Ayrıca bu kavramlaştırma sadece coğrafi tanımlama değil aynı zamanda kültürel ve dini motiflerle beslenen ve farklı olan “ötekini” ifade eden bir kavramlaştırma idi.
Aslında insanların kendi bulundukları yeri merkez kabul ederek diğer yerleri bu merkez kabul ettikleri yere göre adlandırmaları sadece Avrupa’ya özgü değildi. Mesela Osmanlılar Batı dünyası için coğrafi adlandırmadan çok etnik vurguyu öne alan “Frengistan” kavramını kullanmışlardır.
Peki, Büyük veya Genişletilmiş Ortadoğu neresidir?
BOP’un eylem alanı olarak resmen ilan edilen net sınırlar söz konusu değildir. Her an yeni ülkelerin kapsam içine alınabilmesi için ”açık kapı” bırakılmaktadır. Bununla birlikte, özellikle ABD kaynakları 27 ülkenin ilk planda BOP çerçevesinde değerlendirildiğini vurgulamaktadırlar.
Bu ülkeler şunlardır: ”Afganistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Cibuti, Fas, Filistin Özerk Yönetimi, Irak, İran, İsrail, Katar, Kuveyt, Komor Adaları, Lübnan, Libya, Mısır, Moritanya, Pakistan, Somali, Suudi Arabistan, Sudan, Suriye, Tunus, Türkiye, Umman, Ürdün ve Yemen.” Genişleme halinde, bu alana Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetleri ile Endonezya ve Malezya’nın da dâhil edilebileceği belirtilmektedir.
Batıda Atlas Okyanusu kıyılarından (Fas, Moritanya) doğuda Pakistan’a, (hatta Bangladeş, Endonezya ve Malezya’ya) kuzeyde Çeçenistan’a, güneyde ise Yemen ve Somali’ye kadar uzanan bir coğrafyadır. Genelde 22 İslam ülkesini kapsamaktadır.
Kesin sınırları tartışmalı olan bölgede 700 milyondan fazla insan yaşamakta, 12 milyon km2’lik bir alanı kapsamaktadır. Projeye dâhil olan ülkeler başlıca beş gruptan oluşmaktadır.
Bölgenin sergilediği genel tablo; yoksulluk, geri kalmışlık, olmayan bir büyüme hızı, hızlı nüfus artışı, göç, anti-demokratik yönetimler, terör, anlaşmazlık ve çatışmalardır.
Büyük Ortadoğu Projesi ise, Amerika’nın bu coğrafyada yer alan ülkelere yönelik geliştirdiği siyasi, iktisadi, askeri ve sosyo-kültürel boyutlar içeren uzun vadeli ve kapsamlı bir dönüşüm projesidir. Kısaca bu proje “İslam Coğrafyası” dönüşüm projesidir.
Her değişim, dönüşüm, yenilik maalesef iyi ve güzel de olmuyor. Her şeyin başına “yeni” veya “büyük” kelimesi koymakla maalesef ne “yeni” ne de “büyük” olunuyor. Ortaya eskisinden daha kötü, adına “ucube” diyebileceğimiz siyasi yapılar ortaya çıkabiliyor.
BOP, ABD’nin 1997’de oluşturduğu “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin” bir alt unsurudur. ABD Kongresinin 1957’de kabul ettiği “Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” başlığını taşıyan ve Eisenhower Doktrini olarak anılan kararın adeta bugünkü versiyonudur.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından ABD’nin 1990’ların başında oluşturmaya başladığı BOP’un varlığından bölge ülkeleri ancak yıllar sonra haberdar olmuşlardır. Soğuk Savaş sonrası dönemde bu geniş coğrafyada ABD’nin yürüttüğü askeri operasyonlar, dayattığı siyasi ve sosyo-ekonomik çözümler hep bu projenin birer parçaları durumunda olmuştur.
“Genişletilmiş Ortadoğu” olarak sunulan bölge birbirinden oldukça farklı bölgelerden oluşmaktadır. Ve bölge ülkeleri ve halkları arasındaki ortak yönler sanılanın aksine oldukça azdır.
Bu sözde bölge iki ayrı Okyanus (Hint ve Atlas Okyanusu), altı ayrı deniz (Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi, Karadeniz, Ege Denizi, Hazar Denizi) kıyılarında bulunmaktadır.
Üç ayrı kıtaya (Afrika, Asya ve Avrupa) yayılmıştır. 10 ayrı alt bölgeden (Güney ve Kuzey Kafkasya, Kuzey Afrika, Arabistan, Büyük Filistin ve Suriye, Mezopotamya, Hazar Havzası, Orta Asya (Türkistan), Hint Yarımadası) oluşmaktadır.
Üç tek tanrılı din (Müslümanlık, Hristiyanlık ve Yahudilik) ve neredeyse sayısız mezhebi ve yorumuyla bu bölgede yaşamaktadır.
Batı’da hepsi Arap sansa da bölge başta Türkler, Araplar ve Farsiler (ve de Kürtler) olmak üzere onlarca farklı etnik-dilsel gruptan oluşmaktadır.
Dolayısıyla bu bölge (yani genişletilmiş Ortadoğu denen bölge) yeryüzünde homojenlik açısından bölge olabilecek belki de en son bölgedir. Nitekim Sudan’ın Afrika-Arap kültürü ile Tunus’un Fransız-Afrika-Arap kültürü aynı değildir. Dolayısıyla karşılaştırıldığında bölgedeki ülkelerin aslında ne kadar farklı olduğu kolayca görülecektir. Yani tüm bu ülkeler aynı bölge içinde olamayacak kadar farklıdır. Ama Batı’nın gözünde hepsi aynıdır, yani İslam ülkesidir.
Peki, nedir bu ısrar? Neden herkes bir Büyük Ortadoğu tutturmuş gidiyor? Nereden çıktı bu bölge olmayan bölge?
Büyük Ortadoğu Projesi ile İlgili Düşünceler
Olumlu düşünceler
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygundur. ABD ile hareket ediyoruz. Amacımız İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek.
Olumsuz düşünceler
BOP gibi Türkiye ve bölge hakkında dışarıda hazırlanan projelerin, uygun zaman dilimlerinde bölümler halinde uygulamaya konulduğu ve bölge ülkelerinin adım adım bölünmeye doğru gittiği iddia edilmektedir. Ki biz de bunlardan biriyiz…
BOP’un Amacı
Dünyada ispatlanmış petrol rezervlerinin yüzde 64’ünü içeren Ortadoğu, ABD ve tüm Batı için olağanüstü stratejik bir öneme sahiptir. İddia şu,
Proje, büyük Ortadoğu alanında yer alan halkların son derece kötü koşullarda yaşadığı ve bu durumun mevcut sorunların ortaya çıkışındaki en önemli etken olduğu ve terör ürettiği varsayımına dayanmaktadır.
Bölgede var olan, köktendinci akımlar, terör örgütleri, kitle imha silahları, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı yapan örgütler ve suç şebekeleri, ABD ve Batı çıkarlarına tehditler oluşturmaktadır.
ABD’ye göre, bu unsurların ortaya çıkmasının ve taraftar toplamasının asıl nedeni, bölge ülkelerinin içinde bulundukları olumsuz ekonomik ve sosyal koşullar ile bölgede varlığını sürdüren anti-demokratik rejimlerdir.
Peki, çözüm nedir?
Eğer, ekonomik ve sosyal koşullar düzeltilir ve demokrasiye geçiş sağlanırsa, yönetime katılım olanağı bulan ve refah düzeyi yükselen Ortadoğu halkları, Batı’yı tehdit eden eylemlere destek vermeyecek, köktendinci akımlar zayıflayacak, terör örgütleri çökecek ve ucuz petrolün Batı pazarlarına istikrarlı biçimde aktarılması güvence altına alınacaktır.
İlk kez Ekim 2003’te ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Marc Grosman tarafından, daha sonra 2004 başlangıcında Davos’ta, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından dile getirilen Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları kaba hatlarıyla şöyledir:
2005-2009 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Condoleezza Rice, Washington Post gazetesinin 7.8.2003 tarihli sayısında yayınlanan “Transforming The Middle East–Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazısında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Fas’tan Basra körfezine kadar uzanan coğrafyada 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini vurgulamıştır.
Büyük Ortadoğu Projesi hakkında bazı siyasi ve askeri çevreler projenin temel amaçlarını genelde şu şekilde ifade etmektedirler:
ABD yetkililerinin bu projeyi tanımlaması ise, belirtilen amaçlarla örtüşmekle beraber, daha farklıdır:
Peki, bu iddialar (yani BOP) hangi somut verilere dayandırılmaktadır.
Bu bağlamda, 2002 tarihli BM Arap İnsani Gelişme Raporu’nda sunulan veriler, BOP’a dayanak teşkil etmektedir.
ABD eksenli kapitalist bloğu Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) türünden yeni senaryolara iten 4 temel tehdidin söz konusu olduğu düşünülmektedir.
Bu 4 ana sorun ile BOP arsında iki aşamalı bir ilişki olduğu düşünülmektedir.
Nihai mal ve hizmet satışı, bir yandan da üretim girdisi temini anlamında yeni pazar yaratmak ve de yeni kapitalist dinamik ve varsayımların Çin eksenli coğrafyadan gelişimini önlemek.
Kısaca ana amaç Asya eksenli bir medeniyet başkaldırısının önünü kapatmak.
Projenin iddia edilen asıl amacı ise bölgedeki enerji kaynaklarına el koymaktır. Yani başta petrol olmak üzere doğalgaz ve su gibi temel kaynakların denetim altına alınması, nakil (sevk) yollarının denetlenmesi ve aynı zamanda olası rakip devlet veya devlet gruplarının önünün kesilmesidir. Yani enerji kaynaklarına ulaşımlarını engellemek ve böylece gelişimlerini yavaşlatmaktır.
Başka bir amacı ise küresel sömürü aracı olarak nitelendirilen doların mevcut hegemonyasının devamını sağlamaktır.
Batının ucuz hammadde ihtiyacını karşılama ve ürünlerine pazar oluşturmaktır. ABD ekonomisindeki sıkıntılara çare arayışıdır.
Ve de kendilerince geri kabul ettikleri ulusları “medenileştirmek ve Hristiyanlaştırmak” tır. Yani bir nevi “Sosyal Darwinizm” yapmaktır.
Bu proje ABD’nin küreselleşme sürecinde yeni imparatorluk tasarımıdır. Bu tasarımın içinde barındırdığı ”insan hakları, özgürleşme, demokratikleşme” gibi hedefler sadece bölge halklarını etkilemek için tasarlanmıştır.
BOP, başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkelerin ve çokuluslu şirketlerin ekonomik sıkıntıları aşmak için ”insan hakları, özgürleşme, demokratikleşme” gibi kavramlarla süslenen bir örtüdür.
BOP, silah üreticileri, petrol şirketleri ve finans şirketlerin ortak eseridir
ABD’nin ulusal çıkarı silah üreticisi büyük şirketler, petrol şirketleri ile finansal şirketler arasında yapılan bir işbirliğine dayanmıştır. Yani silah satıcıları-petrol satıcıları koalisyonu yapılmış, finansal şirketler de bu koalisyonda yer bulmuşlardır.
BOP, ABD’nin rakiplerinin petrol kaynaklarını kontrol etmeye yöneliktir
Dünya hâkimiyeti için Avrasya’yı, Avrasya hâkimiyeti için de Büyük Ortadoğu’yu kontrol etmenin zorunluluğunu hisseden ABD, bu yolda stratejik bir madde olan petrol ve ona ulaşım yolları üzerinde egemenlik tesis ederek, rakipleri karşısında stratejik üstünlük sağlamayı amaçlamaktadır.
BOP, Ulus devletlerin tasfiyesini öngörmektedir
Ulus-devletlerin federal devletler haline dönüştürülmesi ve bunların bir federasyon çatısı altında birleştirilmesi, Büyük Ortadoğu Projesinin amaçlarından biridir. ABD bu yapıyla bölgeye barış getireceğini iddia etmektedir.
Küresel Enerji Kaynakları
Ortadoğu küresel enerji kaynaklarının en önemli merkezi ve ihracatçısıdır. Zira 2003 verilerine göre,
Petrol Nakil (Sevk) Yolları
Her gün tüm dünyada tüketilen petrolün % 55’i, yani 43 milyon varil, ithalat ihracat yoluyla el değiştirmektedir. Küresel petrol akımlarının güvenliği, ABD’nin stratejik bir önceliğidir. Günde 35 milyon varil petrol, Süveyş Kanalı, Hürmüz (13 milyon), Malakka (10 milyon), Bab el Mandeb, İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçmektedir.
Bunlara, Kızıldeniz ve Akdeniz’e akan 4 adet petrol boru hattı da eklenmelidir. Suudi Arabistan’ı batıdan doğuya geçip Yambu limanına varan hat, günlük 5 milyon varillik kapasitesiyle en önemli olanıdır. Daha düşük kapasiteli bir diğer hat ise, Irak’tan Ceyhan’a ulaşmaktadır.
2025 yılına gelindiğinde, ABD’de tüketilen petrolün %71’i, Batı Avrupa’dakinin %68’i, Çin’dekinin %73’ü kendi ülkeleri dışından sağlanacaktır.
Enerji gibi yaşamsal bir sektörde oluşan ve gitgide artan bu dışa bağımlılık, Orta Doğu, Afrika, Orta Asya’da, büyük güçler ve petrol şirketlerinin kendi aralarında başlatmış oldukları petrol savaşını ve bölgedeki diğer savaşları da (Irak, Suriye, Libya, Yemen, Afganistan vd.) izah etmektedir.
ABD ekonomistlerinin yaptıkları hesaplamalara göre, küresel petrol ihtiyacı 2030 yılına kadar her yıl (%1,6 oranında) artarak günde 75 milyon varilden 120 milyon varile yükselecektir. ABD 2030 yılında ithal edilecek petrol için yılda 150 milyar dolar ödemek zorunda kalacaktır.
2030 tarihte Çin’in petrol ihtiyacı %500 artacak, AB ülkeleri tükettikleri petrolün %92’sini ithal edecektir.
Dünya nüfusunun %5’ni oluşturmasına rağmen, dünya gelirinin %40’nı kontrol eden ABD için enerji akışının sürekliliğini ve enerji kaynaklarının bulunduğu bölgede istikrar ve güvenliği sağlamayı bir zorunluluk olarak algılanmaktadır.
BOP ve Türkiye
Akademik ve siyasi çevreler Türkiye’nin BOP içerisindeki rolünün Büyük Ortadoğu Projesinin Jandarması şeklinde düşünüldüğünü kaydetmektedirler. Ilımlı İslam modeli ile bölge ülkelerine öncülük etmesi istenmiştir.
Emperyalist güçlerin Ortadoğu’ya ilişkin planları yeni olmadığı, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden sonlarına kadar Türkiye’nin emperyalist sistemin uç kalesi olarak tasarlandığı ve Sovyetler Birliğine karşı kullanıldığı belirtilmektedir.
Türkiye’nin sorunlu bir coğrafyada yer alması, çevresindeki gelişmelerden etkilenmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Ne var ki, Türkiye’nin konumu ve durumu; baş başa kaldığı diğer bölgesel sorunlar bir yana, sadece Ortadoğu kaynaklı sorunlar dahi yeterli hareket alanı üretmesini sınırlandırmaktadır.
Türkiye bugün, uluslararası zeminlerde hakkında alınmakta olan olumsuz kararlara karşı koyabilecek imkânlardan giderek yoksun hale getirilmektedir.
Bugün Türkiye’nin AB’ye dâhil olma girişimlerinin ne şekilde sonuç vereceği, üye ülkelerin tutumlarına bağlı kalmıştır. Bir kısım AB ülkeleri, Türkiye’yi aralarına almaya istekli görünmemektedirler. Birlik içinde yavaş yavaş yükselen sesler böyle bir niyeti açıkça ortaya koymaktadır. Ne var ki bunda, Türkiye’nin geçmişte izlediği politikaların da büyük payı olmuştur. Türkiye’nin Birliğe dâhil olma yolunda gösterdiği aşırı arzu, Türkiye açısından ödün anlamına gelen düzenlemelerin kabul edilmesine ve gerçekleştirilmesine yol açmaktadır.
Reform görüntüsündeki ödünlerin belli bir sınırda tutulamaması Türkiye için bir noktadan geriye dönüşü giderek güçleştirmektedir. Türkiye yaşamsal değerdeki bu kırılma noktasını çok iyi tespit etmek zorundadır.
Türkiye yakın zamana kadar AB ile ABD arasındaki bir çizgide denge aramıştır. Ancak bu çizgi şimdi giderek yok olmaktadır. Çünkü AB ile ABD’nin Ortadoğu’da giderek örtüşen menfaatleri Türkiye için bölgede üstlenilebilecek yeni bir rol yaratmıştır. Bu rol; Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Birliği içerisinde model oluşturmasıdır.
Türkiye’nin AB içinde yer alması yerine, Büyük Ortadoğu Birliği içinde yer alması istenmektedir. Bu ABD ve AB’nin çıkarlarına daha uygundur. ABD ve AB’nin Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesi için bir model olarak görmelerinin altında yatan gerçek şudur:
Türkiye’nin AB’ye üye olmasında büyük zorluklar vardır. Türkiye’nin AB’ye girebilme arzusuyla yapmış olduğu ve yapacağı reformlar, bu ülkede Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilmesi için giderek uygun bir alt yapı oluşturmaktadır. Bu süreç içerisinde Türkiye’de, projenin doğasında var olan diğer temel değişiklikler de gerçekleştirilebilecektir.
Büyük Ortadoğu Birliği içinde yer alacak bir Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı en büyük tehlike; ulusal birliğinin ve ülke bütünlüğünün korunamamasıdır. Projenin özünde var olan ve özelliğinden kaynaklanan bu tehlike, Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki yapısını gelecekte devam ettiremeyeceği anlamını da taşımaktadır.
ABD ve Yönetimler
ABD’nin kendi ulusal çıkarları açısından geçmişte uygun davranış sergileyen ve gelecekte de uygun davranış sergileyeceğinden emin olduğu yöneticileri ülkelerinde iş başına getirdiği, desteklediği sıklıkla uyguladığı bir yöntemdir.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde aynı yöntemi kullanmakta olduğu yönünde işaretler mevcuttur. ABD Ortadoğu ülkelerinde bazı siyasi liderlere Büyük Ortadoğu Projesi’ni benimsetmiş görünüyor. Türkiye’de de bazı siyasiler bu projenin Türkiye’ye katkı sağlayacağı yolunda ikna edilmişlerdir. Bir kısmı da değerlendirme yetersizliği nedeniyle yanılgı içerisine girmişlerdir. Bu sayede Kıbrıs sorununun çözüleceğine ve Güneydoğu Anadolu’nun sorun olmaktan çıkacağına inandırılmışlardır.
Büyük Ortadoğu Projesi’ni siyasal ideoloji düzleminde uygun gören bazı yerli yöneticiler; ABD’nin dünyayı yeniden şekillendirmesini bir müdahale biçimi olmaktan çok, ABD’nin küresel sorumluluklarını yerine getirme görevi olarak algılamaktadırlar. Bu ve benzeri yaklaşımlar toplumda direnç noksanlığı oluşturacak düşünceler üretilmesine zemin hazırlamıştır.
Gelinen Nokta ve Türkiye
Büyük Ortadoğu Projesi’nin mimarlarına göre “Türkiye’yi ve Türkiye gibi İslam ülkelerini, ılımlı bir İslami rejimle yönetmek en doğru hareket tarzıdır.”
Şüphesiz ki, Türk halkının bir Müslüman Kimliği vardır. Ancak bu kimlik hiçbir zaman Türk kimliği önüne geçmemelidir. Türkiye hiçbir platformda Müslüman ülke ya da ılımlı İslam ülkesi modeli yakıştırmasını kabul etmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Resmi olmayan zeminlerde dahi adının önüne bir dini sıfatın getirilmesi, onun laik yapısının değiştirilmesi gerektiği yolunda bir anlam taşır.
Müslüman ülke ifadesi Türkiye’yi tanımlamaktan çok uzaktır. Türk Milletinin bireysel temeldeki kimliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ve Türk kimliğidir. Bu kimlik tarihsel süreç içerisinde Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederek yerleşen Türk kavimlerinin sosyolojik etkenler sonucunda değişimiyle ortaya çıkmıştır. Milletimizin Türk kimliği, Müslümanlığın ortaya çıktığı 7. yüzyıldan binlerce yıl öncesine dayanmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında “Türkler gayri medeni bir millettir. Geldikleri yere – Orta Asya’ya – geri gönderilmelidirler” diyen İngiliz Başbakanının bu ifadesi, aslında tüm Hristiyan Batı Dünyasında var olan Türkler hakkındaki yaygın ortak düşünceyi yansıtmaktadır. Bu düşüncenin temel kaynağı bin yıldır yaşatılan “Haçlı Zihniyetidir”.
Bu zihniyet Anadolu’yu, Hristiyan değerlerinin içinde yer alan bir bölge olarak görür. Latin kültürü, Roma kültürü ve Grek kültürü üzerine inşa edildiği öne sürülen Batı uygarlığı; Anadolu’yu kendi kültür değerleri içerisinde sayar. Büyük Ortadoğu Projesi bir yönüyle bu değerlendirmeye de katkı sağlayacaktır. Büyük Ortadoğu Projesi’yle Hristiyan dünyası için özel bir konumu ve önemi olan Anadolu’nun Hristiyan değerleri kapsamında yeniden şekillendirilmesi istenmektedir.
Sadece 200 yıllık bir tarih içinde, farklı uluslardan bir araya gelmiş halkları aynı potada eriterek, onlara ulusal bir kimlik kazandırmayı amaçlayan, ulusal birlik ve beraberliğini sürdürmek ve ulusal kimliğini muhafaza etmek için özel önem ve çaba gösteren ABD; Ortadoğu ülkelerinin ulusal kimliklerden arındırılmasını hedeflemektedir.
Büyük Ortadoğu’daki ulus-devletler Yerel Devletler Federasyonu çatısı altında bir araya getirilebilirler ise, nüfuz altına alınmaları kolaylaşacaktır. Burada temel nokta ulusal direncin yok edilmesidir. Türkiye’de ulusal direncin yok edilmesi için atılacak birinci adım ulusal direnci oluşturan Kemalizm ideolojisinin yok edilmesi, ikinci adım siyasal İslam için uygun zeminin oluşturulması, üçüncü adım ise, toplumsal yapıda ortaya çıkacak çözülme sonrası ümmet niteliğinde bir toplumun yaratılmasıdır.
Bölgede güçlü ulus-devlet niteliğine sahip olan Türkiye’nin bu özelliğini yitirmesini sağlamak için;
Ne var ki, Türkiye’de Kemalizm (Atatürk İlke ve Devrimleri), Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Cumhuriyet rejimin korunması için çok güçlü bir ortak payda oluşturmaktadır.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı temel güçlük, AB’ye üye olabilmek amacıyla gerçekleştirdiği reformların günü geldiğinde Türkiye’nin ulus birliğini ve ülke bütünlüğünü muhafaza etmede sorun yaratması ve belirtilen ulusal değerlerin zamanla hızlı bir aşınmaya maruz kalmasıdır.
AB’ye üye olma yolunda, ulusal değerlerinden aşındırılmış bir Türkiye; Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde yer almaya uygun hale gelmiş olacaktır. Buradan çıkarılan sonuç şudur: AB’ye girebilme uğruna temel kazanımlarını feda eden Türkiye Cumhuriyeti, bu noktadan sonra geri dönüş yapmayı gerçekleştirebilme gücünden yoksun kalmış olacaktır. Türkiye’nin bu konuda sağlam bir duruş gösterebilmesi, bekası açısından büyük önem taşımaktadır.
ABD ve AB’nin Türkiye’ye bakış açısı, Türkiye’nin Avrasya’da, ABD ve AB çıkarları doğrultusunda merkezde yer alacağı Büyük Ortadoğu’dur. Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için ileri sürülen koşullar çerçevesinde gerçekleştirdiği ya da gerçekleştirmeye kararlı olduğu siyasal ve ekonomik reformların ortaya çıkardığı sonuçlar şimdiden tehlike işaretleri vermeye başlamıştır.
Ulus-devlet olma özelliği ve toprak bütünlüğü aşınmaya uğramış bir Türkiye’nin AB’de yer alması Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. AB dışında tutulacak bir Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Birliği içinde elde edeceği konum, Türkiye’nin ulusal hak ve menfaatlerini korumada yeterli olamayacaktır. Çünkü projenin temelinde bölge ülkelerinin hak ve menfaatleri yerine, ABD ve Batı’nın hak ve menfaatleri ön plana çıkmaktadır.
ABD’nin ulusal çıkarlarını gerçekleştirme doğrultusunda, toprak bütünlüğü de dâhil olmak üzere, gelecekte birçok konuda Türkiye’yi karşısına alacak hareket tarzları izleyebileceği hiçbir zaman dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. ABD’nin Karadeniz’de Romanya ve Bulgaristan’da deniz üslerine sahip olma girişimi, Türk Boğazlarının bugünkü statüsünü belirleyen Montrö Anlaşmasında tadilat yapılmasını gündeme getirebilecektir. Rusya Federasyonumun bu girişime katkıda bulunarak, ABD ile ortak hareket etmesi muhtemel görülmektedir. Türkiye bu konuda da ivedilikle tedbir geliştirmek zorundadır.
ABD bölgedeki bazı ülkelerde “Stratejik Ortak” yaklaşımıyla etkinlik göstermektedir. Stratejik ortak olabilmenin iki temel koşulu vardır: Ulusal hedeflerde beraberlik! Ulusal çıkarlarda beraberlik! Çok sık gündeme gelen Türkiye-ABD stratejik ortaklığı terimi; Türkiye ve ABD’nin Kuzey Irakla ilgili değerlendirmeleri, bölgede faaliyet gösteren yasa dışı terör örgütlerine bakışı, Ortadoğu yaklaşımlarında beraberlik sergilemekten uzaktır.
ABD, Irak Harekâtı nedeniyle Türkiye’de asker konuşlandırabilme imkânına sahip olsaydı, belki de Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleşmesi için kısmi bir alt yapı oluşturmuş olacaktı. Ne var ki, bunu sağlayamamıştır. ABD bu sonuçtan çıkardığı dersle bölgeyi yeniden şekillendirme projesinin ne kadar isabetli olduğunu düşünmektedir.
Büyük Ortadoğu Birliği içinde, ulus-devlet olma özelliğini yitirmiş ve toprak bütünlüğü parçalanmış devletlerin kimliksiz-kişiliksiz hale getirilmiş toplumları, yaşamlarını sürdürmede egemen devletlerin iradesine bağlı olacaktır. Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesini aşma hedefi; Büyük Ortadoğu Birliği içerisine dâhil olmasıyla birlikte, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir beklenti olarak kalacaktır. Türkiye uzağı görmek zorundadır!
Bazı siyasi ve akademik çevreler bölgede yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurulacağını ama bunun Türklerin kuracağı bir Osmanlı İmparatorluğu değil, Amerikalıların kuracağı bir Osmanlı İmparatorluğu olacağını; bu yeni Osmanlı yapılanmasının federasyon ya da konfederasyon şeklinde ortaya çıkabileceğini ve ABD’nin planında yer alan Yakın Doğu Konfederasyonunun İstanbul merkezli olacağını dile getirmektedirler.
Adına BOP ya da GOP ne derseniz deyin. Bunun iki tarafı var, birisi haç, birisi hilal. Biliyorsunuz ABD Başkanı Bush seçilmesinin hemen arkasından “Biz haçlı savaşı veriyoruz” diye telaffuz etti, sonra nahoş bir manzara ortaya çıkınca dünyanın önünde, kalktı bunu (güya) tamir etti, “yanlış anlaşıldım” dedi. Bu “yanlış anlaşıldım” veya “aldatıldım” tabiri siyasetçi tarafından kullanıldığında, “ben sizi aldattım” demektir.
Mesele, Büyük Ortadoğu Projesi adı altında yürütülen ikiyüzlü emperyalist politikalar ve politikacılardır. ABD’nin peşine takılan ülke ve siyasetçiler “demokratik”, takılmayan ülkeler ve liderler ise diktatörlük/diktatör ilan edilmektedir. Ya da şer ülkeler olarak ilan ediliyor. Mesele bundan ibaret görünüyor.
Yine Başkan Bush 2002’de İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “şer üçlüsü” ilan etmiştir. Bu söyleminin pratik uygulaması Irak’ın top yekûn imha edilmesiydi. Anlaşılan o ki Afganistan ve Irak’tan sonra Büyük Ortadoğu projesin de öncelikle Suriye ve İran gibi ABD yörüngesinde olmayan ülkelerin hedeflendiği aynı oyunun ikinci perdesi sahne alıyor.
2000 yılında yazılmış bir belgede, Amerika’nın insanlığın ve dünya kaynaklarının çoğunluğuna egemen olmak için ihtiyacı olanın, “yeni bir Pearl Harbor gibi yıkıcı ve hızlandırıcı bir olay” olduğu söylenmiştir. İşte 11 Eylül Saldırıları, “çağların fırsatı” olarak nitelenen “yeni Pearl Harbor” olarak söylenmektedir.
BOP’un uluslararası meşruiyet kazanma aracı olarak görüldüğü, 1950’li ve 1980’li yıllarda Ortadoğu’ya, 1990’lı yıllarda Orta Asya ve Kafkaslara model olarak sunulan Türkiye’nin, söz konusu modelliğin çok ötesinde “Büyük Ortadoğu Projesinde” doğrudan Amerikan projelerinin hayata geçirilmesinde rol üstlendiği artık kamuoyunda ve siyasi arenada hâkim görüş halini almıştır.
Hedef-amaç büyük Kürdistan’dır ya da daha doğrusu Büyük İsrail’dir. Nihai hedef ülke aslında Türkiye’dir. Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesine Türkiye’ye yönelik dayatmalar ya da tavsiyeler tam 100. Yıldır sürmektedir. Batı’nın Türkiye için planlarında bir değişiklik yoktur.
Birinci dünya savaşı emperyalist devletler arasında bir paylaşım savaşıydı. Kavga kara altın yani petrol içindi. Nasıl birinci dünya savaşında gizli anlaşmalar yapıldıysa, ikinci dünya savaşında balkanlar nasıl yüzdelere bölünerek paylaşıldı ise bugünde benzerleri yaşanmaktadır. Umarız Rusya ve Batı arasında bugün Ortadoğu’ya yönelik bir gizli anlaşma ya da yüzdeler anlaşması olmamıştır. Temennimiz budur.
Sonuç
Ortadoğu bölgesinin tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi Batı dünyası, özelde de ABD, için bir kaynak ve pazar olarak görüldüğü, fakat bunun dışında bir takım sözde demokratikleşme hareketlerini de kapsamış olduğunu görüyoruz. Yani BOP çerçevesinde bölge ülkelerinin sınırlarına ve siyasi yapılarına da müdahale edileceği anlaşılmaktadır. Zaten hemen hemen “mahremiyetine” dokunulmayan ülke kalmadı.
Bölge ülkeleri, Soğuk Savaş döneminde Sovyet tehdidi bahane edilerek, bugün ise (kendi yarattıkları ve besledikleri) terör bahane edilerek her anlamda Batı tarafından sömürülmektedir. Bu sömürünün bilinen adı ise “Büyük Ortadoğu Projesi”dir. Fakat acı olan bu projeye başta Türkiye olmak üzere bazı bölge ülkelerinin destek vermesidir.
Bu projenin bölge ülkeleri tarafından özellikle de Türkiye tarafından algılanış biçimine göre, Irak ve Suriye ile birlikte diğer bölge ülkelerinin de durumu yakın gelecekte yeniden şekilleneceğe benziyor. Irak ve Suriye’de istikrarın-düzenin sağlanamayacağı, bölgede ortaya çıkacak yeni dengelere göre, bu ülkelerin tamamen bölünebileceği ve ortaya yeni siyasi oluşumların çıkabileceği ihtimali her zaman var olacaktır.
Bütün bu gelişmelerden bölgedeki diğer ülkeler de paylarına düşeni alacaktır. Fakat burada önemli olan Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarıdır. Hatta bunun da ötesinde, Türkiye’nin kendi sınırları içerisinde çıkabilecek yeni durumların bölgedeki çıkarlarından daha da önemli hale gelip gelmeyeceği meselesidir.
Tarihi sürece baktığımızda Ortadoğu’nun özel olarak da Türkiye’nin bugün de tıpkı geçmişte olduğu gibi İngiltere ve Amerika için önem taşıdığını görüyoruz. Bu iki ülkenin bölgeye yönelik geliştirdikleri projeler (özellikle Büyük Ortadoğu Projesi-BOP) çerçevesinde Ortadoğu’nun yakın, orta ve uzun vadede alacağı şekil daha net olarak ortaya çıkacaktır.
Aslında bu süreçte Ortadoğu’daki devletlerin alacağı yeni şekillerden ziyade bizim için önemli olan Türkiye’nin alacağı şekil olacaktır. Türkiye’nin 1945-65 yılları arasında bölgeye yönelik politikalarında tamamen İngiltere ve ABD ile birlikte hareket etmiş olduğunu görüyoruz. Fakat bu politikalarında pek başarılı olduğu söylenemez.
Bugün yine ABD ve İngiltere ile birlikte (özellikle BOP çerçevesinde) hareket etmesinin kendisine neler sağlayacağını veya neler kaybettireceğini çok iyi hesaplaması gerekmektedir. Bu bağlamda bugün Türkiye bir yol ayrımındadır, ya BOP çerçevesinde ABD ile birlikte hareket edecek ve bir bilinmeyene doğru yelken açacak ya da Atatürk’ün milli dış siyasetine geri dönecektir.
Bu orta ve uzun vadede ne Irak, ne Suriye, ne Arap Baharı ne de Büyük Ortadoğu Projesi meselesidir, bu orta ve uzun vadede Türkiye meselesidir. Türkiye’nin “Büyük Türkiye mi” yoksa “Küçük Türkiye mi” olup olmayacağı meselesidir. Ya da başka bir deyişle, bu proje çerçevesinde Türkiye’nin “büyürken küçülmesi” olarak da ifade edilebilir. Mesele Türkiye’nin (her anlamda) mevcut yapısını koruyup koruyamayacağı meselesidir.
Evet, öyle anlaşılıyor ki, BOP çerçevesinde öngörülen “Büyük Ortadoğu”, fakat “Küçük Türkiye” ve diğer küçük parçalardan oluşan bir “Büyük Ortadoğu”.
Eğer Atatürk’ün milli dış siyasetine acilen dönülmediği takdir de Ortadoğu’da yaşanacak olan ne Arap ne Türk ne Fars ne de Kürt baharı olacaktır, yaşanan sadece Amerikan Baharı olacaktır. Ya da İsrail, Rus, AB kısaca emperyalistlerin baharı olacaktır. Bölge ülkeleri ve halkları için maalesef hazan mevsimi olacaktır.
Zira Ortadoğu’da yaşayan tüm halklar için yakın ve orta vadede bir bahar havasının (siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel, eğitim, bilim, sanat, çevre, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğü gibi alanlarda) yani bir “aydınlanmanın” yaşanma olasılığı oldukça zayıf görülmektedir.
Sonuç olarak halkımız, milletimiz şunu iyi bilmelidir. Büyük Ortadoğu Projesi diye bilinen ve halen zaman zaman bir matahmış gibi övülen bu proje tam bir yıkım projesidir. Bu proje bölge ülkelerinin ve de Türkiye’nin asla ve asla hayrına ve yararına değildir.
Bu saatten sonra müneccim olmaya, âlim olmaya ya da uzman olmaya gerek yok, şöyle bir çevremize, bölgemize baktığımızda bu projenin sinsi bir yıkım projesi olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır. Bu bölge ülkelerini ve Türkiye’yi bölme ve işgal etme projesidir.
Yapılacak tek şey vardır, o da acilen milli bir dış politika ve milli bir iç politika uygulamaktır. Yani “yurtta barış dünyada barıştır”. Çözüm milli ve manevi değerlere, Atatürk ilke ve inkılaplarına sıkı sıkı sarılmaktır.
Ortadoğu’ya yönelik planlar, projeler sürekli yenilenmekte ve değişmektedir. Atatürk döneminden sonra yavaş yavaş Batı’ya bağımlı hale gelen Türkiye, 1950’lerden sonra hemen hemen her alanda tamamen bağımlı hale gelmiştir ve zamanla Batı politikalarının Ortadoğu’da sadece yürütücüsü durumuna gelmiştir. Suriye’de yaşananlara da bu açıdan bakmak gerekir. Türkiye şüphesiz birtakım kazanımlar elde etmiştir, fakat bu kazanımlarından kat be kat daha fazlasını da kaybetmiştir. Ve ileride neleri kaybedebileceği ile ilgilidir.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından ABD’nin 1990’ların başında uygulamaya koyduğu BOP’un varlığından bölge ülkeleri ancak yıllar sonra haberdar olmuştur. Fas’tan Pakistan’a (hatta Endonezya ve Malezya’ya), Somali’den Kazakistan’a, Yemen’den Bosna’ya, Azerbaycan’a uzanan bu geniş coğrafyada, ABD’nin 1991’den beri yürüttüğü askeri operasyonlar ve dayattığı siyasi, askeri, ekonomik ve sosyo-kültürel çözümler hep bu projenin birer parçaları durumunda olmuştur.
Bu bölgelerin, özellikle de Ortadoğu bölgesinin genelde Batı dünyası, özelde de ABD için bir kaynak ve pazar olarak görüldüğü, fakat bunun dışında bir takım sözde demokratikleşme hareketlerini de kapsamış olduğunu görüyoruz. Yani BOP çerçevesinde bölge ülkelerinin sınırlarına ve siyasi yapılarına da müdahale edileceği anlaşılmaktadır. Bölge ülkeleri, Soğuk Savaş döneminde Sovyet tehdidi bahane edilerek, bugün ise (kendi yarattıkları ve besledikleri) terör bahane edilerek her anlamda Batı tarafından sömürülmektedir. Bu sömürünün bilinen adı ise “Büyük Ortadoğu Projesi”dir. Fakat acı olan bu projeye başta Türkiye olmak üzere bazı bölge ülkelerinin destek vermesidir.
BOP çerçevesinde Ortadoğu’nun yakın, orta ve uzun vadede alacağı şekil daha net olarak ortaya çıkacaktır. Aslında bu süreçte Ortadoğu’daki devletlerin (Irak ve Suriye gibi) alacağı yeni şekillerden ziyade bizim için önemli olan Türkiye’nin alacağı şekil olacaktır.
Bu projenin bölge ülkeleri tarafından özellikle de Türkiye tarafından algılanış biçimine göre, Irak ve Suriye ile birlikte diğer bölge ülkelerinin de durumu yakın gelecekte yeniden şekilleneceğe benziyor. Irak ve Suriye’de istikrarın sağlanamayacağı, özellikle de kuzeyine göre güneyinde kargaşanın devam edeceği anlaşılmaktadır.
Bölgede ortaya çıkacak yeni dengelere göre, Irak’ın e Suriye’nin tamamen bölünebileceği ve yeni siyasi oluşumların ortaya çıkabileceği ihtimali her zaman var olacaktır. Bütün bu gelişmelerden bölgedeki ülkeler paylarına düşeni alacaktır. Fakat burada önemli olan Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarıdır. Hatta bunun da ötesinde, Türkiye’nin kendi sınırları içerisinde çıkabilecek yeni durumların bölgedeki çıkarlarından daha da önemli hale gelip gelmeyeceği meselesidir.
Türkiye’nin ABD ile birlikte BOP çerçevesinde hareket etmesinin kendisine neler sağlayacağını veya neler kaybettireceğini çok iyi hesaplaması gerekmektedir. Bu bağlamda bugün Türkiye bir yol ayrımındadır, ya BOP çerçevesinde ABD ile birlikte hareket edecek ve bir bilinmeyene doğru yelken açacak ya da Atatürk’ün milli dış siyasetine geri dönecektir. Bu orta ve uzun vadede ne Irak, ne Suriye meselesidir, bu orta ve uzun vadede Türkiye’nin “Büyük Türkiye mi” yoksa “Küçük Türkiye mi” olup olmayacağı meselesidir. Başka bir ifadeyle mevcut üniter yapısını koruyup koruyamayacağı meselesidir. Evet, öyle anlaşılıyor ki, BOP çerçevesinde öngörülen “Büyük Ortadoğu”, fakat “Küçük Türkiye” ve diğer küçük parçalardan oluşan bir “Büyük Ortadoğu”. Eğer Atatürk’ün milli dış siyasetine acilen dönülmediği takdirde Ortadoğu’da yaşanacak olan ne “Arap Baharı” ne de “Türk Baharı” olacaktır, yaşanan sadece “İsrail ve Kürt Baharı” olacaktır.
Zira Ortadoğu’da yaşayan tüm halklar için yakın ve orta vadede bir bahar havasının (siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel, eğitim, bilim, sanat, çevre, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğü gibi alanlarda) yani bir “aydınlanmanın” yaşanma olasılığı oldukça zayıf bir ihtimal olarak görülmektedir.
Yazacak çok şey var ama yazmaya gerek yok. Çünkü herkes her şeyi biliyor. Sadece tarihe not düşme adına bu kısa yazıyı yazmak istedim. Kısaca Ortadoğu’da çanlar Türkiye için çalıyor. Yaşayıp göreceğiz.
Atatürk Milli Mücadele sonrasında ülkesini ve milletini çağdaşlaştırmak için siyasal, sosyal, hukuk, ekonomi, eğitim ve kültür alanında birçok inkılap yapmak zorunda kaldı. Sık sık yurt gezilerine çıkarak halkın arasına karıştı ve halkın sorunlarını dinledi. İlgililere devlet mekanizmasının aksayan yönleriyle ilgili talimatlar verdi. Türkiye’yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını ve diğer devlet görevlilerini ağırladı. Çok çalıştı, çok yoruldu. Dolayısıyla 11 Kasım ve 13 Kasım 1923’te biri ağır ve diğeri hafif olmak üzere iki kalp krizi atlattı. Bunun üzerine İstanbul’da bulunan Dr. Neşet Ömer (İrdelp) Ankara’ya çağrıldı ve Atatürk’ü muayeneden sonra bu krizlerin ağır çalışma ve yorgunluktan kaynaklandığını söyleyerek dinlenmesini tavsiye etti. Bu tavsiyelere uyan Atatürk iki ay sonra sağlığına kavuştu.
Fakat Atatürk, bir süre sonra yine eski ağır çalışma temposuna döndü. Nitekim daha sonraki yıllarda Büyük Nutku’nu hazırlarken 22-23 Mayıs 1927’de yeni bir kalp krizi geçirdi. Bunun üzerine Sağlık Bakanı Refik Saydam, Dr. Asım Arar ve Dr. Neşet Ömer Beyler Almanya’dan iki uzman doktorun getirilmesini teklif etti ve Atatürk de buna razı oldu. Berlin’deki Türk Büyükelçiliğinin girişimiyle Berlin Tıp Fakültesi’nden Profesör Kraus ile Münih Tıp Fakültesi’nden Profesör Von Romberg Ankara’ya davet edildi. Adı geçen doktorlar da yoğun çalışmamasını tavsiye etmişlerse de Atatürk bu tavsiyeleri ciddiye almayıp aynı şekilde çalışmaya devam etti. Bu tarihten sonra 1936 yılına kadar Atatürk’ün sağlığı konusunda ciddi bir sorun görülmedi. 1936 yılının Kasım ayında yeniden rahatsızlandı ve doktorların durumun zatürreye dönüşmesi ihtimalinin olabileceği uyarısı üzerine Atatürk önerilen tedaviye uymak zorunda kaldı ve sonuçta sağlığı düzeldi.
Ancak Ekim 1937’den itibaren Atatürk karın ve bacaklarındaki kaşıntılar ve burun kanamaları yüzünden sağlık sorunları yaşamaya başladı. Bu sağlık şikâyetleri ölümüne kadar sürecek yeni bir dönemi başlatacaktı. Doktorların tavsiyesi üzerine ilk çare olarak kaşıntılara karşı Yalova kaplıcalarından faydalanmaya karar verildi. 21Ocak 1938’de Yalova’ya gelen Atatürk, yeni yapılan Termal Otelin ilk misafiri oldu. Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger, Atatürk’ün rahatsızlığına ilk doğru teşhisi koydu. Dr. Belger, Atatürk’ün karaciğerinden kuşkulandı ve karaciğerdeki büyümeyi fark etti. Karaciğer kaburga altını üç parmak kadar aşmış ve sertleşmişti. Atatürk, Dr. Belger’e ne yapılması gerektiğini sorduğunda sıkı bir perhiz yapılması gerektiği cevabını aldı. Atatürk, 1 Şubat 1938’e kadar 10 gün Yalova’da tedavi gördü ve sağlığı bir miktar düzeldi. Dr. Belger’in üç hafta daha tedavi görmesini tavsiye etmesine rağmen Yalova’dan ayrıldı ve Bursa’ya geçti. Daha sonraki günlerde Türk doktorlar Atatürk’ün sağlığı konusunda yurt dışından bir doktor getirilmesini tavsiye ettiler. Atatürk bu teklifi istemeyerek de olsa kabul etmek zorunda kaldı. Bunun için Paris Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Noel Fissenger Ankara’ya davet edildi. Fissenger 28 Mart 1938’de Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ü muayene etti. Yaptığı muayenede Atatürk’ün karaciğerinin normalden büyük olduğunu tespit etti. Ayrıca karın boşluğunda bir miktar su (yani asit) toplandığını fark etti ve karaciğer iltihabı teşhisini koydu. Fissenger, Atatürk’e iyileşmesi için üç ay boyunca günde 23 saat yatak istirahati, yorulmaması ve beslenmesine dikkat etmesi tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiyelere uyması halinde 7-8 yıl daha yaşayabileceğini de ekledi.
Atatürk, Fissinger’in tavsiyelerine uymak zorunda kaldı ve bir süre sonra sağlığı düzelmeye başladı. 19 Mayıs Gençlik Bayramı törenlerine katıldı. Bu sırada ülkenin gündemini Hatay sorunu meşgul etmekteydi. Daha önce özerk bir yapıya kavuşan Hatay’da seçimler yapılması süreci devam ediyordu. Atatürk, Türkiye’nin bu konuda bir gövde gösterisi yapması gerektiğine inanarak, 19 Mayıs törenlerinden sonra aynı gün Mersin’e doğru yola çıktı. Oysa doktorların tavsiyesine uyarak dinlenmesi gerekiyordu. Ancak Atatürk doktorların uyarılarını dinlemedi. 20 Mayıs 1938’de Mersin’e gelen Atatürk kırk dakika süren askeri geçit törenini izledi. Bu tören doğal olarak yorulmasına sebep oldu. Atatürk Mersin’den 24 Mayıs’ta Adana’ya geçti ve burada süresi bir saati aşan bir geçit töreni izledi. Bu yorucu seyahatten sonra Atatürk 27 Mayıs’ta İstanbul’a döndü. 29 Mayıs’ta yapılan muayenesinde karın bölgesinin su toplamaya devam ettiği tespit edildi. Bu gelişme üzerine Prof. Dr. Fissenger’in İstanbul’a davet edilmesine karar verildi. Bu arada devlet tarafından satın alınan Savarona yatı 1 Haziran 1938’de İstanbul’a geldi ve Atatürk aynı gün adı geçen yata yerleşti.
8 Haziran’da İstanbul’a gelen Fissenger, Atatürk’ü muayene etti ve Atatürk’ün sağlığının önceki muayeneye göre biraz daha kötüleştiğini tespit etti. Buna rağmen önereceği tedaviye uyulması halinde Atatürk’ün iki yıl daha yaşayabileceğini belirtti. Fissenger’in tavsiyelerine rağmen Atatürk dinleneceği yerde Hatay meselesi ile ilgilenmeye, toplantılara başkanlık etmeye ve resmikabullere devam etti. 10 Temmuz 1938’de Savarona yatıyla yaptığı bir gezinti sırasında rahatsızlandı ve 13 Temmuzda ateşi 39.1 dereceye çıktı. 25 Temmuz gecesi Savarona’dan ayrılarak Dolmabahçe Sarayı’na geçti. Burada Türk ve yabancı doktorlar tarafından muayene edildi ve bazı tespitler yapıldı. 3 Ağustosta yine Türk ve yabancı doktorlar heyeti tarafından yapılan başka bir muayene sonunda sağlık durumu ile ilgili detaylı bir rapor hazırlandı.
Ancak bu muayeneden sonra da Atatürk yine resmi toplantı ve kabul günlerini aksatmadan sürdürdü. Oysa sağlığı açısından mutlaka dinlenmesi gerekiyordu. 5 Eylül 1938’de vasiyetini hazırladı. 26/27 Eylül gecesi hafif bir koma atlattı. 17 Ekimde ilk kez ağır bir komaya girdi. Bu koma hali 19 Ekime kadar belirli aralıklarla devam etti. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği de Atatürk’ün rahatsızlığı hakkında 22 Ekime kadar sabah ve akşam olmak üzere tebliğler yayımladı.
Atatürk’ün ilk ağır komaya girdiği günün ertesi günü Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak tarafından ordu komutanlıklarına iki maddelik bir şifre telgraf gönderilmiştir. Atatürk’ün sağlık durumunun ağırlaşmasından dolayı teyakkuzda bulunulması ve muhtemel yaşanabilecek asayiş sorunlarına karşı hükümet güçlerine yardımcı olunması gerektiği bildirilmiştir.
Cumhuriyet Bayramının yaklaşması üzerine İçişleri Bakanlığının Valiliklere gönderdiği emirde ise bayram hazırlıklarına devam edileceği, bir değişiklik olursa bildirileceği, her sene Cumhuriyet Bayramında düzenlenen ziyafet, balo, müsamere ve bu geceye ait diğer eğlencelerin Atatürk’ün rahatsızlığı dolayısıyla ve O’na karşı sonsuz bağlılık ve minnetin ifadesi olarak bu sene verilmeyeceği belirtiliyordu.
Atatürk’ün katılamadığı son ve tek Cumhuriyet Bayramı törenleri yaklaşırken Sabiha Gökçen ile yaptığı konuşma oldukça anlamlıdır ve adeta çok yakın zamanda öleceğini hissettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Aralarında geçen konuşma şu şekildedir:
-Yarın bayram, değil mi? Gökçen dedi.
-Evet, Paşam, bizim bayramımız… En büyük bayramımız…
-Dolmabahçe Sarayı epey kalabalık oldu bu yıl…
-Öyle Paşam… Hükümet üyelerinin çoğu da buradalar… Cumhuriyet bayramını sizinle birlikte kutlayacaklar…
-Ama bu günü halkımla, halkımın içinde kutlamak isterdi! Gökçen…
Beni Cumhuriyet Bayramında halkımdan uzak tutan bu hastalığa lanet ediyorum!…
-Gelecek bayram…
Eliyle susmamı işaret etti:
-Bana, gelecek bayramdan bahsetme!… Hatta gelecek aydan da!… Ekim ayını çıkarabilirsem bile Kasım ayını çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum!..
8 Kasımda ikinci defa ağır bir komaya girdi. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nden konu hakkında şu açıklama yapıldı: “…Bugün saat 18.30’da hastalık birden bire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kazanmıştır.” 9 Kasım saat 24.00’de yapılan açıklamada “umumi durumun vahamete doğru seyrettiği” bildirildi. Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan Başbakan Celal Bayar aynı tarih ve saatte İçişleri Bakanlığı aracılığı ile Kabine arkadaşlarına son durum hakkında şu bilgileri veriyordu: “…Maalesef vahamet artmaktadır. Şefimizin içinde bulunduğu tam koma hali birkaç gün devam edebileceği gibi feci akıbetin her an zuhuru da ihtimal dâhilinde olduğu doktorlar tarafından ifade edilmektedir…” Başbakan Celal Bayar’ın ifade ettiği istenilmeyen durum 10 Kasım 1938 sabahı saat 09.05’te gerçekleşti ve 1881’de Selanik’te başlayan 57 yıllık hayat İstanbul’da son buldu. Ruh şad olsun.
Atatürk’ün vefatı üzerine İçişleri Bakanlığı Valiliklere gönderdiği tebliğde, cenaze töreninin 21 Kasım Pazartesi günü Ankara’da yapılacağı ve törene ait programın daha sonra yayınlanacağı belirtildi. Atatürk’ün cenaze töreninin yapılacağı 21 Kasım 1938 Pazartesi günü Milli Yas ilan edilmiştir.
Milli Savunma Bakanlığı 17 Kasım 1938 günü Atatürk’ün cenazesi başında tutulacak saygı nöbetine dair bir tamim yayınladı. Bu tamime göre, saygı nöbeti 20 Kasım Pazar günü saat 10.30’da başlayacak ve 21 Kasım Pazartesi günü saat 09.00’da bitecekti. Saat 09.00’dan sonra nöbet, cenazeye refakat eden generallere devredilecekti. Bir nöbet postası altı subaydan oluşacaktı ve nöbet süresi yarım saat olacaktı.
Atatürk’ün cenazesinin İstanbul’dan Ankara’ya nakil işlemi daha önce kararlaştırıldığı biçimde uygulandı. Program gereği 19 Kasım günü sabah saatlerinde Dolmabahçe Sarayı’ndan alınıp Yavuz zırhlısına konan cenaze aynı gün saat 18.50’de İzmit’e ulaştı ve Yavuz zırhlısından alınan Atatürk’ün naaşı generallerin omuzlarında tren istasyonuna götürüldü. Tren saat 20.30’da İzmit’ten Ankara’ya hareket etti ve 20 Kasım günü sabah saat 10.00’da Ankara istasyonuna ulaştı. Atatürk’ün cenazesi istasyonda Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanı ve Milletvekilleri tarafından karşılandı. Atatürk’ün tabutu, tören komutanı Fahrettin Altay’ın nezaretinde on iki general tarafından vagondan indirildi ve top arabasına taşındı. Top arabası, 10.50’de gardan hareket etti v e saat 11.30’da TBMM’nin önüne geldi. Burada Atatürk’ün tabutu on iki milletvekili tarafından top arabasından indirildi, katafalka konuldu. Saat 12.00’den itibaren halkın saygı geçidi başladı. On binlerce insanın katıldığı bu saygı geçidi gece yarısına kadar devam etti. Ertesi gün tüm Türkiye ile aynı anda Ankara’da Atatürk’ün cenaze töreni yapıldı. Tören Hükümetin istediği şekilde ve hazırlanan resmi program çerçevesinde hiçbir sorun yaşanmadan tamamlandı. Devlet, Atatürk’ün vefatının ardından kendisine uygun bir cenaze töreni yapılması için oldukça yoğun mesai harcamış, en ince ayrıntısını düşünmüş ve bunun da layıkıyla yerine getirilmesi için elinden geleni yapmıştır.
21 Kasım 1938 Pazartesi günü tüm yurtta aynı anda yapılan Atatürk’ün cenaze töreni acı ve kederle dolu yoğun bir duygu seli içinde geçmiştir. Cenaze töreninde yapılan konuşmalar halkın duygu ve düşüncelerine, acı ve kederlerine tercüman olmuştur. Türkiye’nin her yerinde yapılan cenaze töreniyle Türk milleti Atasına veda etmiştir.
Törenlerde konuşmacılar genel olarak Atatürk’ün eserleri, memlekete ve millete yaptığı büyük hizmetler, hayatı ve vefatından duyulan acı ve keder ifade edilmiştir. Konuşmalarından, sözlerinden ve nutuklarından örneklere yer verilmiştir. En çok da Gençliğe Hitabesi okunmuştur. Türkiye’yi bağımsızlığa kavuşturan, onurlu ve şerefli bir millet yapan Cumhuriyetin babası Atatürk’ün ölümünden doğan ıstırabın, acının derecesini, Türk milleti ile beraber bütün insanlığın döktüğü gözyaşların anlatmaktan aciz olduğu ifade edilmiştir. Atatürk’ün ölümünden duyulan ölçüsüz ve derin üzüntü içinde yurdun her tarafında tek bir duygu ve tek bir düşünce ile Atatürk’ün manevi huzurunda milli birliği anlam ve önemi anlatılmıştır.
Atatürk’ün fani olduğu için öldüğü ama büyük eserleri ile beraber her zaman yaşayacağı ve her zaman sonsuza kadar Türk milletinin yanında olacağı, kendisinden sonra da Cumhuriyet esaslarında en küçük bir değişiklik olmadan aynen korunacağı ve hatta daha ileriye götürüleceği, dolayısıyla Atatürk’ün toprağa değil Türk milletinin kalbine gömüldüğü, böylece sonsuza kadar yaşayacağı vurgulanmıştır.
Atatürk’ün yıllarca önce söylediği “İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemaller idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller doğurmayacaklar mı? Feyz milletindir, benim değildir.” Sözü sıkça vurgulanmıştır.
Atatürk kahramanlığın, aklın, bilimin, dehanın, inkılapçılığın ve devlet adamlığının tarihteki en büyük örneği olduğu anlatılmıştır. Atatürk’ün sadece Türk milletini ölümden kurtaran bir kahraman değil, aynı zamanda dünya milletlerine barış yollarını gösteren, ortak çalışmayı öğreten ve dünya çatısı altında bütün bir insanlığa yol veren bir medeniyet ışı olduğu, bu yönüyle de sadece Türk milletine değil dünyaya örnek olacak bir lider olduğu anlatılmıştır.
Atatürk’ün cenaze töreni Türk milletini tek kalp, tek irade ve tek yürek yapmıştır. Atatürk, Türk milletini birleştiren, on yedi milyonu ana, baba, evlat ve kardeş haline getiren, bir milleti bir damla gözyaşı içinde toplayan bir kişi olmuştur. Hayatı gibi ölümü de milletine bir birlik ve beraberlik ve güç kaynağı olmuştur. Hiçbir millet liderine, Türklerin Atatürk’e inandığı kadar inanmamıştır. Atatürk millet birliğinin simgesi olmuştur. Ruhu şad olsun.
Ölümünün 86. Yılında manevi huzurunda saygı ile eğiliyorum; saygı ve özlemle anıyorum.
“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.” Mustafa Kemal Atatürk.
Not: Geniş bilgi için bkz. İsmet Üzen-Yüksel Özgen, Bir Milletin Atasına Vedası, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2013.