23 Temmuz 2025 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.

jojobet
Marsbahis
deneme bonusu veren siteler
1xbetbetpasmariobet
escort konya
a
en iyi rulet siteleri
Prof Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa

Prof Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa

01 Temmuz 2025 Salı

Zaman-Mekân-İnsan

Zaman-Mekân-İnsan
4

BEĞENDİM

ABONE OL

Sevgili dostlar; sosyal bir varlık olan insan, tarih boyunca diğer insanlarla bir arada yaşama arzusu ve ihtiyacı içinde olmuştur. Bu manada bir topluluk içinde yaşamanın gereği olarak da zaman içinde farklı yerleşim birimleri oluşturmuştur. İşte köylerimiz de bu yerleşim birimlerinin en küçüğü ve en az değişenidir. Dolayısıyla köy yaşam biçimi en eski ve incelemeye değer yaşama biçimlerinden biri olarak karşımıza çıkar.

Ülkemiz nüfusunun halen büyük bir kısmı kırsal kesimde yani köylerimizde yaşamakta ve bu fedakâr ve çalışkan insanlarımızın kendi geçimlerini sağlamak, ülke kalkınmasına katkıda bulunmak için gösterdikleri iyiniyetli çabalar her türlü takdirin üzerindedir. Böyle gayretli, çalışkan insanlarımızın yaşayışlarını, çabalarını, yaşadıkları yerleri görmenin, onları anlamanın ve anlatmanın çok önemli olduğunu düşünmekteyim.

Coğrafi konumu

Bursa’nın kuzeyinde bulunan Dürdane Köyü, Osmangazi ilçesine bağlı şirin bir köyümüzdür. Bursa-Gemlik karayolu üzerinde ve Bursa il merkezine 16 kilometre uzaklıktadır. Deniz seviyesinden yüksekliği yaklaşık 320 metre olan köy, kuzey yönünde Marmara Denizine (Gemlik Körfezine) yaklaşık 5 kilometrelik bir mesafededir.[i] Dürdane Köyü; 40 derece 20 dakika kuzey paralel dairesi ve 29 derece 5 dakika doğu meridyenleri arasındadır. Gemlik Körfezi ile Bursa Ovasını birbirinden ayıran yüksek bir tepenin Bursa’ya yani güneye bakan yamaçlarında kurulmuştur.[ii]

Komşu köyler

Köyün doğusunda Selçukgazi köyü (3 km), batısında Gündoğdu köyü (5 km), güneyinde Karabalçık köyü (5 km), kuzeyinde Gençali köyü (3 km), kuzeydoğusunda Kurtul köyü (3 km), güneybatısında Ovakça köyü (3 km), kuzeybatısında Kurşunlu köyü (7 km) bulunmaktadır. Komşu köylerle olan ulaşımı köy yolları ile sağlanmakta, Ocakça ve Kurtul köylerine ise Bursa-Gemlik karayoluyla bağlanmaktadır.

93 Harbi sonrası kurulan Kurtul köyü ile uzun yıllar sınır sorunu yaşanmıştır. Nitekim bu sorunun çözümüne ilişkin Cumhuriyet Arşivi’nde iki belge bulunmaktadır. 3 Mayıs 1973 ve 12 Ağustos 1977 tarihli iki belgede konunu devlet tarafından çözümlenmesi istenmiş ve sonunda sınır Dürdane lehine çözümlenmiştir. Kurtul Köyü ile uzun yıllar süren sınır meselesinden dolayı eski dostlukları kalmamış olsa da iki köyün ileride aynı dostluğu kuracağı muhakkaktır. Diğer komşu köylerle ilişkileri oldukça iyi düzeydedir. Ayrıca 1978 yılında köyde öğretmenlik yapan Hüseyin Demirci’nin girişimleriyle Dürdane Köyü, Bilecik, Pazaryeri, Dereköy ile kardeş köy ilan edilmiştir. İki köy halkı arasında sıkı dostluklar kurulmuş ve bu karşılıklı dostluk aradaki uzaklığa rağmen bugün de ilk günkü heyecan ve samimiyetiyle devam etmektedir.

Köyün kuruluşu

Köyün tam olarak ne zaman kurulduğu bilinmemekle birlikte 14. yüzyılın ilk yarısında kurulduğu sanılmaktadır. Köyün, Bursa’nın fethi sırasında Yörük obaları tarafından kurulduğu düşünülmektedir. Köyle ilgili en eski belge 1423 tarihli Orhan Gazi vakfiyesidir. Bu vakfiyeye göre, Orhan Gazi Vakfı’nın mütevellisi olan Şeyh Çerağ Bey bin Ahi Bayezid[iii], Sultan II. Murad’ın da iznini alarak, vakfın gelirleriyle Dürdane köyünü 52 bin akçaya satın alarak vakfa katmıştır. Köyün yer aldığı en eski sayım belgesi ise 1455 tarihli tahrir defteridir. Bu deftere göre, köy önceleri tımar arazi ve Sultan II. Murad’ın eşi Şahzade Hatun’un mülkü iken Orhan Gazi Vakfı için satın alınıp vakfa katılmıştır.[iv]

Bursa’nın 1326’da Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle birlikte Türkler Bursa ve havalisine yayılmaya ve yerleşmeye başlamıştır. Bölgede yaşayan Bizans ahalisinin çoğu İstanbul’a kaçmış olduğundan boşalan yerlere Osmanlı Türkleri yerleşmiştir. Fakat bu yerleşme alelade bir yerleşme değildir. İşte bu yerleşme hareketleri sırasında bizzat padişah (Orhan Gazi) tarafından üç yörük ailesi bugünkü köyün bulunduğu yere yerleştirilmiş ve hemen bu yerleşim yerine bir cami ve hamam inşa ettirmiştir. Köyün kurulduğu yerin çevresinde Bizans köyleri bulunduğu için ve bu havalide kurulan ilk Müslüman Türk köyü olduğundan padişah köye inci tanesi anlamında “Dürdane” adını vermiştir. (Dür: Arapça inci demektir).

Köyün kuruluşu çok eski dönemlere kadar gittiği için, köyün kurucu aileleri belirlenememiş olmakla beraber, belgeler incelendiğinde, lakaplardan çok sayıda ailenin soyu izlenebilmektedir. Mesela özellikle 19. yüzyıldaki sayımlarda adı geçen ailelerin lakapları (Kavaslar, Battallar, Pehlivanlar, Kibarlar, Mollalar, Kostaklar, İnceoğulları, Kacabıyıkoğulları gibi) halen bugüne kadar varlığını korumaktadır. Belgelere göre benim soyum İnceoğulları’ndan gelmektedir. Ancak 1934’te soyadı kanunu çıkınca ailenin üç erkek çocuğu farklı soyadları almıştır. Büyük dedem (Halil Ağa) “Yeşilbursa”, diğer kardeşi “İnce”, öteki kardeşi de “Yarım” soyadını almıştır.

Köyün adı nereden geliyor?

Köyün adı bir rivayete göre, yukarıda da ifade edildiği gibi, “inci tanesi” anlamına gelmektedir. Diğer bir rivayete göre, “dur-dinle” den geldiği söylenmektedir. Başka bir rivayete göre ise “dur-dana” dan gelmiştir. Rivayete göre danasını kaçıran bir Yörük, “dur dana” “dur dana” diyerek dananın peşinden gitmiş. Dana, bugün köyün içinde olan ve adına “Çukurçeşme” denilen su yatağında durmuş. Dananın durduğu yere yerleşen bu Yörük ailesinin kurduğu yerleşim yerine zamanla “Durdana/Dürdane” denilmiştir.[v]

Belgelere Göre Dürdane Köyü

Dürdane köyü, Sultan I. Murad döneminde kesin olarak var olduğu ve miri arazi olarak tımar sistemine göre idare edildiği belgelerden anlaşılmaktadır. Daha sonra Sultan II. Murad’ın eşi Şahzade Hatun’a mülk olarak verilmiştir. 1423 yılında ise 52 bin akçaya satın alınarak Orhan Gazi Vakfı’na dâhil edilmiştir.[vi] Vakfın parasıyla köyde bir cami ve bir de hamam yapılmıştır. Belgelerde Orhan Gazi Camii olarak anılan bu caminin 18. yüzyıldan itibaren imamlarına dair kayıtlar bulunmaktadır.[vii] Orhan Gazi’nin yaptırdığı söylenen köy camii 1937’de yıkılmıştır. Köylülerin anlattığına göre camide iki adet altın şamdan varmış. Şamdanlar camide hasar meydana geldiği zaman kullanılmak üzere Orhan Gazi tarafından koydurulmuş. Fakat bu şamdanlar Yunan işgali sırasında çalınmıştır.

1455 tarihli belgede köyde sadece 10 hane vardı. Ancak bu sayı 1521 yılında 4 haneye düşmüştür. Bunun sebebi bilinmemekle birlikte 1573 yılında köydeki hane sayısı 27’ye yükselmiştir. 1830 yılında yapılan ilk nüfus sayımına göre Dürdane köyünün 59 haneden oluştuğu ve 147 nüfusa sahip olduğu görülmektedir. 1838 yılında ise 67 hane ve 166 nüfusa sahip olduğu bilinmektedir.[viii]

1844 tarihli Temettuat defterine göre köyde toplam 64 hane yaşadığı anlaşılmaktadır. O yıl köyün tahmini toplam geliri 61.621 kuruş iken, ödenen toplam vergi miktarı da 7.933 kuruştur. Hane başına ödenen vergi miktarı 122 kuruş iken, hane başına tahmini gelir ise 948 kuruştur. Bu tarihte köyün, diğer Bursa köylerine göre zengin, Rum köylerine göre ise daha fakir olduğu görülmektedir.[ix]

Çanakkale Şehitleri

Sözlü kaynaklara göre, I. Dünya Savaşı sırasında köyden yaklaşık 100 kişinin askere gittiği, ancak çok azının geri döndüğü söylenmektedir. Fakat Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı listelerde bu şehitlerimizden sadece üçünün adı geçmektedir. Çekirge Taburu’na kayıtlı bulunan er Hüseyin oğlu Halil (15 Nisan 1915), er Ahmet oğlu (Kostak) Hüseyin (12 Nisan 1915), er Mehmet oğlu (Seydi) İsmail (12 Nisan 1915) Arıburnu Muharebesi’nde şehit düşmüştür. Mehmet oğlu İsmail annemin dedesidir. Yine dedemin amcası Mahmut dede Yemen’e gitmiş fakat dönmemiştir.

İşgal günlerinde Dürdane Köyü

8 Temmuz 1920’de Bursa ile Dürdane Köyü de Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. İki yıldan fazla süren işgal sırasında köy halkı gerek Yunan askerleri gerek Rum ve Ermeni çeteleri tarafından zulüm görmüş, köy ise kısmen yakılmış ve tahrip edilmiştir.

Resmi raporlara göre Yunan askerleri ve çeteler, köy halkını sürekli tehdit ederek para ve değerli eşya almaya çalışmıştır. Nitekim 20 Mayıs 1921 Cuma günü öğle namazı vakti köye 5 silahlı işgal askeri gelip, “silah arayacağız” diye köy halkını camide toplamış ve 500 lira verdikleri takdirde serbest bırakacaklarını söylemişlerdir. Ancak daha sonra 150 lira karşılında camideki halkı serbest bırakmışlardır.[x]

12-13 Temmuz 1921 tarihinde köye gelen bir Ermeni çetesi, köy halkından tehdit ederek zorla 300 lira alıp gitmiştir. 15 Temmuz 1921 Cuma günü ise aynı şahısların da içinde bulunduğu 40 kadar kişi, köyü kuşatarak halktan 1000 lira para istemiştir. Valilik kayıtlarına göre işgal yıllarında Dürdane Köyü yaklaşık 143.842 lira menkul ve 57.115 lira da gayrimenkul olarak zarar görmüştür. Köyde toplam maddi zarar ise 200.957 liradır. Nihayet 11 Eylül 1922’de Bursa ile Dürdane Köyü de Yunan işgal ve zulmünden kurtulmuştur.[xi]

İşgal sırasında Yunanlılar tarafından 2 kişi şehit edilmiş, 4 kişi de yaralanmıştır. Ayrıca 6 kişi de dövülüp işkence görmüştür. Şehit edilen Hacı Ahmet oğlu Emin (yaşı 45) Yunan askerleri tarafından 1922 yılı Ağustos ayında Bursa’da otomobille ezilerek şehit edilmiştir. Şehit edilen diğer kişi İnsioğlu Hüseyin (yaşı 63) ise Yunan askerleri tarafından 1922 yılı Eylül ayında köyde silahla vurularak şehit edilmiştir. Yunan işgali sırasında Mustafa kızı Hatice (yaşı 30) bıçakla, Abdullah kızı Sıdıka (yaşı 65), Hasan oğlu Mustafa (yaşı 48 ve Hüseyin oğlu Hüseyin (yaşı 61) ise kurşunla yaralanmıştır.[xii]

Sevgili dostlar affınıza sığınarak ailemin Bursa’nın işgal ve kurtuluş yıllarında yaşanan olaylar sırasındaki duruşundan kısaca bahsetmek istiyorum. Mensubu olmaktan gurur duyduğum Buzcular ve İnceoğulları aileleri başından beri Millî Mücadele’nin yanında olmuştur. Ülkenin ve Bursa’nın kurtuluşu için mücadele etmişlerdir.

Şehir merkezinde yaşayan Buzcular ailesi bütün maddi imkânlarını Bursa’nın kurtuluşu için seferber etmiştir. Dürdane Köyü’nde yaşayan İnceoğulları (nam-ı diğer Kavaslar) ailesinin büyüğü ve işgal yıllarında köyün muhtarı olan ve Kavas Halil olarak anılan Halil Ağa (ki askerlik vazifesi sırasında Deli Halit Paşa’nın Kavas’lığını yapmış) Yunan işgaline karşı köyün korunmasında oldukça mücadele etmiş biri. Yunan Ordusu Mudanya istikametine doğru geri çekilirken Dürdane-Filadar (Gündoğdu) yolunu kullandığı sırada Yunan birliklerine zayiat verdirdiği gibi köyün yakılmasını da engellemiş; ancak kendi konağını yanmaktan kurtaramamıştır. Köyün muhtarı olduğu için 15 yaşındaki küçük oğlu Mahmut (ki Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk öğretmenlerdendi) Yunanlılar tarafından rehin alınmış ve Kestel tarafında çalışma kampına gönderilmiştir. Ancak kısa süre sonra kamptan kaçmış, uzun ve zorlu bir yürüyüşten sonra köyüne geri dönebilmiştir. Bana gelince, efendim benim doğum tarihim 11 Eylül, yani Bursa’nın kurtuluş günü. Bu nedenle göbek adım Kurtuluş, gayri resmi adım Mustafa Kemal, resmi adım ise Behçet Kemal.

Yerleşim planı ve konutlar

Köyün yerleşim planına baktığımızda evlerin toplu bir biçimde dizildiklerini görürüz. Bu özelliği ile toplu köy tipine girmektedir. Asında bunun sebebi köyün kurulduğu yerin topografik özelliğinden kaynaklanmaktadır. Köy bir tepenin güney yamacına kurulmuştur. Evler tepenin eteklerinden güney yönünde aşağı doğru dizilmiştir. Yeni yapılar daha çok doğu ve batı yönünde yapılmakla birlikte köy güney yönünde de genişlemesini sürdürmektedir.

Köyün tarihi çok eskilere dayanmakla birlikte bugüne kadar gelebilen eski yapıları (köy evlerini) görmek artık pek mümkün değildir. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlıların kaçarken köyün büyük bir bölümünü yakmış olmalarının yanı sıra ahşap evlerin zamana yenik düşmeleridir. Köyde birkaç ev dışında hemen hemen dolma kerpiç ile yapılan eski ev kalmamıştır. Günümüzde daha çok betonarme evler yaygın durumdadır. Ancak bunların planlı ve estetik olduğu pek söylenemez. Evler genellikle bahçesizdir. Sokak kenarlarına yan yana dizilmiş vaziyettedirler.

Ulaşım

1962 yılında trafiğe açılan bugünkü Bursa-Yalova-İstanbul karayolu köyün il merkezi ve Gemlik ilçesi ile olan ulaşımını oldukça kolaylaştırmıştır. Daha önceleri eski Yalova yolu üzerinden sağlanan ulaşım oldukça zahmetli olduğu gibi köylünün ürününü değerlendirmesini de zorlaştırmıştır. Ürünlerini yük hayvanlarıyla Bursa pazarlarına ulaştırma için büyük zorluklar yaşamışlardır. Yeni yol yapımı arazi yönünden köyü olumsuz yönde etkilemiş olsa da “kalkınmanın ilk şartının ulaşım olduğunu” bilen köy halkı tarafından anlayışla karşılanmıştır. Bugün köyde modern modern ulaşım araçları kullanılmaktadır. Bugün gerek yolcu taşımacılığında gerekse köyde yetiştirilen ürünlerin ulusal ve uluslararası pazarlara erişimi konusunda hiçbir sorun yaşanmamaktadır.

Günümüzde pek sorun olmasa da uzun yıllar hem Bursa hem de Gemlik yönünden gelen araçların kış aylarında iniş ve çıkışlarda Dürdane Köyü mevkiinde zorlanması sebebiyle şoförler arasında “Dürdane Rampası” olarak anılmasına neden olmuş ve özellikle de kamyon şoförlerin gözünde adeta bir nevi küçük Bolu Dağı imgesi yaratmıştır.

İklim

Köy, Marmara İklimi etki alanı içerisindedir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise ılık ve yağışlı geçmektedir. Sıcaklık yazın 30-35 dereceye kadar çıkmakta, kışın ise zaman zaman sıfır derecenin altına düşmektedir. Kış aylarında yağan bol kara karşılık, ilkbahar ve sonbahar aylarında da yeterli yağış almaktadır.

Bursa’da hâkim rüzgâr yönü kuzey sektörlü (poyraz ve Karayel) ile güney sektörlü (Lodos, Keşişleme) rüzgârlardır. En hızlı esen rüzgâr yönü ise güney sektörlü rüzgârlardır yani biz Bursalıların çok yakinen bildiği lodos rüzgârıdır. Dürdane Köyü de bu rüzgârlardan etkilenmekle birlikte, kurulduğu yer itibariyle kuzey rüzgârlarına kısmen kapalı ancak güney rüzgârlarına (özellikle Lodos’a karşı) açık vaziyettedir. Köy, sırtını kuzeyindeki yamaçlara dayamış, yüzünü güneye (Uludağ yönüne) dönmüştür. Dolayısıyla kuzey rüzgârlarından korunurken, güney rüzgârlarına açık hale gelmektedir. Ancak yüzünü güneye dönmüş olmanın avantajını da yaşamaktadır. Çünkü kışın bile bol güneş almakta ve yakıttan tasarruf sağlamaktadır. Ayrıca yüksekçe bir yamacın eteğinde kurulmuş olması da yaz aylarında serin, rahat, hoş bir iklimin yaşanmasını sağlamaktadır. Verimli toprakları, temiz havası, zengin kültürü ile şehrin gürültüsünden uzak, sakin bir yerleşim yeri olması itibariyle güzel, şirin ve yaşanılası bir köyümüzdür. Binaenaleyh, köyün yerleşim yerinin “Kurucu Yörük Babalarımız” tarafından iyi seçilmiş olduğunu düşünmekteyim.[xiii]

Bursa-Gemlik yolu üzerinde seyahat eden yolcularca ilk bakışta köydeki evlerin bacalarının görünmemesi nedeniyle “bacasız köy” olarak adlandırılmıştır. Oysa bacaların güneyden esen kuvvetli lodos nedeniyle evlerin kuzey tarafına yapılmış olması ve ilk anda karşıdan görülmemesi bu yanlış yargının oluşmasına neden olmuştur.

Arazi ve toprak yapısı

Köyün arazisi jeolojik yapı bakımından fazla bir karışıklık göstermez. Yani arazi killi, kireçli, humuslu ve yer yer kumlu topraklarla kaplıdır. Başlıca toprak çeşitleri ise kahverengi orman toprağı ve alüvyal topraklardır. Ancak her iki gruptaki topraklar da kireçlidir. Kahverengi orman toprakları köyde geniş yer kaplamaktadır. Bu topraklar yüksek kireç içeriğine sahiptir. Bu nedenle bu toprakların yer aldığı kesimlerde erozyon sorunu ortaya çıkmaktadır. Alüvyal topraklar ise köyün güneyinde küçük bir alanda karşımıza çıkmaktadır.[xiv]

Bitki örtüsü ve su kaynakları

Bilindiği gibi bir yerin bitki örtüsünün gelişmesinde iklim özelliklerinin önemli bir etkisi vardır. Dürdane Köyü’nde Marmara iklim bölgesinde kalmaktadır. Yani hem Akdeniz ikliminin hem de Karadeniz ikliminin etkileri vardır. Köyde Akdeniz bölgesinin bitki örtüsü yaygındır. Örnek olarak çam, zeytin ve çalı cinsinden bitkileri sayabiliriz. Bu saydığımız bitkiler daha çok köyün kuzeyinde yer almaktadır. Fakat çıkan orman yangınları sonucunda bu bitki örtüsü büyük tahribata uğramıştır. Köyün doğu, batı ve güney kesimleri ise ziraat alanları ve meyve bahçeleri ile kaplıdır. Önceden hayvancılık çok yaygın olan köyde mera ve çayır olarak kullanılan yerler şimdi ziraat alanı ve meyve bahçeleri olarak kullanılmaktadır. Günümüzde köyde siyah incir ve zeytin en yaygın meyve bahçelerini oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra diğer meyve bahçeleri (şeftali, armut vb.) ve üzüm bağları da önemli bir tutmaktadır.[xv]

Dürdane Köyü su kaynakları bakımından, maalesef, yeterli sayılabilecek bir durumda değildir. Köy halkı uzun yıllar Çukurçeşme (Pınar) denilen ve köyün kuruluş hikâyesinde de yer alan su kaynağını kullanmıştır. Ancak nüfusun arması ile ihtiyacı karşılayamaz olmuştur. Köy halkı uzun yıllar kendi imkânlarıyla su kaynağı aramış fakat olumlu bir sonuç alamamıştır. Yine DSİ’de köy çevresinde sondajalar yapmış fakat sonuç alamamıştır. Daha sonra (1962 yılında) Gündoğdu köyünden getirilen su ile sorun geçici olarak çözülmüştür. 1983 yılında Selçukgazi köyü ile aralarında su meselesi yaşanmış, ancak bir netice alınamamıştır. Bunu üzerine yeni arayışlara geçilmiş ve 2002 yılında Armut Köy’den su getirilmiş ve böylece evlere su verilebilmiştir.

Köyün derelerine ve göllerine bakacak olursak bugün şu durumla karşılaşmaktayız. Geçmişte gürül gürül tertemiz akan dereler (Andak, Misi, Kösepınar, Büyükdere vd.), maalesef, bugün kurumuş haldedir. Köyde yer alan göllerin de (Kocagöl vd.) aynı durumda olduğu görülmektedir. Maalesef, bugün dere yataklarının çöp ve moloz yığını haline gelmiş olduğu gözlenmektedir.

Sonuç olarak şunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Köyün halen su sorunu vardır ve çözüm beklemektedir. Ayrıca orman ve su kaynaklarının (dere, göl vb.) korunması da önem arz etmektedir.

Tarım

Bugün köy halkının geçim kaynağını hayvancılıktan ziyade daha çok tarımsal faaliyetler oluşturmaktadır. Köyün toplam arazi miktarı yaklaşık 12 bin dönüm kadardır. Ancak bunun 6.300 dönüm kadarında tarım yapılmaktadır. Zira arazinin büyük çoğunluğu orman ve makilik alanlar oluşturmaktadır. 2016 yılında yapılan sulama göleti ile ekilebilir arazinin yaklaşık %50’si sulanabilir hale gelmiştir. Bu nedenle köyde tarımsal üretim oldukça artmıştır.

Belgelerden anlaşıldığına göre 15. ve 19. yüzyıllar arasında köyde basit tahıl tarımı yapıldığı görülmektedir. Tahıl üretimi dışında yoğun biçimde bağcılık yapıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca keten, pelit üretimi ile arıcılık yapıldığı da bilinmektedir. Köyde otlak ve kışlak alanları olup bunları Yörüklere kiraya verdikleri de anlaşılmakta.[xvi]

Belgelere göre köyde yoğun bir bağcılık yapıldığı görülmektedir. 1844 yılı Temettuat defterine göre köyde toplam 140 dönüm bağ vardı. Hane başına 2 dönümden fazla bağ düşmekteydi ki bu oran oldukça yüksektir. Nitekim bölgeden geçen gezginler yoğun biçimde köyde bağların bulunduğunu yazmaktadır. Bu bağlardan üretilen üzümler, yakın zamanlara kadar şaraphane denilen ağaçtan yapılan teknelerde işlenirdi. Pekmez ve sirke çokça yapılırdı ancak şarap yapıldığı bilinmiyor. Nitekim Fransız Konsolosu Vekili Edmond Dutemple 1880 yılında köyde 188 bin kg beyaz üzüm üretildiğini ancak şarap yapılmadığını yazmaktadır. Ancak 1970’li yılların sonuna doğru bağlar bozulmuş, yerini meyvecilik almıştır.[xvii]

Tarım arazilerinin mülkiyeti dengeli dağılmış durumdadır. Çok büyük araziye sahip köylü yoktur. Arazilerin büyüklüğü hemen hemen birbirine yakındır. En büyük sorun bu arazilerin miras yoluyla her geçen gün bölünmesi ve küçülmesidir. Bu durum nitelikli ve modern tarım yapılmasını güçleştirmektedir. Buna rağmen tarımda makineleşme iyi durumdadır. Köy halkı zirai alandaki yeniliklere gayet açık ve eğitime büyük önem vermektedir. Her türlü modern tarım usulünü kullanarak üretimi nicelik ve nitelik olarak artırma çabası içerindedir. Dolayısıyla Dürdane köyünde zirai faaliyetlerin babadan görme usullere göre yapıldığını söylemek pek doğru olmaz. İl ve ilçe tarım müdürlüklerinin açmış olduğu zirai kurslara katılımın yanı sıra, zirai alandaki yenilikler takip edilerek kısa zamanda uygulamaya geçirilmektedir.[xviii]

Hayvancılık

Önceleri köydeki hemen her evde birkaç büyükbaş ve küçükbaş hayvan vardı. Ancak sürüsü olan köylü yoktu, genellikle köy dışından yabancı çobanlar tarafından otlatılan köy sürüleri vardı. Her sabah köyden sığırlar, keçiler ve koyunlar için ayrı ayrı sürüler köy meydanında toplanıp, çobanlar tarafından akşama kadar otlatılıp, akşam geri getirilirdi. Bugün köyde tavuk bile beslenmemektedir. Köylü yumurtayı bile marketten almaktadır.[xix]

1844 yılında 64 ailenin yaşadığı köyde sadece 37 öküz, 108 keçi, 63 koyun, 21 sağmal inek bulunmaktaydı. Ayrıca köyde taşımacılık için kullanılan 42 at ile 10 eşek bulunmaktaydı. Görüldüğü gibi köylünün çoğunun hububat tarımı yaptığı ve her ailenin en az bir binek hayvanına sahip olduğu anlaşılmaktadır.[xx]

Hayvancılık gün geçtikçe önemini kaybetmiştir. Bunun önemli bir sebebinin mera alanlarının ve tarlaların meyve bahçelerine dönüştürülmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Eskiden var olan koyun ve keçi sürüleri artık kalmamıştır. Büyükbaş hayvancılık ve kümes hayvancılığı gibi faaliyetler ticari olmaktan ziyade kişisel ihtiyaçların karşılaması amacıyla yapılmaktadır. Bugün köyde at, katır ve eşek gibi binek hayvanı kalmamıştır. Çok az büyükbaş ve kümes hayvanı bulunmaktadır. Ancak köyde hemen her evde halen birkaç koyun beslenmektedir. Bu nedenle köy sürüsü halen devam eden ender köylerden birisidir.

“Siyah İnci”/Siyah İncir

Günümüzde köyün en önemli gelir kaynağı benim “siyah inci” olarak ifade ettiğim siyah incirdir. Günümüzde uluslararası ihracat yapan şirketler vasıtasıyla hemen hemen dünyanın dört bir yanına pazarlanmaktadır. Uluslararası alanda oldukça rağbet gören ve aranır hale gelen siyah incir İngiliz Kraliyet ailesinin mönüsünde bile yer almıştır.

Genel bakımının yanında siyah incirin en önemli işi, Temmuz ayında yemiş ağaçlarına diziler halinde erkek incir takılmasıdır. Zira erkek incirlerden çıkan sinekler vasıtasıyla döllenme olur. Bu da yemişin dökülmesini önlediği gibi olgunlaşmasını da sağlar.

Diğer önemli bir gelir kaynakları arasında zeytin, üzüm ve diğer meyve çeşitleri (kiraz, erik, şeftali vb.) sayılabilir. Köy halkı tarla ve bahçelerinde her türlü meyve ve sebze yetiştirebilmektedir.

Elli yıl öncesinde köyde daha çok tahıl ekilmekteydi. 1970’lerden sonra köy halkı zeytin ve meyveciliğe yöneldi. Tarlaların ve üzüm bağlarının yerini meyve ağaçları (daha çok şeftali) almaya başladı. Ancak 1980’lerde meyvecilik bitti. Meyvecilikle birlikte dutluklar da bitti. Böylece ipekçilik de bitti.[xxi]

Giderek siyah incirin iyi para getirmesi nedeniyle, şeftalinin yerini siyah incir aldı. Siyah incir köyde eskiden beri ekili olsa da 1980’li yıllarda ihracatın başlamasıyla yoğun olarak ekilmeye başlandı. İyi kar getirdiği için köy halkı siyah incir yetiştiriciliğine yöneldi. Bugün köydeki ekilebilen arazinin yaklaşık 2 bin dönümüne siyah incir ekilmiştir. Geri kalan arazide ise zeytin ve 50 dönüm kadar üzüm bağı bulunmaktadır.[xxii]

Sosyal Yaşam

Dürdane köyü, eski bir yerli Yörük köyü (Manav köyü) olduğundan diğer yerli köylerin kültürel özelliklerini taşır. Köyde herkes birbirini tanır ve bir dayanışma içerisindedir. Köy haklının büyük çoğunluğu akrabalık bağıyla birbirine bağlıdır. Bursa’ya yakın olması ve ulaşım imkânlarının zamanla gelişmesi nedeniyle şehir kültüründen erken etkilenmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren eğitim alanındaki gelişmelerle köyde kültürel bir değişim yaşanmıştır. 1930’larda gramofon, 1940’larda radyo, 1960’larda otobüs, 1970’lerde elektrik ve televizyon, 1980’lerde ise telefon köy yaşamına girmiştir. En önemli kültürel değişim düğünlerde yaşanmış, geleneksel köy düğünlerinin yerini 1980’lerden sonra giderek salon düğünleri almıştır.

Eğitim

Köyde cumhuriyet öncesi dönemlerde çocuklar köy imamından ders alırdı. Cumhuriyetin ilk yıllarında da bu sistem devam etmiş, ancak 1930’ların sonuna doğru köyde okul açılmış ve bir eğitmen atanmıştır. Köyde eskiye oranla günümüzde eğitime daha çok önem verilmektedir. Köyde okuma yazma bilmeyenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Köyde bir ilköğretim okulu bulunmaktadır. İlköğretimlerini burada tamamlayan gençler ortaöğretimlerini il merkezinde tamamlamaktadırlar. Son yıllarda yükseköğretime devam edenlerin ve bitirenlerin sayısı ise oldukça artmıştır.

Halen eğitim faaliyetlerini sürdüren Dürdane Köyü İlköğretim okulunda bugün 9 sınıf ve 130 öğrenci bulunmaktadır.[xxiii] Ayrıca Selçukgazi köyünden de 30 öğrenci gelmektedir. 50 kadar öğrenci lise eğitimi için Bursa’ya gitmektedir. Ayrıca 15 kadar üniversiteye giden öğrenci vardır. Okulda görev yapan öğretmen sayısı ise 14 kişidir.

Burada sizlerle bir anımı paylaşmak isterim. İlkokulu köyde, orta ve liseyi ise Bursa’da Atatürk lisesinde okudum. Altı yıl yağmur, kar, çamur demeden her gün Bursa’ya gittim geldim. Rahmetli babam beni, abimi ve kardeşimi her gün sabahın ilk saatlerinde Bursa-Gemlik yoluna çıkarırdı. Çünkü köyde o saatte Bursa’ya giden araç yoktu. Yolda otostop yapardık. Ne denk gelirse binerdik, kamyon, otobüs, özel araç. Kış günleri “Dürdane Rampası” buz ve kar nedeniyle kapanırdı. Saatlerce araç beklerdik. Tabii o arada çantalarımızın üzerine oturur kızak kayardık. Çocuk aklı işte ya da çocuk her yerde çocuk.

Nüfus

Köyle ilgili en eski sayım defteri, 1455 tarihli tahrir defteridir. Bu tarihte köyde 10 hane bulunmaktadır. 1521 yılı tahrir defterine göre köyde 4 hane vardı. 1573 yılı tahrir defterine göre ise köyde 15 hane yaşamaktaydı. 1641 tarihli avarız defterine göre köyde 9 hane kayıtlıydı. Ancak bu haneler gerçek olmayıp “avarız[xxiv]-hanesi” olarak kaydedilmiştir.[xxv] 1697 tarihli Vezir Osman Paşa tarafından yazılan avarız-hane defterinde köyde 21 gerçek hane ve 2 avarız-hane olduğu görülmektedir.[xxvi]

1830 yılındaki ilk nüfus sayımına göre köyde 58 hane, 147 erkek nüfusu bulunmaktaydı. Bu da 300 kadar nüfus demekti. 1838 yılındaki ikinci nüfus sayımında ise 68 hanede 160 erkek vardı. 1844 yılı Temettuat defterine göre ise köydeki hane sayısı 64’e düşmüştü. Ancak 1853 yılında hane sayısı 68’e yükselmiştir.[xxvii]

1898 tarihli Salnameye göre köyde 88 hane ve 477 nüfus yaşamaktaydı. Yine 1907 tarihli Hüdavendigar Vilayeti Salnamesi’ne göre köyde 88 hane kayıtlıdır. 1915 yılında köyün nüfusu 594’e yükselmiştir. Ancak savaş yılları (1915-1922) içinde köy nüfusu fazla artmamıştır. Tersine savaş yıllarında köyün nüfusu bir miktar azalmıştır. Nitekim 1927 yılı nüfus verilerine göre köyde 119 evde 241’i erkek, 261’i kadın olmak üzere 506 kişi yaşamaktaydı.[xxviii]

Cumhuriyet döneminde nüfusu hızla artan Dürdane köyünde, 1935 yılında 275’i erkek, 289’u kadın toplam 564 kişi yaşamaktaydı. 1940 yılında 268 erkek, 307 kadın olmak üzere toplam 575; 1955 yılında 311 erkek, 294 kadın olmak üzere toplam 605; 1970 yılında 346 erkek, 343 kadın olmak üzere toplam 698 kişinin yaşadığı görülmektedir. 1990 yılında 910, 1997 yılında 907, 2006 yılında 1000, 2012 yılında 1056 kişinin yaşadığı Dürdane Köyü’nde halen 330-340 hanede 1200 nüfus yaşamaktadır.[xxix]

Bursa-Gemlik yolu üzerinde bulunması, ayrıca şehir merkezine 16 kilometre uzaklıkta olması, köyün gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. Cumhuriyet döneminde köyün nüfusunun günümüze kadar sürekli arttığı görülmektedir. Araziler satılmakta ve dışarıdan yerleşimler artmaktadır. Orta vadede köy tıpkı ova köyleri gibi şehir tarafından yutulacak gibi görünüyor. Bana göre köyün şu an en büyük sorunu çevre temizliği. Belirli bir yer olmadığı için halk moloz vb. çöplerini rastgele dere yataklarına atmakta bu da büyük bir doğa ve çevre sorunu meydana getirmektedir.

Sonuç olarak, kuruluşundan günümüze zaman içinde geleneksel kültürel özelliklerinden bir kısmını kaybetmiş olsa da bugün hala gelenek ve göreneklerini canlı tutmaya, yaşatmaya ve devam ettirmeye çalışan Dürdane Köyü, Bursa merkeze yakınlığı, verimli toprakları, temiz havası ve güzel insanları ile günümüzde de yaşanabilecek cazip köylerimizden biri olmaya devam etmektedir. Dürdane bir dane!

Sevgi, saygı ve selamlarımla…

[i] Ülkü İşler (Balıkçı), Bursa İli Dürdane Köyü’nün Monoğrafyası, Bitirme Tezi, (Uludağ Üniversitesi, Necatibey Eğitim Fakültesi, Balıkesir, 1987).

[ii] Raif Kaplanoğlu (ed.), Bursa Osmangazi İlçesi Gündoğdu ve Dürdane Köyleri, (Bursa: Osmangazi Belediyesi Yayınları, 2018).

[iii] Çerağ Bey, Hacı İvaz Paşa’nın kardeşi olup, asıl adı Şerefüddin el-Hac Şeyh Çerağ Bey’dir. Hisar’da Çerağ Bey Sokak’ta bir mescit yaptırmıştır. 1430 yılında yaşamını yitirmiş ve mescidin avlusuna defnedilmiştir. Bkz. Kaplanoğlu, a.g.e., s. 263.

[iv] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 263.

[v] Köyün yaşlıları ile yapılan söyleşi. Dürdane Köyü, 01.11.2021.

[vi] Yine bugün köy sınırları içinde bulunan hondupınarı denilen mevkiinin Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Sultan’ın vakfiyesi olduğu söylenmekte ve ismin buradan geldiği ifade edilmektedir. Ayrıca vakıflar mevkiinde karayollarının yol yapım çalışmaları sırasında Bizans dönemine ait mermer heykel kalıntıları bulunmuş ve parçalardan bir tanesi köy girişindeki çeşmeye konmuştu. Dolayısıyla bu kalıntılar köy çevresinin Bizans döneminde de bir yerleşim yeri olduğunu göstermektedir. Köyün yaşlıları ile yapılan söyleşi. Dürdane Köyü, 01.11.2021.

[vii] Mesela 1791 yılında Hatib Hacı Süleyman, 1794 yılında İbrahim Halife, 1814 yılında Mustafa Halife, 1830 yılında ise emekli bir asker olan Ali Efendi b. Mehmet’in imam olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Kaplanoğlu, a.g.e., s. 265.

[viii] Köy ile ilgili Osmanlı arşiv belgeleri: 1423 tarihli Orhan Gazi Vakfiyesi İstibdalnamesi, 1455 tarihli tahrir defteri, 1521 tarihli tahrir defteri, 1573 tarihli tahrir defteri, 1641 ve 1697 tarihli avarız defterleri, 1830 tarihli sayım defteri, 1838 tarihli vergi sayım defteri, 1844 tarihli temettuat defteri.

[ix] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 285.

[x] Barbaros Akıncı, Tarihten Günümüze Dürdane Köyü, Bursa Araştırmaları, 33 (Yaz 2011), ss. 54-57.

[xi] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 279-281.

[xii] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 281.

[xiii] Bkz. İşler (Balıkçı), a.g.t.

[xiv] Bkz. İşler (Balıkçı), a.g.t.

[xv] İşler (Balıkçı), a.g.t.

[xvi] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 285.

[xvii] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 285.

[xviii] İşler (Balıkçı), a.g.t.

[xix] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 287.

[xx] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 287.

[xxi] Meyvecilik yoğun olarak ilaç atmayı gerektirdiğinden diğer bitkiler zarar gördü.

[xxii] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 288.

[xxiii] İlkokul: 49 erkek, 24 kız, toplam 73. Ortaokul: 31 erkek, 20 kız, toplam 51. Genel toplam: 80 erkek, 44 kız, toplam 124 öğrenci.

[xxiv] Osmanlılarda önceleri yalnız olağanüstü durumlarda, sonraları ise sürekli olarak halktan toplanan vergi. Avarız vergisi ilk defa II. Bayezid tarafından çıkarılan bir vergidir. II. Bayezid bu vergiyi savaş ve deprem gibi olağanüstü durumlarda devletin kendini hızlı bir şekilde toplaması amacı ile getirmiştir. Bu vergi zaman içerisinde amacından sapmış ve halktan sürekli bir şekilde toplanmaya başlamıştır.

[xxv] Mesela 1668 yılında Bursa şehrinde toplam 2.057 avarız-hanesi kayıtlı olup Dürdane Köyü’nde ise sadece 3 avarız-hanesi kayıtlıydı.

[xxvi] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 303-305.

[xxvii] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 303-305.

[xxviii] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 303-305.

[xxix] Kaplanoğlu, a.g.e., s. 303-305.

Devamını Oku

Unesco’nun ifadesiyle Atatürk kimdir?

Unesco’nun ifadesiyle Atatürk kimdir?
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Bugün 19 Mayıs 2025, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 106. yıldönümü. Bugün, millet olarak kendisine çok şey borçlu olduğumuz, yüce Türk milletinin seçkin evladı, milli kahraman, büyük asker, seçkin devlet adamı ve cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kez daha saygıyla, şükranla, özlemle ve rahmetle anıyoruz. Ruhu şad olsun.

Dünyada, ülkelerin tarihine çeşitli alanlarda değerler katmış ve her zaman minnet, şükran ve saygı ile anılan birçok lider vardır. Kurtuluş Savaşını başarıyla sona erdirdikten sonra modern Türkiye’nin temellerini atan Atatürk de bizim milletimizin saygı ve sevgi ile andığı ulusal liderimizdir.

İşte, aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen, her 19 Mayıs’ta Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü, ulusal bağımsızlık savaşını başlatmak üzere, Samsun’a çıkışı sebebiyle anmamız, unutmamamız milletimizin kendisine gösterdiği sevgi ve saygının bir işaretidir.

Şüphesiz tüm uluslar milli kahramanlarını saygıyla anar. Ancak bazıları hariçtir. Bazı uluslar adeta geçmişlerinden ve liderlerinden utanır, anmak ve hatırlamak istemezler. Bugün Ortadoğu bir sultanlar, krallar, diktatörler coğrafyasıdır. Bugün kim hatırlıyor Saddam’ı, Kaddafi’yi, yarın kim hatırlayacak Esad’ı, Sisi’yi ve diğerlerini. Ama zaman durdukça Türk Milleti Ata’sını yani Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü hatırlayacak ve hiç unutmayacaktır. Nasıl ki tarihe damga vurmuş diğer Türk büyüklerini (Mete Hanı, Alparslan’ı, Fatih’i ve daha nicelerini) unutmadığı gibi.

Peki, Atatürk kimdir? Unesco’nun ifadesiyle Atatürk;

“Uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş, üstün bir kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş devrimci, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur.” İşte kısaca Atatürk budur.

Bir de konuya Atatürk’ün kendi sözleri ile bakacak olursak, Atatürk bir sözünde şöyle diyor; “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir”.

Evet, bu sözde ifade edildiği gibi bugün belki Atatürk cismen, bedenen aramızda olmayabilir, fakat fikir ve düşünceleriyle aramızdadır ve yaşamaktadır.

Yine Atatürk bir sözünde şöyle diyor;

“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; O, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”

Ne kadar güzel bir söz değil mi? İşte Atatürk ve Atatürkçülüğü böyle anlamalıyız. Yani O’nun duygu ve düşüncelerini, ilke ve devrimlerini doğru anlayıp, sahip çıkmalıyız.

Başka bir sözünde Atatürk;

“Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim en yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki bu fikirler Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur”.

Atatürk’ün bu sözündeki bazı hususlar bugün, belki, söz konusu olabilir. Fakat Hint’e, Mısır’a gitmeye gerek yoktur. Zira Atatürk’ün fikir ve düşüncelerinin ve yaptığı devrimlerin verimli neticeleri kalplerimizi doldurmuş vaziyettedir. Ve bunun en güzel göstergesi de değerli dostlar, kutlama veya anma günleridir. Diğer bir ifadeyle milletin hafızasını tazelediği milli bayramlar ve milli günlerdir.

Bugüne kadar Atatürk hakkında pek çok şey söylendi, yazıldı. Ancak bütün bunlara rağmen, bir gerçektir ki, O’nu yeterince anlayamadık. Eğer anlamış olsaydık zaten bugün yaşadığımız birçok sorunu yaşamazdık. O’nun fikirlerini başta genç kuşaklar olmak üzere Türk milletine gereği kadar ve doğru olarak anlatamadık. Bu nedenle de millet olarak büyük sıkıntılar çektik ve çekmekteyiz. Bugün, ülkemizde yaşanan sıkıntıların temelinde yatan gerçek, halkımıza Atatürk’ü ve O’nun fikir ve düşüncelerini yeterince ve doğru olarak öğretememiş olmamız gerçeğidir. Eğer aynı sıkıntıları yeniden yaşamak istemiyorsak, toplum olarak O’nun fikir ve düşünceleri ile ilke ve inkılaplarını çok iyi anlamak ve anlatmak zorundayız.

Atatürk, bugüne kadar, her büyük devlet adamı gibi, her büyük fikir adamı gibi istismar edilmiş ve edilmek istenmektedir. Tek çare istismarın önüne fikirle çıkmaktır. Biz buna bizzat Atatürk’ün kendi sözleriyle çok rahat cevap verebilecek güçteyiz. Bu durumda Atatürk’ü yorumlamaya değil, O’nu her yönüyle tanımaya ve anlamaya ihtiyacımız vardır.

Bugün dünyada hızlı bir ilerleme söz konusudur. Sosyal ve ekonomik hayatta meydana gelen gelişmelere Türkiye de ayak uydurmak zorundadır. Atatürk’ün ülkede kalkınmayı sağlamak için, kendi zamanının bilgisi ışığında ve ihtiyaçları göz önünde bulundurarak uygun gördüğü her tedbiri değişmez bir doğma şeklinde kabul etmek hatalıdır.

Aklın ve bilimin gösterdiği yolda budur. Şu hâlde, Atatürkçülüğü kalıplaştırmamak ve dondurmamak lazımdır. Ayrıca, Atatürk istismarcılarına karşıda uyanık olmak gereklidir. Atatürk’ün Türk Milleti nezdinde haiz olduğu sevgi ve itibar, bugüne kadar çeşitli zümreler tarafından istismar edilmiştir. Bugüne kadar en sağdan en sola kadar her türlü siyasi grup, kişi ve kuruluş Atatürkçü olduğunu iddia etti ve Atatürk ilke ve inkılaplarını kendi siyasi eğilimine göre yorumladı.

Bugün Atatürk’ün düşüncelerini toptan anlamak ve ülkemizin birlik ve beraberliğini korumak, milletimizi çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmayı, hatta bu seviyeyi aşmayı hedef almak zorunludur. Atatürk’ün önderliğinde kurduğumuz milli, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatma ve yarınlara taşıma bilinci ancak Atatürk’ü doğru anlamak ve doğru anlatmak ile mümkün olur.

Bugüne kadar hakkında yazılan ve söylenenlere rağmen Atatürk’ün, ilke ve devrimlerinin tam olarak anlaşıldığını söylemek zordur. Ne yazık ki kendilerine bağımsız bir vatan sunduğu yurttaşlarının bir kısmı tarafından Atatürk’ün düşünce ve fikirleri sıkça çarpıtılmakta, değişik anlamlar verilerek farklı şekilde yorumlanmaktadır.

Oysa Atatürk, çağdaş anlamda Türk Milletinin kurucusudur. Çöken bir imparatorluktan modern bir cumhuriyet ortaya çıkarırken, yeni devleti bir millete dayandırarak, aynı zamanda Türklere ulus devlet kazandıran ulusal bir önderdir. Atatürk, ulus devlet modelini Batı dünyasının dışında ilk kez uygulayarak mazlum uluslara ve halklara bağımsızlık yolunu açan dünya lideridir.

19 Mayıs Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı ve Millî Mücadele’nin başladığı gündür ve diğer milli bayram günlerinden farklıdır. 30 Ağustos düşmanın kesin olarak yenilgiye uğratıldığı askeri zafer günüdür, 23 Nisan TBMM’nin açılışı ve milli hâkimiyetin sağlandığı gündür, 29 Ekim ise devletin rejiminin değiştirildiği gündür. Bunlar birer sonuçtur. 19 Mayıs ise sonuç değil bugünlere ulaşmada bir başlangıç günüdür.

19 Mayıs günü, 20 Haziran 1938 tarihinde “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kabul edilmiştir. Fakat 19 Mayıs gününün Samsun halkı tarafından “Gazi Günü” olarak 1926 yılından itibaren mahalli bir gün olarak kutlandığını burada belirtmek gerekir.

Diğer taraftan, Gençlik ve Spor Bayramının kökenini oluşturduğu söylenebilecek olan “İdman Bayramı” da II. Meşrutiyet döneminde kutlanmıştır. “İdman Bayramı” ilk olarak 29 Nisan 1916 yılında Selim Sırrı (Tarcan)’ın teşebbüsü ile Kadıköy’de bulunan İttihat Spor Kulübünün sahasında yapılmıştır. Selim Sırrı Bey, İdman ve İlkbahar Talebe Bayramlarını her yıl tekrarlamak, coşkuyu arttırmak ve kalıcılığı sağlamak amacıyla tüm gençlerin hep bir ağızdan söyleyebileceği bir marş bulma yoluna da gitmiştir. Yapılan araştırmaların sonucunda, İsveçli Felix Karling’in bestesi “Şakıyan Üç Genç Kız”, “Gençlik Marşı” adıyla Türkçeye uyarlanarak ilk defa 1916 yılında İdman Bayramında söylenmiştir.

Darülfünun, Sultani, Numune Mektepleri ve Maarif heyetlerinin bulunduğu törende bir de resmigeçit yapılmıştır. Bu geçitte özellikle Selim Sırrı Bey ile Ruşen Eşref Bey dikkat çekmişlerdir. Ruşen Eşref Bey’in, Darülmüallimin bayrağını taşıdığı görülmüştür. Resmigeçitten sonra da jimnastik, halat çekme gibi spor alanlarında yarışmalar yapılmış ve futbol oynanmıştır.

1917 yılında İdman Bayramı aynı yerde ikinci kez kutlanmıştır. Bu kutlamada da 1916 yılındaki etkinliklere ilaveten ilk yardım gösterileri de yapılmıştır. Yüksek atlama, sırıkla atlama, cirit atma, disk atma, 100m ve 800m koşuları ile bisiklet yarışları da yapılmıştır. İdman Bayramı 1917 yılından sonra savaş sebebiyle bir daha kutlanamamıştır.

Cumhuriyet döneminde de spor ile ilgili milli bir bayram günü kutlamasına yönelik ilk girişim yine Selim Sırrı (Tarcan) tarafından yapılmıştır. Nitekim onun teşebbüsü üzerine Maarif Vekâleti “Jimnastik Şenlikleri”nin resmi bir şekilde kutlanmasını kabul etmiştir. Böylece 10 Mayıs 1928’de Ankara’da, 11 Mayıs’ta ise İstanbul, İzmir ve diğer Anadolu şehirlerinde jimnastik şenlikleri kutlanmıştır.

19 Mayıs gününün milli bir spor günü olarak kutlanmasına yönelik diğer bir girişimin, Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nden geldiği, bu kulübün “Atatürk Spor Günü” organize etmek için Galatasaray ve Fenerbahçe spor kulüpleri ile de görüş birliğine vardığı anlaşılmaktadır. 24 Mayıs 1935’te verilen bu kararda günün ismi “Atatürk Günü” olarak tasarlanmıştır.

Bununla paralel olarak, 1924 yılından beri yapılmakta olan “Spor Kongresi”nin 1935 yılındaki toplantısında, “Atatürk Günü”nün tüm gençliğe mal edilmesi için “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” adıyla her yıl kutlanması teklif edilmiştir. Bu teklif kabul görmüş ve Mustafa Kemal Paşa’ya sunulmuştur. Bu şekilde, “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” 1935’ten itibaren kutlanmaya başlanmıştır.

24 Mayıs 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde “Atatürk Spor Günü” başlığı ile İstanbul’da yapılan tören, gösteri ve spor müsabakaları anlatılmıştır. İstanbul dışında İzmir ve Samsun’da yapılan kutlamalar, özellikle de Samsun’daki kutlamalar coşku ile anlatılmıştır. “Her Yerde Bayram” başlığının altında Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 16. yıldönümü bütün ülkede coşku ile kutlandığı belirtilmiştir. 1938 yılına kadar çeşitli etkinliklerle kutlanmış ve bu yıldan itibaren ise Milli Bayram olarak kabul edilmiştir.

1981 yılına gelindiğinde ise çıkarılan 2429 sayılı kanun ile bayramın ismi “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olmuştur. Yine 1 Ekim 1981 günü yayınlanan resmî gazetede de başkentte ve diğer yerlerde bayramın nasıl kutlanacağına dair program yayınlanırken bu kutlamaların Gençlik ve Spor Bakanlığınca organize edileceği açıklanmıştır.

Bu yıl 106. Yıldönümünü kutladığımız Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihi, milli tarihimizin dönüm noktalarından biridir. Büyük Atatürk’ün başlattığı ve gerçekleştirdiği tarihi mucizenin yıldönümünü kutlarken, o günlerin ulusal ve uluslararası ortamı ile bugünün ortamını karşılaştırdığımız zaman Millî Mücadele hareketinin başlangıcını oluşturan bu tarihi günün önemini daha iyi anlayacak, Atatürk’ü daha çok tanıyacağız.

Emperyalist devletlerin İstanbul’u işgali üzerine, artık bu eski imparatorluk merkezinden bir şeyler yapılamayacağını gören Mustafa Kemal, Anadolu’ya giderek burada yaşayan halkı örgütleyerek, Batı’nın önde gelen sömürgeci devletlerine karşı bir antiemperyalist kurtuluş savaşı verilebileceğini düşündü. Bu amaçla bir süre İstanbul’da hazırlıklar yaptı ve kendisine yakın kişilerden oluşturduğu bir ekiple Samsun’a doğru Bandırma Vapuru ile 16 Mayıs’ta yola çıktı.

İlk adım olarak Samsun’un seçilmesinde, Samsun’un bir Karadeniz liman kenti olmasının yanında tüm Akdeniz ve Ege kıyıları işgal altında olduğundan Anadolu’nun deniz bağlantısı ancak Karadeniz yolu ile sağlanabilecekti. Bu açıdan Samsun uygun bir konuma sahipti.

Kızkulesi açıklarında işgal güçleri tarafından arama yapılan vapur, akşam saatlerinde Samsun’a doğru yola çıktı. Fakat arama sonrasında Mustafa Kemal’in yanındakilere söylediği söz çok anlamlıdır: “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz. Biz ideali ve imanı götürüyoruz” demiştir.

Atatürk, İstanbul’dan Samsun’a giderken sadece ülkeyi düşman istilasından kurtarmayı hedeflemiyordu. Bununla birlikte yeni ve modern bir devlet kurma fikri de vardı. Üstelik bu devlet milli iradeye dayalı çağdaş bir devlet olmalıydı. Bu düşüncesini Nutuk’ta şöyle ifade etmektedir:

“…Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da Milli Hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.”

İşte bu düşünceyle Atatürk, Türk Milleti’nin sonsuza dek hür ve bağımsız yaşayacağı mukaddes vatan topraklarını kurtarmak, bu topraklar üzerinde çağdaş yeni bir Türk Devleti (Türkiye Cumhuriyeti) kurmak ülküsüyle Millî Mücadele hareketini başlattı. Başlattığı bu zor, fakat onurlu mücadele sonunda bir taraftan düşmanı vatan topraklarından atarken, diğer taraftan gücünü milli iradeden alan bağımsız, modern Türkiye Cumhuriyeti devletini kurdu. İşte, 103. yıldönümünü kutladığımız 19 Mayıs 1919 tarihi, milli tarihimizin böylesine önemli bir dönüm noktasıdır.

Millî Mücadelenin Atatürk tarafından dile gelen hikâyesinin ilk cümlesi, “1919 senesi Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım” ile başlar. Diğer bir deyişle, 19 Mayıs 1919 Millî Mücadele’nin fiilen başladığı tarihtir. 19 Mayıs bir başlangıçtır. Fikir ve karar sahibi Atatürk’ün hedefine varan yolda ilk adımdır. Atatürk’ün ve Türk Milleti’nin doğum günüdür.

Şevket Süreyya Aydemir’e göre, “Mustafa Kemal’in yeni hayatı, yeni âlemi, onun, 1919 Mayısının 19’uncu günü Samsun kıyısında Anadolu karasına ayak basmasıyla başlar, yani onun zuhurunun hem kendi kaderine hem milletimizin tarihine, hem çağımızın akışına, çeşitli yönlerden yön ve şekil veren safhası o gün, orada ve Mustafa Kemal’in Samsun kıyısına ayak basmasıyla başlamıştır.”

Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten, Milli Egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Atatürk, Samsun’a ayak bastığı andan itibaren hem içe hem de dışa dönük olarak, Milli Egemenlik prensibini gerçekleştirmek amacıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla bugün “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutladığımız Millî Mücadele tarihimizin başlangıcı olarak kabul edilen 19 Mayıs 1919 tarihinin Türk tarihindeki yerini ve önemini şöyle tespit etmek mümkündür;

19 Mayıs, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını belgeleyen Mondros Ateşkes Antlaşması’nı ve Sevr Belgesini yırtarak onun yerine ulusal bağımsızlığımızı ve Türklüğün şerefini kurtaran Lozan Antlaşması’nı koyan onurlu bir dönemin başlangıcıdır.

19 Mayıs, yıkılarak tarih sayfasından silinen Osmanlı Devleti’nin yerine yeni bağımsız bir Türk Devleti’nin kuruluşunun başlangıç günüdür. Bugün, aynı zamanda mazlum milletlerin yaşamında ve kurtuluşunda da bir dönüm noktası olmuştur.

19 Mayıs, evrensel boyutta etkiler göstererek uluslararası önemli bir sürecin başlatılmasında, sömürgeci emperyalist devletlerin mazlum uluslar üzerindeki kıskancının parçalanmasında tarihi bir başlangıç olmuş, günümüzdeki siyasal dünya coğrafyasının oluşumunda da örnek ve yol gösterici bir rol oynamıştır.

19 Mayıs, padişahın mülkü olarak kabul edilen “Memalik-i Osmaniye’yi” vatan düzeyine çıkaran ve padişahın kişisel iradesine bağlı bir devlet anlayışı yerine laik, demokratik bir cumhuriyet rejimini getiren bir günün tarihidir.

19 Mayıs, ırk, dil, din, cinsiyet ve mezhep ayrımına yer vermeyen ve “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” anlayışını kazandıran bir dönemin başlangıcıdır.

Atatürk’ün gözündeki Türk Milleti işte bu özlü sözün içinde yatmaktadır. Bugün Türk Milletini ırk, dil, din ve mezhep açısından bölmeye çalışanlar ya da bu görüşü benimseyenler Kurtuluş Savaşı’na katılarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran Türk halkına hakaret ve hatta ihanet ettiklerini bilmelidirler. Cumhuriyetimizi birlikte hep beraber kurduk ve hep beraber de sonsuza dek yaşatmaya milletçe kararlı ve azimli olduğumuz bilinmelidir.

19 Mayıs’ın bu temel felsefesine ve anlayışına sahip çıkmalıyız. Çünkü bu vatan hepimizin vatanıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hepimizin devletidir. Ülkemizin ormanları, dağları, nehirleri, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri bu ülkede yaşayan herkesin ortak malıdır. Bu vatan, hiçbir ayrılıkçı düşünceyle parçalanamaz, bölünemez ve bölüşülemez. Buna Türk Milleti asla izin veremez ve bunu hoşgörüyle karşılayamaz.

19 Mayıs, Türk Milli birliğinin sağlandığı, sınırları Misak-ı Milli ile saptanan Türk Vatanının kurtarıldığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu günün iki kelime ile ifadesidir.

19 Mayıs, Türk’ün Ulusal kimlik ve benliğini, kültürünü, örfünü ve geleneklerini saklı tutarak ulusumuzu çağdaş ve evrensel değerlerle bütünleştiren, bütün uygar uluslarla eşit ve insanlık âleminin seçkin ve şerefli bir üyesi durumunda yükselten bir tarihi gösterir.

19 Mayıs, bir taraftan yeni bir Türk Devleti’nin temellerinin atıldığı anlamlı bir gün, diğer taraftan geleceğin garantisi gençler için bir bayramdır.

19 Mayıs, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün doğum günüdür.

19 Mayıs tarihinin gençlik bayramı olarak da kutlanması Atatürk’ün gençlere verdiği değerden kaynaklanmaktadır. Bütün konuşmalarında geleceğin gençlerin elinde olduğunu her fırsatta belirten Atatürk, Cumhuriyeti de gençlere emanet etmiştir.

Millet egemenliği ve tam bağımsızlık Türk İnkılâbının temeli, kaynağı; Atatürkçü düşünce ve uygulamaların olmazsa olmaz şartıdır. Milli irade, bir efsane değildir. Bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin birleşmesinden oluşur. Milli iradeyi efsane sayanlar, millet iradesini hiçe sayarak diktatörlük hevesine kapılanlardır. Çağımızın yönetim biçimi olan demokrasiden uzaklaşmak için, milli iradeyi, milli egemenliği efsane sayanlar, kınayanlar, küçük görenler, milleti inkâr edip, milletin karşısında olanlardır.

Türkiye’nin bölgesinde ve evrensel düzeyde kendi çıkarlarına ve dünya barışı üzerindeki işlevine uygun politikalar üretip uygulayabilmesi için egemenliğine ve tam bağımsızlığa sahip olması gerekmektedir.

Türk İnkılâbı Batı kültürü içinde asimilasyonu değil, Batı kültürü ile çağdaş değerlerle uyumu amaçlamıştır. Çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak demek, Batı kültürü içinde asimile olmak demek değildir.

Türkiye, Atatürk ilke ve devrimlerini iç ve dış politikasının tartışmasız temeli yapmak durumundadır. Bu, Türkiye’nin ülke ve millet bütünlüğünü koruması ve bölgesinde lider ülke konumuna gelmesi bakımından gereklidir. Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihi, coğrafi, kültürel ortam, kısaca jeopolitik yapı; Türkiye’nin uzun erimli çok yönlü ve çok seçenekli ulusal bağımsız politikalar üretmesini gerektirmektedir.

Bunun için Türk İnkılâbının temel ilkelerinden olan tam bağımsızlık ve Milli Egemenlik ilkesinin her koşulda korunması gerekmektedir. Türk İnkılâbı dinamiktir. Gelişerek devam etmekte, canlılığını korumaktadır. İnsan hakları ve hukuk inkılâbını içeren sosyal yönü, demokratikleşmeyi içeren politik yönü ile gelişmesini sürdürmektedir.

Milli amaçlarımız yönünde gelişmenin en büyük güvencesi bağımsızlığımız ve egemenliğimizdir. Geleceğimizi bağlamayan, gelişmelerin değerlendirilmesine imkân verecek özgün politik seçenekleri ancak, bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi koruduğumuz ölçüde gerçekleştirebiliriz.

Ancak şunu bilmeliyiz ki, milletimiz dün olduğu gibi bugün de iç ve dış düşmanlarının hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Bugün içte ve dışta yaşadığımız, milletimize yönelik bütün düşmanca oyunlar Türk milletinin birlik ve beraberliğini, toprak bütünlüğünü bozmaya yöneliktir. Bu geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de olacaktır. Tüm bunlara rağmen biz inanıyoruz ki; milli kültür değerlerine bağlı, insanını çağın gerektirdiği teknolojik gelişmelere uygun bir şekilde eğitmiş, güçlü bir Türkiye ülkemiz üzerinde oynanan çirkin oyunlara son vereceği gibi, stratejik ve jeopolitik yeri itibariyle dünya barışının ve bugünkü mevcut uluslararası dengenin mihenk taşını teşkil edecektir.

Fakat bugün “Yeni Dünya Düzeni” ve “Yeni Türkiye” tartışmalarında ortaya çıkan günümüzün moda eğilimi, Kemalizm’e yüklenmek, onu eleştirmek, hatta daha da ileri giderek ona saldırmaktadır. Bu nedenle, Kemalizm’in modasının geçtiğini, geride kaldığını ileri sürenler bile bu tutumları ile Kemalizm’i son derece güncelleştirmektedirler.

Bugün bazı çevreler “Atatürkçülük 21. Yüzyılın gerçeklerine uymuyor, cevap vermiyor, değişmeli diyor.” Acaba 21. Yüzyılın gerçeklerine cevap vermeyen, bu gerçeklerle uyuşmayan hangi Atatürk ilkesi veya devrimi var? Cumhuriyetçilik mi? Laiklik mi? Milliyetçilik mi? Ya da Milli bağımsızlık mı? Milli egemenlik mi? Milli ekonomi mi? Ya da ulus devlet mi? Bizim ayak uyduramadığımız Dünya’da değişen ne? Bütün bunları ister istemez insanın sorası geliyor.

Bugün Atatürkçülüğün 21. Yüzyılın gerçekleri ile bağdaşmadığını söyleyenler küresel emperyalizmin yönlendirmesinde yenidünya düzenini kabul edenlerdir. Küreselleşmeyle ortaya çıkan Avrupa Birliği, Büyük Ortadoğu ve Büyük İsrail gibi bölgesel projeler çerçevesinde Türkiye’yi Lozan’daki yapısından kaydırıp Sevr modeli bir parçalanmaya sürüklemek isteyenlerdir.

Bugün Kemalizm’i, Atatürkçülüğü çağdışı görenler Türkiye için ya Ortadoğu merkezli yeni bir siyasi oluşum, devlet modeli istemektedirler ya da Avrupa merkezli bir yapı içinde Türkiye’nin eyaletlere bölünmesini istemektedirler.

Dolayısıyla bugün Atatürk Cumhuriyeti’nin, laik devlet modeli ortadan kaldırılarak, birtakım etnik ve mezhepsel sorunlar dayatılarak ulusal, üniter merkezi devlet yapısı ortadan kaldırılarak ve ekonomik uygulamalarla üç koldan tasfiye hareketiyle karşı karşıya olduğu söylenebilir.

Bugün Atatürk’ün kurduğu demokratik, laik Cumhuriyetin dayanağını ve hedefini oluşturan üç temel sürecin (Milletleşme, Laikleşme ve Merkezileşme) ciddi bir biçimde kesintiye uğratıldığını görüyoruz. Bugün yaşadığımız süreçte bu husus açıkça ortay çıkmış durumdadır.

Bugün, gerçek şudur ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin dayanağını oluşturan bu üç projenin de önü kesilmiştir. Başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti, bu üç koldan ciddi bir direniş ve saldırıyla karşı karşıyadır. Bu nedenle bugün Atatürk için ağlamak yerine, onu anlamak ve anlatmak her zamankinden daha büyük bir ihtiyaç, görev ve sorumluluktur.

Komünizmin yıkıldığı, sosyalist sistemin dağıldığı bir dönemde Kemalizm’in ayakta kalabilmesi, dayandığı temellerin sağlamlığını ve kurucusunun ileriyi gören geniş görüşlülüğünü bir kez daha kanıtlamıştır. Batı’nın dışında kalan dünya ülkeleri için çağdaşlaşma ve modern devlet olma yolunda Atatürk ilke ve devrimleri yol göstermeye devam etmektedir.

Türkiye iç kavgaları bir yana bırakarak, dışa dönük yeni bir yapılanma sürecine, Kemalizm modeli doğrultusunda yönelirse, kendisi gibi batının dışında kalan bölge ülkelerinin önderi olabilecek ve bu ülkelere modellik yapabilecek güce sahiptir. Tümü ile Atatürk’ün eseri olan, bugünün çağdaş Türkiye’si, kurucusunun yolundan giderek, bölgenin güçlü ve önder ülkesi konumuna gelebilir.

Bu duygu ve düşüncelerle, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın 106. yıldönümünün başta gençlerimiz olmak üzere tüm milletimize kutlu olmasını diliyor; gençlerimizin Atatürk ilke ve inkılâplarından kopmadan ülkemize ve insanlığa yararlı hizmetlerde bulunacaklarına yürekten inanıyor, kendilerine başarılar diliyorum.

Saygılarımla…

 

Devamını Oku

23 NİSAN’DA ÇOCUK OLMAK

23 NİSAN’DA ÇOCUK OLMAK
3

BEĞENDİM

ABONE OL

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk ve dünya çocuklarına armağan edilmiştir.

Bu bayram, TBMM’nin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Millî Bayramı, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla, önce 1 Kasım olarak kabul edilen, sonra 1935’te 23 Nisan Millî Bayramı’yla birleştirilen Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin 1927’de ilan ettiği ve ilki Atatürk’ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramı’nın kendiliğinden birleşmesiyle oluşmuştur. 1980 darbesi döneminde Milli Güvenlik Konseyi, bu bayrama resmî olarak “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” adını verdi.

Hâkimiyet-i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM’nin açılışının egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşırken, Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukları bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı.

Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO’nun 1979’u Çocuk Yılı olarak ilan etmesinin ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği’ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşımıştır.

Atatürk, yaşamı boyunca sevdiklerine, hangi yaşta olursa olsunlar, “çocuk” diye seslenirdi. Onun dilinde çocuk, sevgi demekti. O’nun çocuğu yoktu ama içinde bitip tükenmeyen bir çocuk sevgisi vardı. Böylelikle çocukları çok seven Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk bu sevgisini onlara 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı armağan ederek tüm dünyaya göstermiş oldu.

Atatürk, çocukların riyakârlık (ikiyüzlülük) bilmeden bütün istek ve arzularını içlerinden geldiği gibi açıklamalarından çok hoşlanırdı. Son yıllarını da çok sevdiği bir çocukla, Ülkü ile geçirdi. Ülkü, Atatürk’ün çocuk sevgisinin bir simgesi oldu.

O’nun açık mavi gözleri her yerde çocukları arardı. Çağdaş ve mutlu Türkiye’yi çocuklarda görür ve çocuklarda bulurdu. Yurt gezilerinde çocuklara sevgi ile yaklaşır, onlarla uzun uzun konuşurdu.

Atatürk bir gün çocuk balosuna gider. Ortalıkta bir şaşkınlık havası doğar. Küçük bir oğlan salonun orta yerinde kalır. Bu yavru hayranlıkla bir süre Atatürk’e baktıktan sonra: “Atatürk’üm, seni öpmek istiyorum” der. Ortalığa bir sessizlik dalgası yayılır. Bu derin sessizliği Atatürk’ün sesi bozar “Öyleyse, gel öp” der. Çocuk koşarak Atatürk’ün boynuna sarılır. O sırada diğer çocuklar da: “Biz de… Biz de…” diye bağırırlar. Böylece tüm çocuklar Atatürk’ü doya doya öperler. Bu görüntü çoğu kişiyi ağlatır. Büyük Atatürk de ağlar. Evet, Türk çocuklarının bu engin sevgisi için ağlar. Hem de sevinç gözyaşlarını dökerek. O gün çevresindekilere övünçle: “İşte benim kuşaklarım” der.

Atatürk’ün çocuk sevgisi çok büyüktü. Cumhuriyet’i kurduktan sonra yaptığı yurt gezilerinde büyükleri dinlediği kadar, küçükleri de dinler; onların dertlerini, sorunlarını ve isteklerini saptamaya çalışırdı. Okulları ziyaret eder, onlara sorular sorar, doğru yanıtlayanları çeşitli şekillerde ödüllendirirdi.

Atatürk, geleceğimizin güvencesi olan çocukların en iyi şekilde yetiştirilmesi için büyük çaba gösterdi. Her fırsatta çocuklara olan güvenini dile getirdi. “Ben olsam da olmasam da beni takip edeceksiniz” sözü, Atatürk’ün çocuklara duyduğu güvenin en güzel belirtisiydi.

Atatürk, çocuklara olan bu büyük sevgisinden dolayı 23 Nisan’ı onlara armağan etti. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, bu özel gün ile ilgili kutlamalara katılmak üzere dünyanın dört bir yanından ülkemize gelen çocuklar ile birlikte kutlanan en büyük çocuk bayramıdır.

Atatürk’ün çocuk sevgisi ne yazık ki tam olarak anlaşılamadı. Törenlerde, yorgun, heyecansız, düşüncelerle dolu, çocukluğunu yitirmiş, yılgın insanlarca yıpratıldı, ondaki coşku ve heyecan ne yazık ki tam olarak yorumlanamadı. Onu, ona yakışacak biçimde anmayı, yorumlamayı bilemedik. Atatürk sadece Milli Mücadele ve devrimleriyle ilgili bir olgu olarak gösterilmeye çalışıldı. Belki başka ülkelerin de millî kahramanları olmuştur ama çocuklarla ilgili böyle bir lider başka hiç bir ülkeden çıkmamıştır. Hakkında yazılmış onlarca kitap içinde bu konuda yazılmış kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Çocukluk, hepimizin bir dönem yaşadığı ama yaşarken belki de farkında olamadığımız, doğum ile yetişkinlik arasındaki dönem olmanın ötesinde bir anlama da sahiptir. Çünkü çocuklar millet hayatı için en önemli unsurdurlar. Çocuk olabilmek, çocuk kalabilmek, yeni, yaratıcı, meraklı, araştırıcı olmanın eşiğinde durmaktır.

Çocukluk bir karakterdir. Elbette, bir ölçüde edinilebilir, keşfedebilir, insan ona ulaşmaya çabalayabilir ancak çocuk, özgürlük ister, bağımsızlık ister. Ruh bağımsızlığına erişemeyenler çocuk olamazlar. Boynu bükük, bağımlılığı alışkanlıklarla yaşayan insanlar haline gelirler. Milletlerin yok olmaması ya da bozulmaması, çocuklarını yabancı kültürlere maruz bırakmaması ve onların özlerini korumasına bağlıdır.

Bu doğrultuda çağımıza adını altın harflerle yazdıran önderimiz Atatürk, ölümünden bu yana her yönüyle araştırılmış, fakat çocuklara karşı olan sevgisi ne yazık ki pek az araştırılmıştır. Oysa O, çocuklar hakkında öğrenilmesi, tanınması gereken çok yönlü bir liderdir.

Atatürk çocuk konusunda büyük bir hassasiyet göstermiştir. Onun dilinde çocuk sevgi demekti, etrafında hep çocukları görmek istemiştir. Çocuk onun gözünde saflığı ve dürüstlüğü temsil etmiştir. Sabiha Gökçen, Atatürk’ün bu özelliğini, bir konuşmasında şöyle anlatmıştır:

Bizim yetişmemizde dikkat ettiği hususlar, yalan söylemememiz, dürüst ve ciddî olmamız, dedikodu yapmamamız ve başkalarını çekiştirmememizi, insanlarla ilişkilerimizin temelinin saygı ve sevgiye dayanmasını isterdi.

Yine aynı şekilde Hasan Rıza Soyak Atatürk’ün bu özelliğini anılarında şöyle anlatır:

“Çocukluk ne güzel şey. Çocuklar ne sevimli ne tatlı yaratıklar değil mi? En çok hoşuma giden halleri nedir bilir misin? İkiyüzlülük (riyakârlık) bilmemeleri, bütün istek ve duygularını, içlerinden geldiği gibi açıklamaları.”

Çocukluk günlerinden söz ederken Çankaya’da yakınlarına “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince, bunun bir kuruşunu kitaba ayırırdım. Eğer, böyle olmasaydı, bu yaptıklarımı yapamazdım” demiştir.

Ne yazık ki, Atatürk içinde taşıdığı çocuk ruhuna uygun yorumlanamadı. Oysa çocuk ruhunu harekete geçirmek oyun, bilim, sanat ve düşünceyle sağlanabilirdi. Yine gerçekleri keşfetme başarısı oyun oynamayı seven, düş gücü son derece gelişmiş bir çocuk ruhu ile sağlanabilirdi. Yoksul, düzensiz bir yaşamda insanlar çocuk olamıyor, çocuk kalamıyor, çok çabuk büyüyor. Çocukluğunu yaşayamamış, çocukluğa hasret insanların çoğunlukta olduğu bir kültürde, doğmaları sorgulayabilen, yaratıcı olma özgürlüğüne, özerkliğine sahip insanlar yetişemiyor. Yaşamı kocaman bir yük sayan, gergin, kaygılı insanların umutsuz çözüm arayışları egemen oluyor topluma.

“Bugünün küçükleri yarının büyükleridir” diyen Atatürk çocuklara çok değer verir, gezilerinde okullara gider, ders dinler, sorular sorardı. Atatürk çocukları ülkenin geleceği olarak görüyor, onlara çok güveniyordu. Çocuklara söz hakkı verilmesini ve iyi eğitilmelerini istiyordu.

Yurt gezilerinde bakıma ve korumaya muhtaç çocukların kaldıkları yurtları gezerek onlara hediyeler dağıtırdı. Atatürk, bu konuda hassas olunması gerektiğini, himayesine aldığı manevi evlatlarla göstermiştir.

Atatürk’ün hayatı incelendiğinde savaş yıllarının en kötü koşullarında dahi çocuklarla yakından ilgilendiği ve birçok çocuğu koruması altına aldığı görülür. Atatürk’ün o zorlu savaş yıllarında dahi geleceğimiz olan çocuklarla yakından ilgilendiğini, birçoğunu koruması altına aldığını biliyoruz. Sonraki yıllarda yetim çocukların sağlık, eğitim ve temel ihtiyaçlarının karşılanması için günün şartlarına uygun bir çalışma içine girilmiştir. Önce yetim evleri, sonra da İstanbul’da Himaye-i Etfal Cemiyeti kurulmuştur. TBMM hükümeti de Atatürk’ün öncülüğünde 30 Haziran 1921’de bugünkü adı Çocuk Esirgeme Kurumu olan kurumun açılmasına öncülük etmiştir.

Atatürk, çocuklara olan sevgisinin en büyük tecellisi olarak 23 Nisan 1920’de TBMM’yi açmış, bu mutlu ve önemli günü Cumhuriyetimizin geleceği ve teminatı olan çocuklarımıza Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı adıyla armağan etmiştir. Dünyada ilk kez bizim ülkemizde bir çocuk bayramı kutlanmaya başlanmıştır. Bu bayram daha sonra, UNESCO’nun, 1979 yılını çocuk yılı ilan etmesiyle bütün dünya çocuklarının, Türk çocuklarının öncülüğünde kutladı.

Atatürk’ün çocuk sevgisi o kadar büyüktü ki, boş zamanlarının çoğunu manevi evlatlarıyla geçirirdi. Son yıllarını çok sevdiği bir çocukla, Ülkü ile geçirdi. Ona kendisi “Ülkü” adını vermişti. Çocuklara karşı beslediği derin sevginin ne kadar yerinde, ne güzel belirten bir isim, Ülkü.

Ülkü, her zaman Atatürk’ün yanında bulunurdu. O kadar ki bazen misafirlerin yanında kucağına otururdu. Artık kimse küçük kıza kızmıyor, üstelik içten gelen bir sevgi ile küçük kızı seviyorlardı. Ülkü, çok sevimli bir kızdı. Uzaktan Atatürk’ü görünce sevinçle koşar, Atatürk’ün kucağına fırlardı. Atatürk, her zamanki tatlı sesiyle küçük kıza neşeli şeyler söyler onun kalbini elde etmeğe çalışırdı. Ülkü, onun bir parçası gibiydi. Nereye gitse yanında götürürdü. Küçük kız, hasta olduğu zaman doktorlarla beraber muayene eder, hastalığı hakkında geniş bilgi alırdı.

Ülkü, bir defa tifo olmuştu. Doktorlar tifo bulaşıcı olduğu için hastanın yanına sokmak istemiyorlardı. Atatürk, hiç birini dinlemezdi. Her gün Florya’dan Dolmabahçe’ye Ülkü’yü görmeye giderdi. Bulaşıcı bir hastalık olmasına rağmen onun yanında uzun uzun kalırdı. Ülkü, manevi çocukları (Makbule, Afet İnan, Sabiha, Rukiye, Nebile, Abdürrahim, Afife, Zehra ve Mustafa) arasında Atatürk’ün çocuk sevgisinin bir simgesi olmuştu.

Bir gün çocuk eğitimi ile ilgili olarak Hasan Rıza Soyak’a şunları söylemişti:

Çoğu ailelerin öteden beri çok kötü bir alışkanlıkları var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar söze karışınca, “Sen büyüklerin konuşmasına karışma!” der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket! Hâlbuki tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye teşvik etmelidirler; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş olur. Kısacası çocuklarımızı artık, düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimî düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde; yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışılmalıdır. Bence bunlar, çocuk eğitiminde, ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu yolladır ki çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve mükemmel birer insan olurlar.

Erkek ve kız çocuklarımızın aynı şekilde öğrenim görebilmesi mühimdir. Memleket evladı, iktisadi hayatta faal, etkili ve başarılı olacak şekilde donatılmalıdır. Milli ahlakımızla, medeni esaslarla ve hür fikirlerle yetiştirilmelidir. Baskı ve korkudan doğan sözde ahlak, bir erdem olmadığı gibi, güvenilmezdir.

Çocuklar geleceğimizin güvencesi, yaşama sevincimizdir. Bugünün çocuğunu, yarının büyüğü olarak yetiştirmek hepimizin insanlık görevidir.

Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı, onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel ele alınmalıdır.

Gelecek için hazırlanan vatan evlatlarına, hiçbir güçlük karşısında yılmayarak tam bir sabır ve metanetle çalışmalarını ve öğrenim gören çocuklarımızın ana ve babalarına da yavrularının öğreniminin tamamlanması için hiçbir fedakârlıktan çekinmemelerini tavsiye ederim.

Evet, Atatürk’ün çocuk sevgisi çok büyüktü, peki ya ondan sonra gelenlerin, her fırsatta “Atam İzindeyiz!” diyenlerin çocuk sevgisi nasıldı? Atatürk’ten sonra gelen hiçbir cumhurbaşkanı, başbakan veya bir bakan bir çocuğu elinden tutup da resim sergisi gezmeye götürmedi. Hiçbir cumhurbaşkanı veya başbakan çocuğu protokol sırasının en önüne oturtmadı. Hiçbir cumhurbaşkanı veya başbakan bir çocuğu salıncakta sallamadı. Bir çocuğu taşıttan kendi elleriyle indirmedi. Bir yabancı konukla birlikteyken yanına çocuk almadı. Bir yetişkini dinlerken gösterdiği ciddiyetle dinlemedi. Onlarla birlikte denize girmedi, objektiflere poz vermedi. Onlarla gezintilere çıkmadı…

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun. Çocuklarımızın yüzü her daim gülsün, egemenliğimiz her daim var olsun…

Sevgi, saygı ve selamlarımla…

 

Devamını Oku

“Tabiata saygı, aklın vicdanıdır” Atatürk

“Tabiata saygı, aklın vicdanıdır” Atatürk
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Tabiatın hayatımızda oynadığı rol, farkında olduğumuzun çok çok ötesinde… Beslenme, barınma, sağlık gibi temel ihtiyaçlarımızın karşılanmasından, “biyolojik çeşitlilik” olarak andığımız bitkiler, hayvanlar, kısacası tüm canlılar için üreme ve yaşama ortamı sağlamasına kadar gezegenimizin iklimsel ve çevresel dengesinin devamında çok çok önemli… Yeryüzünde yaşayan 8 milyar insanın varlığı, geleceği, mutluluk ve refahı, büyük ölçüde doğanın varlığı, sağlığı ve devamına bağlı… Doğayı, doğanın insanoğluna sunduğu zenginlikleri korumak demek, hayat demek, sağlıklı insanlar demektir. Bunu hiçbir zaman unutmayalım, doğayı sevelim, doğayı koruyalım.

Doğa sevgisinin yüce bir sevgi, doğayı korumanın bir insanlık görevi, vatan sevgisinin doğa sevgisiyle, toprak sevgisiyle ayrılmaz bir bütün olduğu duygusuna hasredilmiştir. Doğa candır… Onda yaşam buluruz, onda soluklanır, onu koklar, ondan tat alırız, ona açarız ellerimizi, ondan esinlenir, ona sesleniriz, mavinin, yeşilin, tüm renklerin en güzel hallerini onda görürüz, onda buluruz huzuru, onu sevdikçe seviliriz, mutlu oluruz…

Doğa der ki bu canlı benimdir, yalnız güneş veya yaz değil, her bir mevsimim, armağan olan tatlarımı ona sunacak, tüm kederlerine rağmen benimle olduğunda mutlu olacaktır. Yeter ki O, görsün, sevsin, korusun beni, toprağımı, suyumu, ormanımı, ağacımı, her şeyimi, benden beslenen, bende yeşeren, bende saklanan her ne varsa… İşte o zaman canlılık bahşederim ona, tüm ihtişamımla, o ben de can bulur, ben de, şiir olur, destan olur, türkü olur, vatan olurum O’nunla…

Doğanın Sevgi Burçları: Dağlar…

Hiçbir zirvenin yer almadığı dümdüz bir dünya hayal edelim. Böyle bir dünyada ne bugünkü biyolojik ve kültürel çeşitliliğimiz, ne coşkun akan akarsularımız, ne göllerimiz ne de iklimlerimiz olabilirdi. Dünyayı bir kuşak gibi sarmaları bundandır dağların, onlar, yaşam kaynağıdır. Türkiye’nin en yüksek zirvesi, 5137 metrelik Atatürk Zirvesi ile Ağrı Dağı’dır. Destanlara konu olan, adına filmler yapılan, romanlar yazılan, görkemli görünümü, dört mevsim boyunca zirvesinde erimeyen buzulu ile hâlâ bir efsanedir Ağrı Dağı… Evet, efsanelere, savaşlara, aşklara, şiirlere, romanlara, masallara konu olan dağlar, bilgesidir doğanın, göğün direği dağ, yeri bastıran dağ ve Tanrıya giden en yakın yol yine dağ… Varlığın kendisiyle baş başa kaldığı, evrenle buluştuğu yerlerdir dağlar. Ufkunuz genişler yamaçlarında yükseldikçe, deli, uğultulu esen rüzgârlarıyla, ruhunuzda teneffüs edersiniz özgürlüğü, hissettirdiği yalnızlıkla içinizdeki gücü keşfedersiniz zirvelerinde. Çaresiz yakarışların, ayrılıkların simgesidir dağlar, dostluğun, güvenin, cesaretin ve kahramanlığın da…

Kara Toprak: Toprağın Kucağında Yaşam, Yaşam Öykülerinde Türküler Vardır

İnsan ile toprak ayrılmaz bir bütün. Tüm mitolojilerde evrenin doğumu öyküleri hep toprakla özdeşleşmiş, bir tanrısal simge, dinginliğe ilk hareketi veren kuvvet olarak, düşleri süslemiştir. Herkül’ün topraktan güç alan Antaeus’u ancak havaya kaldırdığında, öldürebilmeyi başarması, bir düş, bir mit olsa da, toprağın kuvveti ve değerine dair, binlerce yıl öncesinden günümüze uzanan değişmez gerçeğidir. İyilik, doğurganlık, cömertlik, bereket, saflık, temizlik, söylenenlerin hepsi toprağın, toprak Ana’nın kutsallığına atfedilen değerdir. Geç olmadan gücümüzün gerçek kaynağına, toprağımıza sahip çıkalım. Toprak, hava, su ve ateş… Yaşamı var eden dört ana element, yanında bir de beşinci element, aşk, aşk ve toprak… Yaşamın kaynağı, sonsuzluğun evi… 25 Ekim’de bir ekin zamanı doğan ve yine bir ekin zamanı 21 Mart’ta hayata veda eden büyük halk ozanımız Âşık Veysel’in dediği gibi… Benim Sadık Yârim, Kara Topraktır.

Ekin-Harman: Tohumlar Ekin Olsun, Bahar Olsun, Harman Olsun, Bereket Olsun

Mevsimlerin dönüşümünü ekinlerle anlatır, yaşarız. Ekim’den Mart’a uzanan, bir vedanın ayak sesidir bağ bozumu, sararan yapraklar, kızaran gökyüzü, serin rüzgârlarla, hüzünlü bir tablodur o, Sonbahardır adı… Kış gelir, yağmur, kar altında korunan ekinler, sessizce baharı beklerler, aşağıdan inceden beyazdan, dumanı tüten sıcak tohumlar, ulaşırlar yeryüzüne, filizlenir, boy atmaya başlarlar ilkbaharda, doğa tüm renkleriyle canlanır, adeta bayram yeri coşkusunda. “Vadim O kadar Yeşildi ki” der şair tüm umutlarıyla, yaz gelince olgunlaşır başaklar, ayçiçekleri sevinçle yüzlerini güneşe dönerler, tüm bereketin paylaşımıdır hasat, harmanın yorgunluğunda…

Bizim oralarda harman zamanıdır şimdi, bir telaş, bir koşuşturma sarmıştır hemen herkesi, düşünce gölgelere güneşin gölgesi, bir garip kokar bizim oralarda, harman zamanı ırgatların nefesi ve bir başka olur, yorgun atların kişnemesi, önce otları biçerler, sonra ekini, bir görseniz, ah bir görebilseniz, oralardaki heyecanı, oralardaki sevinci. (Kadir Karaman’ın Harman Zamanı şiirinden).

Ormanlar: Orman yurdun hem süsü hem gücüdür

Ormanda barış, kutsal havalar hüküm sürer, hiç bir ağaç yalnız değildir, şair “bir orman gibi kardeşcesine” demiş onun için, bin yıl geçse de hiç biri birbirinden vazgeçmez asla… Bizler ormanda yılları üzerimizden atar, çocuklaşırız, ormanda görürüz tükenmeyen ebedi gençliğimizi… Rüzgârla gelen kokusunda hissederiz sevgiliyi, bizim bakışımız, sevgimiz belirler çehresini, ruhumuzun renklerine bürünür, yeşil, mavi ya da kara… Masal kahramanlarımızın gizemli evi olmuştur orman, sanatçının ilham perisi, aldığımız nefesin, içtiğimiz suyun, ısındığımız odunun, başucumuzdaki kitabın değişmeyen sahibi, vazgeçilmez yuvasıdır ceylanın, baykuşun, kurdun, yabanın, zümrüt mücevheridir doğanın, orman demek, hayat demek, yaşamı paylaşmak demek… O zaman, bir orman yaratalım hep birlikte…

Çiçekler: Çiçek Tanrının Sanatıdır

Doğanın insana armağanıdır çiçekler, süsüdür tabiatın, sevgilinin kokusudur, neşesidir, tebessümüdür hayatın… Sevdamız, minnetimiz, sevincimiz, mutluluğumuz, hep onlarla sunulur, bazen de boynu bükük eşlik ederler hüzünlerimize. Resimlerini yaptık her birinin, tablolarıyla büyülendik, dantellerimize işledik onları, desen, desen, rengârenk… Kelimeler kifayetsizdir, tarife güzelliğinin kır çiçeklerinin, misafiri olurlar düşlerimizin, hayallerimizin… Mevsimlerden papatyayı severim, sonra seni, sonra yine seni ve hep seni… Sana da kırgınım papatya, bir seviyorum sığdıramadın onca yaprağına. Evet, şairin mısralarında duyulduğu gibi, duygularımız şiirlerde çiçeklerle ses olur, tuvalde renk, renk gül olur, lale olur, sümbül olur, bahçemizde mor menekşe, kırlarda, çayırlarda kırmızı gelincik olur…

Her sabah suya giderken, yar yolunda toprak olsam, toz olsam, lale sümbül mor menekşe gül yârim, sen bir çiçek olsan, ben bir yaz olsam… (Aşık Veysel’den).

Bağ-Bahçe: Salındı Bahçaya Girdi, Çiçekler Selama Durdu, Mor Menekşe Boynun Eğdi, Gül Kızardı Hicabından

Henüz olmamışken ham, buruk, yeşil yeşil, meyveleri kopartılmış ağaçlar vardır. Bir de kuş uçmaz, kervan geçmez bahçelerde, petek petek ballanır meyveler beyhude yere, yarılırlar dudak dudak güneşten baldan, sonra bükülür boyunları bir yanları çürür, olgun bir meyve dalında ne kadar durur, kuş uçmaz kervan geçmez bahçelerde, dağılıp giderler bir bir, bütün bir baharın özü küf kesilir şarabı zehir, ne güç, bir ağaç misali meyve verebilmek, vaktinde açabilmek çiçeğini…

Meyveler: Kara Dut

Ne güç bir ağaç misali meyve verebilmek, koruyabilmek tomurcuklarını kurttan kuştan, yapraklarını kurudan yaştan, ne güç mevsimlere dert anlatabilmek. Sonra kendi ellerimizle devşirebilmek kendi meyvemizi, uzatabilmek insanlara, alın taze taze diyebilmek, sormadan çektiğimiz çilenin hesabını, meyvelerimizin cana değdiğini duymak, “Havva Âdem’i elma ile kandırınca, insanoğlu cennetten kovuldu” derler, acaba onun için mi aşkın, arkadaşlığın, dostluğun paylaşımı oldu elma, bir elmanın yarısı sen, yarısı ben dedik, gökten üç elma düştü, biri senin, biri benim, üçüncüsü kimin bilemedik. Güzeli, güzellikleri onlara atfettik, kimi ozan elma yanaklım, kiraz dudaklım dedi, kimi fidan boylum diye seslendi, bir diğeri de fındıkkıran… Üzüm buğusuna benzettik sevgilinin gözlerini, kimimiz yudumladı, kimimiz tane tane tadımladı, ya da badem gözlü, zeytin gözlü dedik, ya da sevdiğimize, çocuğumuza seslendik. Oyunlar oynadık, saplarından kulağımıza taktık kiraz dallarını, şeker portakalı romanında saflığın acıyla yüzleşmesini öğrendik, çekirdek çitledik keyifli söyleşilerimizde, harman yerinde karpuz kesip serinledik, zeytini ağacını kutsal güzellikte addettik, barış için zeytin dalı uzattık. Serinledik ağaçlarının gölgelerinde, çiçekli hallerini doyumsuz bir güzellik olarak seyrettik, renk, renk, cezbedici halleriyle, kimi ekşi, kimi tatlı, kimi baldan tatlı, yetiştikleri toprağın kokusunu sakladılar içlerinde, mest olduk, çileğin, şeftalinin kokusuyla, reçel yaptık, pekmez yaptık, şurup yaptık, bize çiçekler gibi, doğanın en güzel süsü olarak geldiler, masamıza kondular en güzel halleriyle, onlarla büyüdük, beslendik, hem de onlarla süslendik, püslendik, renklendik.

Karadutum, çatal karam, çingenem/Nar tanem, nur tanem, bir tanem…/Ağaç isem dalımsın salkım saçak/Petek isem balımsın/Gülen ayvam, ağlayan narımsın/Karadutum, çatalkaram, çingenem/Daha nem olacaktın bir tanem. (Bedri Rahmi’nin Kara dut adlı şiirinden).

Toprağa Teşekkür: Vatan Toprağı Kaderine Terk Edilemez

Doğayı sevelim, koruyalım hep birlikte, çünkü o, bizi her zaman kucaklamaya hazır. Vatan sevgisi; o vatanın toprağını, suyunu, ırmağını, ormanını, ağacını, ekinini, meyvesini, buğdayını, harmanını, havasını sevmektir. “Vatan toprağı kaderine terk edilemez” demişti ulu önderimiz… Topraktadır köklerimiz, bağlanmışızdır ona derinden, anayurt deriz, severiz yürekten.

O yurdun, çayırları çocukluğumuz, ormanları gençliğimiz, sonsuz maviliğe yükselen dağları geleceğimiz, havası ortak nefesimizdir. Coşkumuzdur denizleri, yağmurları, çiçekli bahçeleri sevincimiz, bereketidir harman yerimiz. Üstüne basınca hissettiğimiz ne varsa hepsi bizimdir, bizdendir… Topraksız vatan olmaz, doğa sevgisi olmadan da insan… Doğa candır, cana can katar, Türkülere de Canan…

Toprak dedemiz Hayrettin Karaca’yı unutmadık. Ne çok şey söylemişti bizlere, örnek olup ne çok şey anlatmıştı, toprağı sevmemizi istemişti bizden, erozyonla mücadeleye ömrünü adamıştı. “Vatan, yurt sevgisi, toprak sevgisidir”, “Her çocuk bir fidan, her fidan bir çocuk” demişti.

Bahçası var, Bağı var, Ayvası var, Narı var, Atamızdan Yadigâr Bizde ATA BARI Var…

Not: Üstteki güzel metin doğa aşığı Sevgili Arkadaşım F. Rezzan Ünalp tarafından kaleme alındı. Kendisine gönülden teşekkür ediyorum.

Nevruz/Yenigün

Nev (yeni) ve ruz (gün) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen ve Yenigün anlamını taşıyan Nevruz, kuzey yarımkürede başta Türkler olmak üzere birçok halk ve topluluk tarafından yılbaşı olarak kutlanır. Nevruz, bahar, gençlik, emek, güzellik, sevinç ve mutluluk bayramıdır.

Bugün, aynı zamanda, kış mevsiminin bitişi kabul edilen ve gündönümü (gece ile gündüz sürelerinin eşitliği-ekinoks) olarak bilinen 21 Mart tarihine tekabül etmekte, bugünden sonra gündüz süreleri de 21 Haziran’a kadar uzamaktadır. 21 Mart ile birlikte havalar ısınmaya, karlar erimeye, ağaçlar çiçeklenmeye, toprak yeşermeye, göçmen kuşlar yuvalarına dönmeye başlar. Bu nedenle 21 Mart bütün varlıklar için bir uyanış, diriliş ve yaradılış günü olarak kabul edilir. Türklerin bugünü “Bahar Bayramı” olarak kutlamaları bu açıdan önem taşımaktadır.

Bu küçük yazı, Nevruz’un Türk kültür bütünlüğünü gösteren bir sembol, bir Türk bayramı, bir Ergenekon Bayramı olduğunu ortaya koyması yanında, Nevruz üzerinde yapılan siyasi istismarlara, Nevruz etrafında koparılmak istenen fırtınalara bir cevap niteliği de taşımaktadır. Yani bu güzel bahar bayramını siyasete alet etmeyelim. Balkanlardan Orta Asya’ya kadar yayılan bu büyük coğrafyada bırakalım insanlar bu güzel bahar bayramını coşkuyla kutlasın. Bu bahar bayramı bir nevi insanlığın ortak mirasıdır. Doğa ile iç içe yaşayan insanoğlu geçmişten günümüze zamana ve mekâna bağlı kalmaksızın doğa ile ilgili bu tür değişimleri anmış ve kutlamıştır.

Milletleri meydana getiren temel unsurlardan birisi de kültür dediğimiz maddi ve manevi değerlerdir. Bu değerler toplumların sosyal dokusunu oluşturur. Kültür unsurları içerisinde bayramların da önemli bir yeri bulunmaktadır. Bayramlar her millette görülen ve toplumun bütün fertleri tarafından benimsenen, bütün halkın katıldığı ortak değerlerdir. Bütün bayramların dini ve milli bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve doğadan doğduğu bilinmektedir.

Bunlar içerisinde, Nevruz/Yenigün bayramının Türk kültür tarihinde özel bir önemi ve yeri vardır. Nevruz Türk dünyasında “Bağımsızlığın kazanıldığı” kurtuluş günü olarak da düşünülmüş ve bu özelliği ile “Ergenekon Bayramı ya da Bozkurt Bayramı” olarak da kutlanmıştır.

Orta Asya’dan Balkanlara kadar çok geniş bir coğrafyada yerel renk ve inançlarla kutlanan Nevruz, her ulusun kendi kültür değerleriyle özdeşleştirip sembolleştirdiği, özü itibariyle baharın gelişinin kutlandığı coşkuyla karşılandığı bir gündür. Yaşandığı geniş coğrafyada doğa ve çevrenin uyanışının kutlandığı Nevruz Bayramı’nın Anadolu’da ve Türk kültürünün yayıldığı bölgelerde de son derece köklü ve zengin bir geçmişi vardır.

Osmanlı Devleti’nde saray geleneği olarak büyük öneme sahip olan Nevruz Bayramı geniş halk kitleleri tarafından da benimsenmiş ve kutlanmıştır. Bu kutlamalar Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Nevruz’un mahiyetinin coğrafi bir gün ve yılbaşı olmasının yanı sıra, musikiden edebiyata kadar pek çok alanda Türk kültür hayatının içerisine girmiştir.

Türk dünyası Nevruz geleneğini canlı olarak günümüze kadar yaşatmıştır. Bugün, Nevruz Bayramı, Orta Asya’daki Türk toplulukları başta olmak üzere Rusya ve Balkanlardaki Türk toplulukları tarafından da coşkulu bir şekilde kutlanmaktadır. Türkiye’de Valiliklerin resmi düzeyde yaptıkları kutlamalar yanında, üniversitelerde ve yerel idarelerde de Nevruz kutlamalarının geleneksel hale geldiğini söylemek mümkündür.

Nevruz diriliş, uyanış demektir. Türk milleti de bu nevruzla birlikte 23 yıldır uyuduğu ölüm uykusundan uyanacaktır. Nasıl ki Çanakkale’de uyandı, Sakarya’da dirildi ve 30 Ağustos’ta şahlandı ise bugün de üzerine serpilen ölü toprağından silkinip kalkacak, ölüm uykusundan uyanacak ve üzerindeki ataleti atacaktır.

Nevruz bayramınız kutlu olsun. Doğa candır. Saygılarımla…

Göy-Çemen: Mavi giyer bulut olurum, yeşil giyer bahar olurum. Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım

Bahar Gelende Mende

Bitirem Göy Çemende

Men Baharın Gızıyam

Kömleği Gırmızıyam

 

Uçmaya Yok Kanadım

Menim Laledir Adım

Çölünüzü Bezerem

Elden Ele Gezerem

 

Başımda Al Şamım Var

Yanağımda Hal’ım Var

Yeyilmerem Acıyam

Çiçeklerin Tacıyam

 

Uçmaya Yok Kanadım

Menim Laledir Adım

Çölünüzü Bezerem

Elden Ele Gezerem

Şevket Ali Ekberova, Azerbaycan

 

Toprağa Güzelleme

Dilek

Yurdumda bir evlik toprak isterim,

Yayla olsun, yamaç olsun, düz olsun…

Orada bir ömür kalmak isterim,

Yaz, kış olsun, bahar olsun, güz olsun.

 

Bir dam altı, gece barındıracak,

Daldan, sazdan yapma bir çardak olsun,

İçinde kütükler yanan bir ocak,

Yünden veya ottan bir yatak olsun.

 

Çardağı sarmalı bir çiçek dalı,

Salkım olsun, gül olsun, leylâk olsun.

Yakınlarda bir de su bulunmalı,

Deniz olsun, göl olsun, ırmak olsun.

 

Ekmeğim topraktan, suyum ırmaktan,

Katığım kâh zeytin, kâh peynir olsun.

Mutluluk duyayım nefes almaktan,

Dost güvenilir, düşman bilinir olsun.

 

Tanrım! Başka bir şey ister değilim,

İçimde ne bir hırs, ne bir kin olsun.

Yolumu beklesin, akşam, sevgilim

Bence güzel, ellerce çirkin olsun.

Munis Faik OZANSOY

Devamını Oku

İngiltere İçin Yazgısı Baştan Belli Olan Cephe: Çanakkale Cephesi

İngiltere İçin Yazgısı Baştan Belli Olan Cephe: Çanakkale Cephesi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Çanakkale Cephesi’ndeki savaş dört aşamada gerçekleşti: Birinci aşama, İngiliz ve Fransız muharebe gemilerinin 19 Şubat’ta başlayıp 18 Mart’ta sona eren başarısız bir deniz harekâtıyla Çanakkale Boğazı’nı geçme denemesiydi. İkinci aşama, İngiliz kuvvetlerinin Seddülbahir’e, Fransız birliklerinin Kumkale’ye, Avustralya ve Yeni Zelanda (ANZAK) Kolordusu’nun da Arıburnu adıyla tanınan Kabatepe’nin kuzeyine yaptığı 25 Nisan çıkarmasıydı. Ancak Seddülbahir’e çıkan İngiliz kuvvetleri birinci günün hedefi olan Alçıtepe’yi ve Kirte köyünü ele geçirememişti. Arıburnu’nda ise durum daha da vahimdi; arazinin sarp yapısından ve son derece iyi savunulmasından dolayı hiçbir ilerleme kaydedilmemiş, birlikler dar yarlara sıkışıp kalmıştı. Üçüncü aşamada, İngilizler 6 Ağustos 1915 günü Arıburnu’nun hemen kuzeyindeki Anafartalar’a çıkarma yaparken aynı anda Seddülbahir ve Arıburnu’nda taarruza geçti. Bu harekât neredeyse başarılı oluyordu, ancak kısa bir süre sonra kilitlenerek durağan bir siper savaşına dönüştü. Dördüncü aşama, yani çekilme aşaması yarımadanın tahliyesine sahne oldu. 19/20 Aralık 1915 geceleri Arıburnu ve Anafartalar, 8/9 Ocak 1916 günleri de Seddülbahir boşaltıldı.

25 Kasım’da yapılan Savaş Konsey’in ilk toplantısında Churchill, ilk defa Çanakkale Boğazı’na kara ve deniz kuvvetleri tarafından ortak bir harekât yapılması fikrini ortaya attı. Churchill’e göre Mısır’ı savunmanın en iyi yolu Osmanlı Devleti’ni hayati bir bölgede tehdit etmekti. Fakat Churchill’in bu düşüncesi Konsey tarafından kabul görmedi. Oysa Churchill bu teklifi önemli bir fırsat olarak düşünmüştü. Çünkü bu dönemde Gelibolu Yarımadası’ndaki Türk askeri varlığı oldukça zayıftı.

Churchill’e göre Osmanlı Devleti üzerinde sağlanacak bir üstünlük Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakacak ve İngiltere’yi hem Mısır’ın hem de Hindistan’ın güvenliği konusunda rahatlatacaktı. Ayrıca Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) savaş gemilerinin etkisiz hale getirilmesi ile Doğu Akdeniz’de İtilaf devletleri rakipsiz kalacaklardı. Fakat Churchill’in bu cüretkâr planları Savaş Konseyi tarafından kabul görmedi.

Fakat savaşın gidişatı Churchill’in düşüncesini destekleyecek bir dizi gelişmeyi de beraberinde getirdi. Bu sırada, (2 Ocak 1915’te), Savaş Bakanı Lord Kitchener, Rus Genelkurmay Başkanı Grand Dük Nikola’dan yardım talebi içeren bir telgraf aldı. Grand Dük Nikola, Rus ordusunun Kafkasya’da başlayan Osmanlı ileri harekâtı karşısında zayıf konumda bulunduğunu belirterek, İngiltere’nin Rusya’nın pozisyonunu rahatlatabilecek ve Türklerin dikkatini Kafkaslardan başka bir yöne çekebilecek gösteri amaçlı da olsa bir kara ya da deniz harekâtı girişiminde bulunup bulunamayacağını sormaktaydı.

Lord Kitchener, baskı altındaki bir müttefiki rahatlatabilecek ama İngiltere’nin Batı cephesindeki savaş gücünü zayıflatmayacak bir güç gösterisi yapılmasını istemekteydi. Bu nedenle de kara gücüne ihtiyaç göstermeyecek bir gösteri harekâtının donanma tarafından yapılmasını hesaplamaktaydı. Fakat Churchill buna karşı çıkmıştı. Ona göre: Çanakkale ancak kara ve deniz ordularının ortak harekâtıyla zorlanabilirdi. Haritaya bakmak bunu anlamak için yeterliydi. Zira donanma kara kuvvetleriyle desteklenmediği takdirde başarısız olacaktı. Lord Kitchener Churchill’e “sen Boğazdan geç, ben adam bulacağım!” demişti.

Bunun üzerine 3 Ocak’ta Churchill Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Carden’e Çanakkale Boğazı’nın yalnızca savaş gemileri ile geçilip geçilemeyeceğini sordu. Amiral Carden, Çanakkale Boğazı’nın sadece savaş gemileri ile geçilmesinin mümkün olamayacağı, bunun ancak çok sayıda ve tipte gemi ile kara birliklerinin katılacağı genişletilmiş bir harekât ile başarılabileceği bildirdi.

Amiral Carden’in Çanakkale planı 4 aşamalıydı. İlk üç aşama Çanakkale Boğazı’ndaki Osmanlı müstahkem mevkilerinin kademeli bombardımanlarla yok edilmesini ve boğazdaki mayınların temizlenmesini, son aşama ise mayın avlama gemilerinin eşlik edeceği filonun boğazı geçerek Marmara Denizi’ne girişini içermekteydi. 12 Ocak’ta Churchill, Amiral Carden’in planına dayanarak Donanma Komutanlığına Çanakkale Harekâtı ile ilgili nihai planların hazırlanmasını ve bu harekât için oluşacak filoya katılacak gücün belirlenmesini emretti. 13 Ocak’ta Savaş Konseyi Churchill’in Çanakkale Harekâtı ile ilgili planını oybirliği ile kabul etti. 15 Ocak’ta Churchill, Amiral Carden’e harekât için hazırlıklara başlamasını emretti.

Oybirliği ile alınmış olmasına rağmen daha başından itibaren hedefsizlik ve anlaşmazlıklar üzerine kurulu olan Çanakkale Harekât planı ile ilgili tartışmalar bitmek bilmemiştir. Gerçekte Çanakkale Harekâtı ile ilgili alınan kararın fazla ayrıntıya girilmeden, acele bir şekilde alındığı bellidir. Henüz Amirallik gerekli planları ve organizasyonları hazırlamamış olduğu gibi karar yalnızca Amiral Carden’in önerisi olan plan üzerinden alınmıştır. Dolayısıyla Çanakkale Harekâtı ile ilgili alınan karar stratejik ve askeri hedefler güden bir yaklaşımdan çok, politik bir karar olarak görülmelidir. Harekât kararının alınması Savaş Konseyi içindeki politik bir çıkmazın çözümlenmesi olarak ortaya çıkmıştır.

Boğaz Muharebesi

28 Ocak’ta yapılan Savaş Konseyi toplantısında Çanakkale Harekâtı kesinleşti. 19 Şubattaki ilk bombardımanın ardından 22 Şubat’ta Donanma Bakanlığı yayınladığı bir bildiri ile Çanakkale Harekâtı’nın başladığını açıkladı. 25 Şubat’ta saldırı yeniden başladığında Londra’da zaferinin kaçınılmaz olduğu düşünülüyordu. Bab-ı Ali (Osmanlı Hükümeti) umutsuzdu, İstanbul halkı kentin bir iki gün içinde düşeceğine inanmaya başlamıştı. Hatta Atina, Bükreş ve Sofya’daki politikacılar bile İtilaf Devletleri’ne yanaşmaya başlamıştı.

Grip olmasına rağmen Churchill zafer kokusu almıştı ve sevinç içindeydi. Başbakan’ın kızı Violet Asquith’e şu itirafta bulunuyordu: “Bu kadar mutlu olduğum için lanete uğrayabilirim. Bu savaşın her an binlerce kişinin yaşamına mal olduğunu biliyorum ama yine de, elimde değil, yaşadığım her andan zevk alıyorum.”[i]

Londra, Çanakkale’de beklediği zaferin politik sonuçlarıyla uğraşmaya başladıysa da, savaş alanında donanma o kadar hızlı ilerlemiyordu. Hava koşulları gemilerin tüm ateş güçlerini kullanmalarını engellemekteydi. 13 Mart’ta Churchill’e gönderdiği telgrafta Amiral Carden, herhangi bir kayıp verilmediyse de mayın tarama işinin ağır Türk ateşi altında tatmin edici bir şekilde yürütülemediğini bildiriyordu.

Sorunun bir kısmı mayın tarama gemilerinin mürettebatının, ateş altında çalışmak istemeyen sivillerden oluşmasıydı. Ancak asıl sorun Amiral Carden’in korkmaya başlamış olmasıydı. Amiral huzursuzdu ne uyku uyuyor ne de yemek yiyebiliyordu. Gemi ve insan kaybı yoktu, ancak gerilime daha fazla dayanamadı ve sinirleri bozuldu. Boğaz savaşının başlayacağı gece, yardımcısına, daha fazla devam edemeyeceği söyledi ve Churchill’den affını istedi. Churchill, hemen Amiral Carden’in yerine yardımcısı Amiral John de Robeck’i atadı ve Amiral de Robeck, 18 Mart sabahı saat 10.45’te büyük saldırıyı başlattı.

Londra sevinçli, İstanbul kaygılı, Çanakkale’deki İngiliz Komutanlığı ise mutsuz ve umutsuz idi. 18 Mart’ta patlayan mayınlar yüzünden uğradığı can ve gemi kaybı Amiral de Robeck’i çok üzmüştü. Bir rapora göre, 18 Mart akşamı günün savaş sonuçları geldiğinde, Amiral de Robeck, “Artık işim bitti sanırım”[ii] demişti. 22 Mart’ta Churchill’e bir telgraf çekip ordunun savaşa girmesi gerektiğini söyledi.

23 Mart’ta Savaş Konseyi, Amiral de Robeck’in raporunu kabul etti. Churchill dehşet içindeydi. Kendisi donanmanın tekrar saldırmasını istiyordu. Türkiye’nin elindeki cephanenin yetersiz olduğunu düşünen Churchill, donanmanın seferden çekilmesi kararına şiddetle karşı çıktı. Ancak Başbakan Asquith Churchill’e onay vermedi.

Zaferden sadece birkaç saat uzakta olan Churchill için zaferin bu kadar yakın olması (eliyle tutacak kadar yaklaşmış olması) kendisine tüm yaşamı boyunca azap verecekti. Parmakları arasından kaçan şey sadece kişisel bir zafer değildi. İçinde büyüdüğü dünyayı kurtarmak için (kurulu monarşilerin ve imparatorlukların tanıdık, geleneksel Avrupa’sının hala yaşıyor olduğu bir zamanda savaşı kazanmak için) son şansıydı.

Bu ayrıca İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Ortadoğu’daki hedeflerine kolaylıkla ulaşması için de kaybedilmiş son şanstı. Bölgede 19. yüzyıl hedeflerinin peşinde koşmaya devam edeceklerse de bundan sonra bunu 20. yüzyılın dostça olmayan ortamı içinde yapacaklardı. “Avrupa’nın hasta adamı” denilen ve ölüme mahkûm edilmiş olan Osmanlı Devleti en son anda hiç beklenmedik bir direniş göstermişti.

Şubat 1915’te Sir Mark Sykes Churchill’e yazdığı bir mektupta bu noktaya işaret etmişti: Beklenmedik saldırılarla şaşırtılabilen “Türkler, düşünecek zaman bırakıldığında her zaman heybetlileşirler.”[iii] İşte o zaman 18 Mart’tan 25 Nisan’a kadar geçen yaklaşık bir aylık zamandı. Kara savaşlarına hazırlık bakımından bu zamanı Türk ordusu çok iyi değerlendirmişti.

Hazırlık bombardımanlarının yapıldığı Şubat ayında Boğazda sadece iki Türk tümeni vardı. Deniz taarruzu başladığında bu miktar dörde çıkarılmış ve nihayet Sir Ian Hamilton çıkarma harekâtına başladığında altı tümene çıkmıştı. Oysa Ian Hamilton’ın çıkarma için elinde sadece dört İngiliz ve bir Fransız tümeni vardı. İngiliz hükümeti Temmuz ayında beş tümen daha göndermeye karar verdiğinde Türk kuvveti de artmış ve on beş tümene yükselmişti.

Öyle ya da böyle değişmeyen bir gerçek var; o da 18 Mart 1915’te İngiliz-Fransız Büyük Armadası Çanakkale Boğazı’nı geçemedi. Daha da önemlisi, denizden geçemeyeceklerini anlayan İngilizler, kara harekâtına karar verdiler ancak bu kez de karşılarında Mustafa Kemal gibi bir askeri dehayı buldular.

Kara Muharebeleri

Kara Savaşları Sir Ian Hamilton için 12 Mart 1915 sabahı Lord Kitchener kendisini beklenmedik bir şekilde Donanma Bakanlığı’na çağırıp herhangi bir açıklama yapmadan komutayı verdiğinde başlamıştı. Bundan sonra Hamilton yanlış ve eski bir haritayla kendisine yol gösterecek başka bir şey olmadan savaş yerine gönderildi. Gelibolu Yarımadası’nı ilk gördüğünde, “Yarımada Lord Kitchener’in küçük haritasında olduğundan daha çetin bir cevize benziyor” demişti.[iv]

İngiliz orduları 25 Nisan 1915 sabahı şafak sökerken Gelibolu Yarımadası’nın birbiriyle bağlantısı olmayan altı kumsalına çıktı. Düşman saldırısının ne zaman başlayacağını bilen ama nerede başlayacağını bilmeyen Türkler bir sürprizle karşı karşıya kalmışlardı ve o gün yenilgiye uğrayabilirlerdi.

Çıkarmanın kuzey ucunda olan Arıburnu, oraya çıkan Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler için de tam bir sürpriz olmuştu. Donanma onları yanlış kumsala çıkartmıştı. Dik yamaçları tırmanınca karşılaştıkları Türk askerleri kaçtılarsa da komutanları Mustafa Kemal, askerleri yeniden topladı. Savaş bütün gün sürdü. Her iki tarafın da üstünlüğü ele geçirdikleri pek çok durum ortaya çıktı. Ancak sonunda Türkler ANZAK birliklerini geri püskürttü.

Gelibolu’nun ucunda diğer birlikler S, V, W, X ve Y kod adlı kumsallara çıkmışlardı. Bu beş sahile yapılan çıkarmalar esas olarak sekiz kilometreden az büyükçe bir çevrede meydana gelen tek bir harekâtın parçalarıydı.

Y’de Türkler yoktu ve birlikler kumsala hâkim olan tepeye çıktılar, ancak ilerlemeye devam edecekleri yerde, komutanın kimde olduğu kargaşası nedeniyle oldukları yerde kaldılar. X’te küçük bir direnişle karşılaşan birlikler de çıktıkları tepede durakladılar. S’de çıkartma birlikleri fazla bir direnişle karşılaşmadılar, ancak onlar da hâkim tepeye çıkmadan kumsalda kamp kurdular.

İngilizler donanmanın destek ateşine aşırı bel bağladığından, ana çıkarma noktası olarak W ve V sahillerini seçmişlerdi. İngiliz donanmasının bu iki sahile aşırı yoğunlaşması, Türklerin doğru bir şekilde ana hedefin bu sahiller olduğu sonucunu çıkarmasına neden olmuştu. Direnişin hiç olmadığı veya zayıf olduğu sahillerin aksine bu iki sahilde karşılaşılan direniş İngiliz birliklerinin moralini bozmuş, cesaretlerini kırmıştır.

Arıburnu’nda ise tüm olumsuzluklara rağmen çıkarma başarıyla gerçekleşmişti. Ancak diğer çıkarma bölgelerinde olduğu gibi birliklerin ilerleme yerine sahilde beklemesi zaferin elden kaçmasına neden olmuştu. Seçilen beş sahilden üçü gün ağardıktan hemen sonra ele geçirilmişti. Dördüncüsü direnişle karşılaşılmadan alınmıştı. Türkler gün boyunca, kıyıdaki on iki İngiliz taburunun karşısına ancak iki tabur asker çıkarabilmişti. Ama buna rağmen İngiliz birlikleri akşam olduğunda sahillerde sıkışıp kalmıştı.

Topların yatık mermi yollu olması ve kıyı gözlemcilerinin bulunmaması sebebiyle donanmanın ateşi etkili olmamıştı. İngilizlerin başarısını etkilen diğer bir önemli etken de ağır topların karaya zamanında çıkarılamamasıydı. 25 Nisan gecesi sahilde sadece dört sahra topu, dört dağ topu ve iki obüs bulunmaktaydı. Buna karşılık Türklerin elinde ise sadece bir batarya sahra topu vardı.

Müttefik kuvvetler o gün sayısal bakımdan üstündü ve bölgedeki küçük Türk garnizonunu imha edebilirlerdi. Ancak 26 Nisan’da yani ikinci gün durum değişmişti. Türk yedekleri gelmeye başladı. Bir anlamda artık her şey sona ermişti. Müttefik güçler için artık Gelibolu’da ucuz bir zafer söz konusu değildi.

ANZAK birlikleri komutanı General Birdwood geri çekilmeyi önerdiğinde Hamilton siper kazılmasını emretti. Hamilton böylece farkında olmadan, başında bulunduğu sefer gücünü yenilgiye sürüklemiş oldu. Zira siper kazmak durumu olduğu gibi sürdürme sonucunu doğuracaktı. Gerçekten de sabit mevzilere karşı yapılan kanlı ve sonuçsuz saldırılarla Gelibolu, batı cephesindeki siper savaşının uzun bir tekrarı olacaktı.

Hamilton, 6 Ağustos’ta Anafartalar bölgesine bir baskın gerçekleştirdi. Fakat ilk taarruz başarısız oldu. İkinci hücum ise birliklerin tecrübesizliği ve daha da önemlisi bölgede bulunan komutanların beceriksizliği ve hareketsiz kalmaları yüzünden fırsattan yararlanamadı. İngiliz çıkarma planı Nisan taarruzundan çıkarılan derslere göre hazırlanmış oldukça detaylı bir plandı. Fakat hatalı koordinasyon ve berbat bir liderlikle boşa çıkarılan muhteşem bir kurmay çalışmasının çarpıcı bir örneğiydi.

Anafartalar taarruzu ya da Ağustos taarruzu Çanakkale Savaşı’nın en büyük muharebesiydi. Zira bu taarruz, liderliğin planlamadan daha önemli olduğunun anıtsal bir örneğidir. Burada, General Hamilton gibi millerce uzakta bir adada bekleyen bir komutan değil, işinin başında duran bir komutan görmekteyiz.

Napolyon’un “Savaşta çok asker hiçbir şey, bir asker her şey demektir”[v] sözündeki o asker (komutan) burada (Anafartalar’da) Mustafa Kemal’di. Bir tarafta enerjik bir hareket, diğer tarafta aşırı bir acziyet hali vardı. İngilizlerin aşırı yavaş davranması, enerji ve liderlik eksikliği çok iyi görülmekteydi. Türkleri takip etmek, hatta teması korumak için hiçbir çaba göstermediler.

Anafartalar’da Türk Ordusu İngiliz Ordusu’nu değil, Mustafa Kemal Hamilton’u yenmiştir. Bu iki komutan yer değiştirmiş olsaydı, çıkarma şimdiki gibi kederli bir bozgun değil, büyük bir başarı örneği olurdu.

Hamilton askerlerini, Türklerle sonuçsuz bir savaşa sokacak biçimde mevzilendirmişti. Türkler siperlerini hâkim tepelerde kazarlarken İngiliz komutanları askerlerine kumsallarda mevzilenme emri verdi. Müttefik güçleri deniz kıyısında bir var olma savaşı vermeye başlamışlardı. Yaşanan liderlik eksikliği bütün planı alt üst etmiş ve felakete uğratmıştır.

Her ne kadar komutanları sömürge savaşlarında küçük birlikleri sevk ve idare etmekte kabiliyetli olsa da büyük savaşlarda büyük birlikleri sevk ve idare etmek için yeterince hazırlıklı olmamasıydı. Ve Çanakkale’de İngiliz planının nihai kusuru cesaret noksanlığı değilse de aşırı özgüvendi.

25 Nisan’da hızlı, baskın tarzında düşünülen çıkarma harekâtı gerçekleşmemiş, siper savaşının getirdiği kilitlenmeyle, sekiz ay süren uzun ve şiddetli bir mücadeleye dönüştü. Çarpışan ordular, sonunda İtilaf kuvvetlerinin yenilgisiyle sonuçlanan bu süreçte ağır kayıplar verdi.

Tarihin En Başarılı Geri Çekilme Harekâtı: Gelibolu’yu Boşaltmak

Savaş Konseyi üyelerinden pek çoğu, çok geçmeden tek çözümün siperleri boşaltmak olduğuna inandılar, ancak Churchill ile Kitchener buna karşı direndiler. Churchill, yenilgiyi asla kabul edemeyeceği için, Kitchener ise İngiliz ordusunun bir Ortadoğu ordusu tarafından yenilgiye uğratılmasının felaket olacağına inandığı için.

Churchill hem Çanakkale savaşını başlatan hem de İngiltere’yi o savaşta yenilgi üstüne yenilgiye uğratan insan olarak görülüyordu. Boğaz Savaşı Nisan’dan sonra Donanma Bakanlığı’nın operasyonu olmaktan çıktıysa da, devam eden kayıplardan ve Gelibolu’da umutsuzca süren savaştan Churchill sorumlu tutuluyordu. Kitchener öylesine saygındı ki, basın, kamuoyu ve parlamento yapılan budalaca yanlışlıklardan onun sorumlu olduğunu kabul edemiyordu.

Donanmayı Gelibolu saldırısına tek başına gönderme planının Lord Kitchener’e ait olduğu, Savaş Konseyi dışında pek bilinmiyordu. Karar için Churchill suçlandı. Gelibolu’daki subaylar da daha önceki deniz saldırısının Churchill’in bir gösteriş hamlesi olduğunu düşünüyordu.

Churchill’e her yandan hakaret yağıyor, politik durumu giderek kötüleşiyordu. 14 Mayıs’ta Churchill ile İngiltere’nin en büyük denizcisi, Donanma Komutanı, Lord Fisher arasındaki bir tartışma olayları kopma noktasına getirdi. Churchill, Donanma Bakanlığı’ndan alındı ve kendisine yetkileri sınırlı bir devlet bakanlığı verildi.

Churchill’in eşi, yıllar sonra Lloyd George’dan “Galli hilekâr”, Churchill’in mesleğini yıkmış olan bir Yehuda olarak söz etmiştir. Churchill’in kuzeni Marlborough Dükü de 24 Mayıs’ta gönderdiği bir notta, “Lloyd George senin canına okudu” diyordu.[vi] Churchill’in kendi sözleri ise şöyleydi: “Politik bir entrikanın kurbanı oldum. İşim bitti artık!”

Lloyd George ise Çanakkale Savaşı’nı hep Churchill’in suçu olarak görmüştür. Churchill’in Bakanlıktan ayrılmak zorunda olduğu ortaya çıkınca şöyle demişti: “Bu, savaşı yıllardır sürdüren bir insana İntikam Tanrıçasının verdiği yanıttır. Savaş geldiğinde bunu kendisi için bir büyüklük fırsatı olarak gördü ve binlerce kişiye getireceği güçlük ve sefalete hiç aldırış etmeden riskli bir sefere girişti.”

Yeni hükümetin önündeki acil askeri sorun Çanakkale seferi konusunda ne yapılacağıydı. Savaş Konseyi, Çanakkale Komitesi adını alarak konuyu görüşmek üzere ilk toplantısını 7 Haziran 1915’te yaptı. Muhafazakâr Parti Lideri Bonar Law ya seferden vazgeçilmesi ya da zaferi garanti etmek için Gelibolu’ya yeterli destek gönderilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak Kitchener Türklerin Gelibolu’da kaç askeri olduğunu bilmediği gibi kazanmak için ne kadar İngiliz askerine gerek olduğunu da bilmiyordu.

Yapılması gerekenler konusundaki konuşmalar sonbaharın sonlarına kadar sürdü. Kabine’nin görüşü Gelibolu’dan çekilme yönündeydi; çünkü Kitchener başarı vaat eden bir alternatif önerememişti. Durumu sona erdirmek istemesine karşın, çekilmenin “İmparatorluk tarihinin en feci olayı olacağını” düşünüyordu.[ix]

Kabine, Kitchener’in onayı olmadan ve savaş alanındaki Hamilton da umutlu kaldıkça, Gelibolu’dan çekilme emrini vermekte istekli değildi. Oysa Gelibolu kıyılarında durum umutsuzdu. Sonunda Hamilton görevden alındı. Yeni İngiliz komutanı durumun umutsuz olduğunu hemen gördü ve derhal çekilmeyi önerdi. Ancak sorun her zaman olduğu gibi Lord Kitchener’di. Gerçekten de Kitchener gidip de savaş alanını kendi gözüyle görünce Gelibolu’dan çekilmek gerektiğini kabul etmek zorunda kaldı. Ve 1916 yılı başında seferin en başarılı operasyonu olan boşaltma işleri gerçekleştirildi. Geri çekilme emri, Arıburnu ve Anafartalar’da 19/20 Aralık 1915 gecesi ve Seddülbahir’de 8/9 Ocak 1916 gecesi yerine getirildi.

Sonuç

Çanakkale, İngiltere için yazgısı baştan belli olan bir cepheydi. Çünkü hiçbir rasyonaliteye dayanmıyordu. Daha çok duygulara hitap eden bir cepheydi. Çanakkale harekâtı, gerekli strateji ve taktikler profesyonelce değerlendirilerek değil, daha ziyade arzu giderme dürtüsüyle girişilen bir harekâttı. Peter Hart’a göre Çanakkale harekâtı kötü şans ve yetersiz komutanların mahvettiği parlak bir fikir değil, asla başarılı olamayacak bir karmaşalar dizisiydi. Çanakkale harekâtına ilişkin düzgün bir kurmay değerlendirmesi yapılmış olsaydı harekât başlatılmazdı bile.

Yine Peter Hart’a göre[x], Çanakkale’ye yönelik İngiliz tutumu, romantik klasisizm süzgecinden geçmiş bir hüsnü kuruntu yaklaşımıydı. İngilizlerin aksine Fransızlar, akıbeti belli Çanakkale harekâtını her zaman önemsiz göstermeye çalıştılar. Çanakkale, sonunda Batı Cephesinde karar verilecek küresel bir çatışmada yalnızca küçük bir cepheydi, birçok cepheden sadece biriydi. Savaşın kaderinin belirleneceği ve Alman ordusunun yenileceği yer Batı Cephesiydi.

Harekât boyunca İngilizler Türklerin sayısal gücünü abartırken, aynı zamanda Türk askerinin kolektif askeri becerisini ve kararlılığını küçümsediler. Başarısızlığın kanıtları yığılınca, geleneksel tepki herkesi suçlamak oldu. Benim dışımda herkes hatalı havası oluştu. Oysa Çanakkale’de komuta kademesinin her düzeyinde hatalar yapıldığı inkâr edilemez. Operasyon planlaması acınacak durumdaydı. Komuta ve kurmaylık düzeyindeki bu askeri yetersizlik ve amatörlük ölüme mahkûmdu.

Peter Hart’a göre Çanakkale amacına ulaşamayacak bir çılgınlık, sersemce düşüncenin ürettiği bir ahmaklıktı. 1915’te İngilizler kolay yoldan zafere ulaşmayı amaçlayan bir dizi askeri maceraya giriştiler. Bu maceralardan en fazla yenilgiye mahkûm olanı, en yersizi Gelibolu Yarımadası’na yapılan saldırıydı.

Sonuç olarak, gerçekçi hedeflerden yoksunluk, tutarlı plandan yoksunluk, deneyimsiz birlik kullanma, haritaları ve istihbaratı anlayamama ya da yeterince anlatamama, yetersiz topçu desteği, yetersiz lojistik ve tıbbi düzenlemeler, düşmanın küçümsenmesi, kolayca kopan iletişim, yetersiz yerel komutanlar ve üstüne üstük, acımasız yenilgiye yol açan yersiz özgüven bolluğu İngilizleri Çanakkale’de hezimete götürmüştür.

Ancak Gelibolu, 20. yüzyılın en önemli iki şahsiyeti için kader anı olmuştur: Donanma Bakanı Winston Churchill ve o sırada Türk ordusunda bir subay olan Mustafa Kemal. Churchill şansını çok fazla zorladı ve sonunda stratejik yetersizliğinin korkunç sonuçlarından ötürü saygınlığını yitirdi. Mustafa Kemal için Gelibolu bir fırsattı. Savaş sonrasında Atatürk olarak Türkiye’nin başına geçmesini olanaklı kılacak askeri becerilerini ve liderlik üslubunu Çanakkale’de göstermişti.

İtilaf Devletleri 25 Nisan 1915’te yaptıkları sürpriz saldırıyla kolay ve kansız bir zafer kazanabilirlerdi; ancak 259 gün sonra (8,5 ay sonra) Çanakkale’nin kana bulanmış kumsallarından yenilgiyle çekilirken, tarihin en pahalı askeri çatışmalarından birini kaybettikleri ortaya çıktı. Her iki yanda yarım milyon asker savaşmıştı ver her iki taraf da çeyrek milyon kayıp vermişti. Bu durum aynı zamanda geleceğin de bir habercisiydi; geri kalmış sanılan bir Asya ordusu modern bir Avrupa ordusunu yenmişti. Mustafa Kemal savaşın dehası olacak, taktik durumu ve geleceği görebilen bir komutan olduğunu kanıtlayacaktı.

İngilizler çıkarmanın ve ikmal işlerinin küçük ayrıntıları içinde öyle sersemlemişlerdi ki, karaya çıktıktan sonra harekete geçmek yerine altın değerindeki dakikaları hatta günleri boşa harcamışlardı. Basil Liddell Hart’a göre taarruzu, direnişten ziyade yorgunluk başarısızlığa uğratmıştı. Yorgunluk ve uykusuzluktan bitkin düşen birlikler, taarruzu idame ettirecek enerjiye sahip değildi. Birlikler karaya çıktıktan sonra ziyan edilen zaman ve kaçırılan fırsatlar, halkın Çanakkale Savaşları hakkındaki romantik tutumu nedeniyle görülememişti. Kaybedilen fırsat yeniden elde edilebilir miydi? Bu soruya tarihin cevabı “evet” idi.

Kaybedilen zamanın ve kaçırılan fırsatların farkına varan tek adam, açıkta demirlemiş bir gemide bulunan General Hamilton’dı. Ancak Hamilton çıkarmanın harekât yetkisini 29. Tümen komutanı Hunter-Weston’a devretmiş ve yetkisinde hiçbir ihtiyat bırakmamıştı. Dolayısıyla Hunter-Weston’a tavsiye niteliği dışında müdahalede isteksiz olması bir bakıma doğaldı.

Almanlara göre İngilizler başarılarından azami ölçüde yararlanma yeteneğinden yoksundu. Taktik çatışmalar sırasında doğru anları çoğunlukla kaçırırken muharebede yakaladıkları fırsatları da değerlendiremediler. Bunun nedenleri uyguladıkları yöntemelerdi. İngiliz emirleri olağanüstü küçük ayrıntılara kadar inmekteydi. Her şey önceden dikkatli şekilde düşünülmüş, süreler önceden belirlenmiş, düşman hattına ulaşılan ana kadar kontrol altında tutulmuştu. Alt düzey komutanlar muharebe sırasında verilen emirlerin dışına kesinlikle çıkmadılar. Bu yüzden anlık istihbaratın yarattığı fırsatları kaçırdılar, savaşın bütün yöntemlerini, yollarını ve kurallarını bilinçli bir şekilde kenara ittiler. Oysa zafer, ancak enerjik bir şekilde ileri atılmakla kazanılabilirdi.

Nihayet gerek taarruz gerekse savunmada, kritik mevkilerde seçilmiş subayların kullanılması büyük önem taşımaktadır. Anafartalar’da Türk Ordusu İngiliz Ordusu’nu değil, Mustafa Kemal Hamilton’u yenmiştir. Bu iki komutan yer değiştirmiş olsaydı, çıkarma şimdiki gibi kederli bir bozgun değil, büyük bir başarı örneği olurdu.

Türkiye ise, Çanakkale Savaşları sonunda artık yıldızı sönmeye başlayan Enver Paşa yerine Mustafa Kemal’in doğuşuna tanık oluyordu. Bu büyük komutan kısa bir süre sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak ve Çanakkale’nin “Sarı Paşası” Türk halkının gönlünde ve gözünde “Kurtarıcısı” olacaktı.

Çanakkale Zaferimizin 110. yıldönümü kutlu olsun… Şehitlerimizin ruhu şad olsun.

 

 

Devamını Oku