21 Aralık 2024 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.
13 Aralık 2024 Cuma
Gümrükten Eşya İthalatında TSE Sonucunu Etkileyecek İşlemler
Ortadoğu'da bahar yaşanacak mı?
Rusya'nın saldırısı meşru mu?
Merkez Bankası'nın Faiz Kararı Ne Olacak?
Gıda atıklarından gübre nasıl üretiliyor?
Enflasyon %20’li Düzeylere İner mi?
Ya da resmi adıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP)
BOP ya da GOP ne fark eder, sonuç olarak her ikisinin de amacı aynıdır. Bu projeyi hazırlayanlar Ortadoğu ile yetinmemiş olacaklar ki genişletmişler ve yanına da Kuzey Afrika’yı eklemişler.
Ortadoğu neresidir?
“Ortadoğu” (Middle East) kelimesi ilk olarak 1902’de Londra’da yayınlanan bir dergide (National Review) kullanılmıştır. Kelimesinin “mucidi” Amerikalı bir deniz subayı ve öğretim üyesi olan Alfred Thayer Mahan’dır. Mahan, denizlere hâkim olan gücün dünyaya da hâkim olacağı kuramının sahibidir.
Mahan’a göre Hindistan ve Uzak Doğu’nun güvenliğini koruması gereken İngiltere’nin bu bölgelere giden yolu da koruması gerekirdi. Bu da Basra Körfezinin korunması anlamına gelmekteydi. Zira Basra Körfezi, Süveyş Kanalından sonra Hindistan’a giden yolda en önemli “atlama taşı” idi. Yani Mahan’a göre “Ortadoğu” Basra Körfezi ve çevresiydi.
Ancak Mahan’ın bu kavramı yoğun ilgi görmüş ve zaman içinde sınırları da genişlemiştir. Zamanla Ortadoğu kavramından Mısır ile Hindistan arasındaki bölge anlaşılır olmuştur.
Anadolu, Balkanlar, Mezopotamya veya Kafkasya gibi isimlerle kıyaslandığında “Ortadoğu’nun” yapay, üretilmiş ve hatta icat edilmiş bir kavram olduğu söylenebilir. Ve her icat gibi, bu icattan da beklentiler vardır. Bu açıdan bakıldığında “Ortadoğu” denen bölge aslında önce İngiliz, ardından da Amerikan “çıkar bölgesi” anlamına gelir.
Bunun dışında coğrafi veya siyasi kendisinden kaynaklanan ayırıcı bir özelliği yoktur. “Bölge” dışı bir gücün, kendi çıkarları için önemsediği bir toprak parçasına ad ve görev vermesidir.
Dolayısıyla, gerçekte “Ortadoğu” diye bir bölge yoktur. Ortadoğu ne Doğu’nun ortasıdır, ne de homojen özellikleri olan bir bölgenin adıdır. Ortadoğu bir “çıkar bölgesine” verilen bir addır ve doymak bilmeyen bir iştahı anlatmaktadır. İştahlar arttıkça bölgenin sınırları da genişlemektedir. Kısaca “Ortadoğu” bir İngiliz-Amerikan icadı ve çıkar bölgesidir.
Ortadoğu, Güneybatı Asya’da tarihsel ve kültürel yakınlığı olan ülkelerin oluşturduğu bölgedir. Yani Arap yarımadasındaki ülkeler ile Arap olmayan üç ülkenin (İran, Türkiye ve İsrail) oluşturduğu alandır. Bir de buna Mısır’ı eklemek gerekir.
Ancak tüm bunlara rağmen “Ortadoğu” kavramı artık tüm dünyada hatta bölge ülkeleri tarafından da tercih edilen bir kavram olmuştur. Ancak yine sınırları konusunda bir belirsizliğin olduğu da açıktır. Bu da bu kavramı kullananların kapsamı istedikleri gibi dar veya geniş tutmalarına imkân vermektedir.
Bir de “Yakın Doğu-Near East” kavramı vardır. Fransızların icat ettiği bu kavram Osmanlı’nın başladığı yerde yani Viyana’nın doğusunda başlar, fakat nerede bittiği tam olarak belirlenmemişti. Balkanlar Osmanlı’nın elinden yani doğunun kapsamından çıkınca “Yakındoğu” kavramı anlam ve önemini kaybetmiştir.
Çin ve Japonya gibi bölgelerin “Uzak Doğu-Far East” olduğu konusunda ise uluslararası bir mutabakat vardı. Doğu Akdeniz kıyılarını tarif etmek için güneşin doğduğu yer anlamında bir de “Levant” kavramı kullanılmıştır.
Tüm bu kavramlar genelde Avrupa özelde de Londra merkez kabul edilerek oluşturulmuştu. Bu bakış Avrupa’yı dünyanın merkezi kabul eden ve dünyanın diğer bölgelerini bu merkeze olan uzaklıklarına göre “yakın”, “orta” ve “uzak” şeklinde kategorize eden bakıştır. Ayrıca bu kavramlaştırma sadece coğrafi tanımlama değil aynı zamanda kültürel ve dini motiflerle beslenen ve farklı olan “ötekini” ifade eden bir kavramlaştırma idi.
Aslında insanların kendi bulundukları yeri merkez kabul ederek diğer yerleri bu merkez kabul ettikleri yere göre adlandırmaları sadece Avrupa’ya özgü değildi. Mesela Osmanlılar Batı dünyası için coğrafi adlandırmadan çok etnik vurguyu öne alan “Frengistan” kavramını kullanmışlardır.
Peki, Büyük veya Genişletilmiş Ortadoğu neresidir?
BOP’un eylem alanı olarak resmen ilan edilen net sınırlar söz konusu değildir. Her an yeni ülkelerin kapsam içine alınabilmesi için ”açık kapı” bırakılmaktadır. Bununla birlikte, özellikle ABD kaynakları 27 ülkenin ilk planda BOP çerçevesinde değerlendirildiğini vurgulamaktadırlar.
Bu ülkeler şunlardır: ”Afganistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Cibuti, Fas, Filistin Özerk Yönetimi, Irak, İran, İsrail, Katar, Kuveyt, Komor Adaları, Lübnan, Libya, Mısır, Moritanya, Pakistan, Somali, Suudi Arabistan, Sudan, Suriye, Tunus, Türkiye, Umman, Ürdün ve Yemen.” Genişleme halinde, bu alana Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetleri ile Endonezya ve Malezya’nın da dâhil edilebileceği belirtilmektedir.
Batıda Atlas Okyanusu kıyılarından (Fas, Moritanya) doğuda Pakistan’a, (hatta Bangladeş, Endonezya ve Malezya’ya) kuzeyde Çeçenistan’a, güneyde ise Yemen ve Somali’ye kadar uzanan bir coğrafyadır. Genelde 22 İslam ülkesini kapsamaktadır.
Kesin sınırları tartışmalı olan bölgede 700 milyondan fazla insan yaşamakta, 12 milyon km2’lik bir alanı kapsamaktadır. Projeye dâhil olan ülkeler başlıca beş gruptan oluşmaktadır.
Bölgenin sergilediği genel tablo; yoksulluk, geri kalmışlık, olmayan bir büyüme hızı, hızlı nüfus artışı, göç, anti-demokratik yönetimler, terör, anlaşmazlık ve çatışmalardır.
Büyük Ortadoğu Projesi ise, Amerika’nın bu coğrafyada yer alan ülkelere yönelik geliştirdiği siyasi, iktisadi, askeri ve sosyo-kültürel boyutlar içeren uzun vadeli ve kapsamlı bir dönüşüm projesidir. Kısaca bu proje “İslam Coğrafyası” dönüşüm projesidir.
Her değişim, dönüşüm, yenilik maalesef iyi ve güzel de olmuyor. Her şeyin başına “yeni” veya “büyük” kelimesi koymakla maalesef ne “yeni” ne de “büyük” olunuyor. Ortaya eskisinden daha kötü, adına “ucube” diyebileceğimiz siyasi yapılar ortaya çıkabiliyor.
BOP, ABD’nin 1997’de oluşturduğu “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin” bir alt unsurudur. ABD Kongresinin 1957’de kabul ettiği “Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” başlığını taşıyan ve Eisenhower Doktrini olarak anılan kararın adeta bugünkü versiyonudur.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından ABD’nin 1990’ların başında oluşturmaya başladığı BOP’un varlığından bölge ülkeleri ancak yıllar sonra haberdar olmuşlardır. Soğuk Savaş sonrası dönemde bu geniş coğrafyada ABD’nin yürüttüğü askeri operasyonlar, dayattığı siyasi ve sosyo-ekonomik çözümler hep bu projenin birer parçaları durumunda olmuştur.
“Genişletilmiş Ortadoğu” olarak sunulan bölge birbirinden oldukça farklı bölgelerden oluşmaktadır. Ve bölge ülkeleri ve halkları arasındaki ortak yönler sanılanın aksine oldukça azdır.
Bu sözde bölge iki ayrı Okyanus (Hint ve Atlas Okyanusu), altı ayrı deniz (Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi, Karadeniz, Ege Denizi, Hazar Denizi) kıyılarında bulunmaktadır.
Üç ayrı kıtaya (Afrika, Asya ve Avrupa) yayılmıştır. 10 ayrı alt bölgeden (Güney ve Kuzey Kafkasya, Kuzey Afrika, Arabistan, Büyük Filistin ve Suriye, Mezopotamya, Hazar Havzası, Orta Asya (Türkistan), Hint Yarımadası) oluşmaktadır.
Üç tek tanrılı din (Müslümanlık, Hristiyanlık ve Yahudilik) ve neredeyse sayısız mezhebi ve yorumuyla bu bölgede yaşamaktadır.
Batı’da hepsi Arap sansa da bölge başta Türkler, Araplar ve Farsiler (ve de Kürtler) olmak üzere onlarca farklı etnik-dilsel gruptan oluşmaktadır.
Dolayısıyla bu bölge (yani genişletilmiş Ortadoğu denen bölge) yeryüzünde homojenlik açısından bölge olabilecek belki de en son bölgedir. Nitekim Sudan’ın Afrika-Arap kültürü ile Tunus’un Fransız-Afrika-Arap kültürü aynı değildir. Dolayısıyla karşılaştırıldığında bölgedeki ülkelerin aslında ne kadar farklı olduğu kolayca görülecektir. Yani tüm bu ülkeler aynı bölge içinde olamayacak kadar farklıdır. Ama Batı’nın gözünde hepsi aynıdır, yani İslam ülkesidir.
Peki, nedir bu ısrar? Neden herkes bir Büyük Ortadoğu tutturmuş gidiyor? Nereden çıktı bu bölge olmayan bölge?
Büyük Ortadoğu Projesi ile İlgili Düşünceler
Olumlu düşünceler
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygundur. ABD ile hareket ediyoruz. Amacımız İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek.
Olumsuz düşünceler
BOP gibi Türkiye ve bölge hakkında dışarıda hazırlanan projelerin, uygun zaman dilimlerinde bölümler halinde uygulamaya konulduğu ve bölge ülkelerinin adım adım bölünmeye doğru gittiği iddia edilmektedir. Ki biz de bunlardan biriyiz…
BOP’un Amacı
Dünyada ispatlanmış petrol rezervlerinin yüzde 64’ünü içeren Ortadoğu, ABD ve tüm Batı için olağanüstü stratejik bir öneme sahiptir. İddia şu,
Proje, büyük Ortadoğu alanında yer alan halkların son derece kötü koşullarda yaşadığı ve bu durumun mevcut sorunların ortaya çıkışındaki en önemli etken olduğu ve terör ürettiği varsayımına dayanmaktadır.
Bölgede var olan, köktendinci akımlar, terör örgütleri, kitle imha silahları, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı yapan örgütler ve suç şebekeleri, ABD ve Batı çıkarlarına tehditler oluşturmaktadır.
ABD’ye göre, bu unsurların ortaya çıkmasının ve taraftar toplamasının asıl nedeni, bölge ülkelerinin içinde bulundukları olumsuz ekonomik ve sosyal koşullar ile bölgede varlığını sürdüren anti-demokratik rejimlerdir.
Peki, çözüm nedir?
Eğer, ekonomik ve sosyal koşullar düzeltilir ve demokrasiye geçiş sağlanırsa, yönetime katılım olanağı bulan ve refah düzeyi yükselen Ortadoğu halkları, Batı’yı tehdit eden eylemlere destek vermeyecek, köktendinci akımlar zayıflayacak, terör örgütleri çökecek ve ucuz petrolün Batı pazarlarına istikrarlı biçimde aktarılması güvence altına alınacaktır.
İlk kez Ekim 2003’te ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Marc Grosman tarafından, daha sonra 2004 başlangıcında Davos’ta, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından dile getirilen Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları kaba hatlarıyla şöyledir:
2005-2009 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Condoleezza Rice, Washington Post gazetesinin 7.8.2003 tarihli sayısında yayınlanan “Transforming The Middle East–Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazısında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Fas’tan Basra körfezine kadar uzanan coğrafyada 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini vurgulamıştır.
Büyük Ortadoğu Projesi hakkında bazı siyasi ve askeri çevreler projenin temel amaçlarını genelde şu şekilde ifade etmektedirler:
ABD yetkililerinin bu projeyi tanımlaması ise, belirtilen amaçlarla örtüşmekle beraber, daha farklıdır:
Peki, bu iddialar (yani BOP) hangi somut verilere dayandırılmaktadır.
Bu bağlamda, 2002 tarihli BM Arap İnsani Gelişme Raporu’nda sunulan veriler, BOP’a dayanak teşkil etmektedir.
ABD eksenli kapitalist bloğu Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) türünden yeni senaryolara iten 4 temel tehdidin söz konusu olduğu düşünülmektedir.
Bu 4 ana sorun ile BOP arsında iki aşamalı bir ilişki olduğu düşünülmektedir.
Nihai mal ve hizmet satışı, bir yandan da üretim girdisi temini anlamında yeni pazar yaratmak ve de yeni kapitalist dinamik ve varsayımların Çin eksenli coğrafyadan gelişimini önlemek.
Kısaca ana amaç Asya eksenli bir medeniyet başkaldırısının önünü kapatmak.
Projenin iddia edilen asıl amacı ise bölgedeki enerji kaynaklarına el koymaktır. Yani başta petrol olmak üzere doğalgaz ve su gibi temel kaynakların denetim altına alınması, nakil (sevk) yollarının denetlenmesi ve aynı zamanda olası rakip devlet veya devlet gruplarının önünün kesilmesidir. Yani enerji kaynaklarına ulaşımlarını engellemek ve böylece gelişimlerini yavaşlatmaktır.
Başka bir amacı ise küresel sömürü aracı olarak nitelendirilen doların mevcut hegemonyasının devamını sağlamaktır.
Batının ucuz hammadde ihtiyacını karşılama ve ürünlerine pazar oluşturmaktır. ABD ekonomisindeki sıkıntılara çare arayışıdır.
Ve de kendilerince geri kabul ettikleri ulusları “medenileştirmek ve Hristiyanlaştırmak” tır. Yani bir nevi “Sosyal Darwinizm” yapmaktır.
Bu proje ABD’nin küreselleşme sürecinde yeni imparatorluk tasarımıdır. Bu tasarımın içinde barındırdığı ”insan hakları, özgürleşme, demokratikleşme” gibi hedefler sadece bölge halklarını etkilemek için tasarlanmıştır.
BOP, başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkelerin ve çokuluslu şirketlerin ekonomik sıkıntıları aşmak için ”insan hakları, özgürleşme, demokratikleşme” gibi kavramlarla süslenen bir örtüdür.
BOP, silah üreticileri, petrol şirketleri ve finans şirketlerin ortak eseridir
ABD’nin ulusal çıkarı silah üreticisi büyük şirketler, petrol şirketleri ile finansal şirketler arasında yapılan bir işbirliğine dayanmıştır. Yani silah satıcıları-petrol satıcıları koalisyonu yapılmış, finansal şirketler de bu koalisyonda yer bulmuşlardır.
BOP, ABD’nin rakiplerinin petrol kaynaklarını kontrol etmeye yöneliktir
Dünya hâkimiyeti için Avrasya’yı, Avrasya hâkimiyeti için de Büyük Ortadoğu’yu kontrol etmenin zorunluluğunu hisseden ABD, bu yolda stratejik bir madde olan petrol ve ona ulaşım yolları üzerinde egemenlik tesis ederek, rakipleri karşısında stratejik üstünlük sağlamayı amaçlamaktadır.
BOP, Ulus devletlerin tasfiyesini öngörmektedir
Ulus-devletlerin federal devletler haline dönüştürülmesi ve bunların bir federasyon çatısı altında birleştirilmesi, Büyük Ortadoğu Projesinin amaçlarından biridir. ABD bu yapıyla bölgeye barış getireceğini iddia etmektedir.
Küresel Enerji Kaynakları
Ortadoğu küresel enerji kaynaklarının en önemli merkezi ve ihracatçısıdır. Zira 2003 verilerine göre,
Petrol Nakil (Sevk) Yolları
Her gün tüm dünyada tüketilen petrolün % 55’i, yani 43 milyon varil, ithalat ihracat yoluyla el değiştirmektedir. Küresel petrol akımlarının güvenliği, ABD’nin stratejik bir önceliğidir. Günde 35 milyon varil petrol, Süveyş Kanalı, Hürmüz (13 milyon), Malakka (10 milyon), Bab el Mandeb, İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçmektedir.
Bunlara, Kızıldeniz ve Akdeniz’e akan 4 adet petrol boru hattı da eklenmelidir. Suudi Arabistan’ı batıdan doğuya geçip Yambu limanına varan hat, günlük 5 milyon varillik kapasitesiyle en önemli olanıdır. Daha düşük kapasiteli bir diğer hat ise, Irak’tan Ceyhan’a ulaşmaktadır.
2025 yılına gelindiğinde, ABD’de tüketilen petrolün %71’i, Batı Avrupa’dakinin %68’i, Çin’dekinin %73’ü kendi ülkeleri dışından sağlanacaktır.
Enerji gibi yaşamsal bir sektörde oluşan ve gitgide artan bu dışa bağımlılık, Orta Doğu, Afrika, Orta Asya’da, büyük güçler ve petrol şirketlerinin kendi aralarında başlatmış oldukları petrol savaşını ve bölgedeki diğer savaşları da (Irak, Suriye, Libya, Yemen, Afganistan vd.) izah etmektedir.
ABD ekonomistlerinin yaptıkları hesaplamalara göre, küresel petrol ihtiyacı 2030 yılına kadar her yıl (%1,6 oranında) artarak günde 75 milyon varilden 120 milyon varile yükselecektir. ABD 2030 yılında ithal edilecek petrol için yılda 150 milyar dolar ödemek zorunda kalacaktır.
2030 tarihte Çin’in petrol ihtiyacı %500 artacak, AB ülkeleri tükettikleri petrolün %92’sini ithal edecektir.
Dünya nüfusunun %5’ni oluşturmasına rağmen, dünya gelirinin %40’nı kontrol eden ABD için enerji akışının sürekliliğini ve enerji kaynaklarının bulunduğu bölgede istikrar ve güvenliği sağlamayı bir zorunluluk olarak algılanmaktadır.
BOP ve Türkiye
Akademik ve siyasi çevreler Türkiye’nin BOP içerisindeki rolünün Büyük Ortadoğu Projesinin Jandarması şeklinde düşünüldüğünü kaydetmektedirler. Ilımlı İslam modeli ile bölge ülkelerine öncülük etmesi istenmiştir.
Emperyalist güçlerin Ortadoğu’ya ilişkin planları yeni olmadığı, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden sonlarına kadar Türkiye’nin emperyalist sistemin uç kalesi olarak tasarlandığı ve Sovyetler Birliğine karşı kullanıldığı belirtilmektedir.
Türkiye’nin sorunlu bir coğrafyada yer alması, çevresindeki gelişmelerden etkilenmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Ne var ki, Türkiye’nin konumu ve durumu; baş başa kaldığı diğer bölgesel sorunlar bir yana, sadece Ortadoğu kaynaklı sorunlar dahi yeterli hareket alanı üretmesini sınırlandırmaktadır.
Türkiye bugün, uluslararası zeminlerde hakkında alınmakta olan olumsuz kararlara karşı koyabilecek imkânlardan giderek yoksun hale getirilmektedir.
Bugün Türkiye’nin AB’ye dâhil olma girişimlerinin ne şekilde sonuç vereceği, üye ülkelerin tutumlarına bağlı kalmıştır. Bir kısım AB ülkeleri, Türkiye’yi aralarına almaya istekli görünmemektedirler. Birlik içinde yavaş yavaş yükselen sesler böyle bir niyeti açıkça ortaya koymaktadır. Ne var ki bunda, Türkiye’nin geçmişte izlediği politikaların da büyük payı olmuştur. Türkiye’nin Birliğe dâhil olma yolunda gösterdiği aşırı arzu, Türkiye açısından ödün anlamına gelen düzenlemelerin kabul edilmesine ve gerçekleştirilmesine yol açmaktadır.
Reform görüntüsündeki ödünlerin belli bir sınırda tutulamaması Türkiye için bir noktadan geriye dönüşü giderek güçleştirmektedir. Türkiye yaşamsal değerdeki bu kırılma noktasını çok iyi tespit etmek zorundadır.
Türkiye yakın zamana kadar AB ile ABD arasındaki bir çizgide denge aramıştır. Ancak bu çizgi şimdi giderek yok olmaktadır. Çünkü AB ile ABD’nin Ortadoğu’da giderek örtüşen menfaatleri Türkiye için bölgede üstlenilebilecek yeni bir rol yaratmıştır. Bu rol; Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Birliği içerisinde model oluşturmasıdır.
Türkiye’nin AB içinde yer alması yerine, Büyük Ortadoğu Birliği içinde yer alması istenmektedir. Bu ABD ve AB’nin çıkarlarına daha uygundur. ABD ve AB’nin Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesi için bir model olarak görmelerinin altında yatan gerçek şudur:
Türkiye’nin AB’ye üye olmasında büyük zorluklar vardır. Türkiye’nin AB’ye girebilme arzusuyla yapmış olduğu ve yapacağı reformlar, bu ülkede Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilmesi için giderek uygun bir alt yapı oluşturmaktadır. Bu süreç içerisinde Türkiye’de, projenin doğasında var olan diğer temel değişiklikler de gerçekleştirilebilecektir.
Büyük Ortadoğu Birliği içinde yer alacak bir Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı en büyük tehlike; ulusal birliğinin ve ülke bütünlüğünün korunamamasıdır. Projenin özünde var olan ve özelliğinden kaynaklanan bu tehlike, Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki yapısını gelecekte devam ettiremeyeceği anlamını da taşımaktadır.
ABD ve Yönetimler
ABD’nin kendi ulusal çıkarları açısından geçmişte uygun davranış sergileyen ve gelecekte de uygun davranış sergileyeceğinden emin olduğu yöneticileri ülkelerinde iş başına getirdiği, desteklediği sıklıkla uyguladığı bir yöntemdir.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde aynı yöntemi kullanmakta olduğu yönünde işaretler mevcuttur. ABD Ortadoğu ülkelerinde bazı siyasi liderlere Büyük Ortadoğu Projesi’ni benimsetmiş görünüyor. Türkiye’de de bazı siyasiler bu projenin Türkiye’ye katkı sağlayacağı yolunda ikna edilmişlerdir. Bir kısmı da değerlendirme yetersizliği nedeniyle yanılgı içerisine girmişlerdir. Bu sayede Kıbrıs sorununun çözüleceğine ve Güneydoğu Anadolu’nun sorun olmaktan çıkacağına inandırılmışlardır.
Büyük Ortadoğu Projesi’ni siyasal ideoloji düzleminde uygun gören bazı yerli yöneticiler; ABD’nin dünyayı yeniden şekillendirmesini bir müdahale biçimi olmaktan çok, ABD’nin küresel sorumluluklarını yerine getirme görevi olarak algılamaktadırlar. Bu ve benzeri yaklaşımlar toplumda direnç noksanlığı oluşturacak düşünceler üretilmesine zemin hazırlamıştır.
Gelinen Nokta ve Türkiye
Büyük Ortadoğu Projesi’nin mimarlarına göre “Türkiye’yi ve Türkiye gibi İslam ülkelerini, ılımlı bir İslami rejimle yönetmek en doğru hareket tarzıdır.”
Şüphesiz ki, Türk halkının bir Müslüman Kimliği vardır. Ancak bu kimlik hiçbir zaman Türk kimliği önüne geçmemelidir. Türkiye hiçbir platformda Müslüman ülke ya da ılımlı İslam ülkesi modeli yakıştırmasını kabul etmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Resmi olmayan zeminlerde dahi adının önüne bir dini sıfatın getirilmesi, onun laik yapısının değiştirilmesi gerektiği yolunda bir anlam taşır.
Müslüman ülke ifadesi Türkiye’yi tanımlamaktan çok uzaktır. Türk Milletinin bireysel temeldeki kimliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ve Türk kimliğidir. Bu kimlik tarihsel süreç içerisinde Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederek yerleşen Türk kavimlerinin sosyolojik etkenler sonucunda değişimiyle ortaya çıkmıştır. Milletimizin Türk kimliği, Müslümanlığın ortaya çıktığı 7. yüzyıldan binlerce yıl öncesine dayanmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında “Türkler gayri medeni bir millettir. Geldikleri yere – Orta Asya’ya – geri gönderilmelidirler” diyen İngiliz Başbakanının bu ifadesi, aslında tüm Hristiyan Batı Dünyasında var olan Türkler hakkındaki yaygın ortak düşünceyi yansıtmaktadır. Bu düşüncenin temel kaynağı bin yıldır yaşatılan “Haçlı Zihniyetidir”.
Bu zihniyet Anadolu’yu, Hristiyan değerlerinin içinde yer alan bir bölge olarak görür. Latin kültürü, Roma kültürü ve Grek kültürü üzerine inşa edildiği öne sürülen Batı uygarlığı; Anadolu’yu kendi kültür değerleri içerisinde sayar. Büyük Ortadoğu Projesi bir yönüyle bu değerlendirmeye de katkı sağlayacaktır. Büyük Ortadoğu Projesi’yle Hristiyan dünyası için özel bir konumu ve önemi olan Anadolu’nun Hristiyan değerleri kapsamında yeniden şekillendirilmesi istenmektedir.
Sadece 200 yıllık bir tarih içinde, farklı uluslardan bir araya gelmiş halkları aynı potada eriterek, onlara ulusal bir kimlik kazandırmayı amaçlayan, ulusal birlik ve beraberliğini sürdürmek ve ulusal kimliğini muhafaza etmek için özel önem ve çaba gösteren ABD; Ortadoğu ülkelerinin ulusal kimliklerden arındırılmasını hedeflemektedir.
Büyük Ortadoğu’daki ulus-devletler Yerel Devletler Federasyonu çatısı altında bir araya getirilebilirler ise, nüfuz altına alınmaları kolaylaşacaktır. Burada temel nokta ulusal direncin yok edilmesidir. Türkiye’de ulusal direncin yok edilmesi için atılacak birinci adım ulusal direnci oluşturan Kemalizm ideolojisinin yok edilmesi, ikinci adım siyasal İslam için uygun zeminin oluşturulması, üçüncü adım ise, toplumsal yapıda ortaya çıkacak çözülme sonrası ümmet niteliğinde bir toplumun yaratılmasıdır.
Bölgede güçlü ulus-devlet niteliğine sahip olan Türkiye’nin bu özelliğini yitirmesini sağlamak için;
Ne var ki, Türkiye’de Kemalizm (Atatürk İlke ve Devrimleri), Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Cumhuriyet rejimin korunması için çok güçlü bir ortak payda oluşturmaktadır.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı temel güçlük, AB’ye üye olabilmek amacıyla gerçekleştirdiği reformların günü geldiğinde Türkiye’nin ulus birliğini ve ülke bütünlüğünü muhafaza etmede sorun yaratması ve belirtilen ulusal değerlerin zamanla hızlı bir aşınmaya maruz kalmasıdır.
AB’ye üye olma yolunda, ulusal değerlerinden aşındırılmış bir Türkiye; Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde yer almaya uygun hale gelmiş olacaktır. Buradan çıkarılan sonuç şudur: AB’ye girebilme uğruna temel kazanımlarını feda eden Türkiye Cumhuriyeti, bu noktadan sonra geri dönüş yapmayı gerçekleştirebilme gücünden yoksun kalmış olacaktır. Türkiye’nin bu konuda sağlam bir duruş gösterebilmesi, bekası açısından büyük önem taşımaktadır.
ABD ve AB’nin Türkiye’ye bakış açısı, Türkiye’nin Avrasya’da, ABD ve AB çıkarları doğrultusunda merkezde yer alacağı Büyük Ortadoğu’dur. Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için ileri sürülen koşullar çerçevesinde gerçekleştirdiği ya da gerçekleştirmeye kararlı olduğu siyasal ve ekonomik reformların ortaya çıkardığı sonuçlar şimdiden tehlike işaretleri vermeye başlamıştır.
Ulus-devlet olma özelliği ve toprak bütünlüğü aşınmaya uğramış bir Türkiye’nin AB’de yer alması Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. AB dışında tutulacak bir Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Birliği içinde elde edeceği konum, Türkiye’nin ulusal hak ve menfaatlerini korumada yeterli olamayacaktır. Çünkü projenin temelinde bölge ülkelerinin hak ve menfaatleri yerine, ABD ve Batı’nın hak ve menfaatleri ön plana çıkmaktadır.
ABD’nin ulusal çıkarlarını gerçekleştirme doğrultusunda, toprak bütünlüğü de dâhil olmak üzere, gelecekte birçok konuda Türkiye’yi karşısına alacak hareket tarzları izleyebileceği hiçbir zaman dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. ABD’nin Karadeniz’de Romanya ve Bulgaristan’da deniz üslerine sahip olma girişimi, Türk Boğazlarının bugünkü statüsünü belirleyen Montrö Anlaşmasında tadilat yapılmasını gündeme getirebilecektir. Rusya Federasyonumun bu girişime katkıda bulunarak, ABD ile ortak hareket etmesi muhtemel görülmektedir. Türkiye bu konuda da ivedilikle tedbir geliştirmek zorundadır.
ABD bölgedeki bazı ülkelerde “Stratejik Ortak” yaklaşımıyla etkinlik göstermektedir. Stratejik ortak olabilmenin iki temel koşulu vardır: Ulusal hedeflerde beraberlik! Ulusal çıkarlarda beraberlik! Çok sık gündeme gelen Türkiye-ABD stratejik ortaklığı terimi; Türkiye ve ABD’nin Kuzey Irakla ilgili değerlendirmeleri, bölgede faaliyet gösteren yasa dışı terör örgütlerine bakışı, Ortadoğu yaklaşımlarında beraberlik sergilemekten uzaktır.
ABD, Irak Harekâtı nedeniyle Türkiye’de asker konuşlandırabilme imkânına sahip olsaydı, belki de Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleşmesi için kısmi bir alt yapı oluşturmuş olacaktı. Ne var ki, bunu sağlayamamıştır. ABD bu sonuçtan çıkardığı dersle bölgeyi yeniden şekillendirme projesinin ne kadar isabetli olduğunu düşünmektedir.
Büyük Ortadoğu Birliği içinde, ulus-devlet olma özelliğini yitirmiş ve toprak bütünlüğü parçalanmış devletlerin kimliksiz-kişiliksiz hale getirilmiş toplumları, yaşamlarını sürdürmede egemen devletlerin iradesine bağlı olacaktır. Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesini aşma hedefi; Büyük Ortadoğu Birliği içerisine dâhil olmasıyla birlikte, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir beklenti olarak kalacaktır. Türkiye uzağı görmek zorundadır!
Bazı siyasi ve akademik çevreler bölgede yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurulacağını ama bunun Türklerin kuracağı bir Osmanlı İmparatorluğu değil, Amerikalıların kuracağı bir Osmanlı İmparatorluğu olacağını; bu yeni Osmanlı yapılanmasının federasyon ya da konfederasyon şeklinde ortaya çıkabileceğini ve ABD’nin planında yer alan Yakın Doğu Konfederasyonunun İstanbul merkezli olacağını dile getirmektedirler.
Adına BOP ya da GOP ne derseniz deyin. Bunun iki tarafı var, birisi haç, birisi hilal. Biliyorsunuz ABD Başkanı Bush seçilmesinin hemen arkasından “Biz haçlı savaşı veriyoruz” diye telaffuz etti, sonra nahoş bir manzara ortaya çıkınca dünyanın önünde, kalktı bunu (güya) tamir etti, “yanlış anlaşıldım” dedi. Bu “yanlış anlaşıldım” veya “aldatıldım” tabiri siyasetçi tarafından kullanıldığında, “ben sizi aldattım” demektir.
Mesele, Büyük Ortadoğu Projesi adı altında yürütülen ikiyüzlü emperyalist politikalar ve politikacılardır. ABD’nin peşine takılan ülke ve siyasetçiler “demokratik”, takılmayan ülkeler ve liderler ise diktatörlük/diktatör ilan edilmektedir. Ya da şer ülkeler olarak ilan ediliyor. Mesele bundan ibaret görünüyor.
Yine Başkan Bush 2002’de İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “şer üçlüsü” ilan etmiştir. Bu söyleminin pratik uygulaması Irak’ın top yekûn imha edilmesiydi. Anlaşılan o ki Afganistan ve Irak’tan sonra Büyük Ortadoğu projesin de öncelikle Suriye ve İran gibi ABD yörüngesinde olmayan ülkelerin hedeflendiği aynı oyunun ikinci perdesi sahne alıyor.
2000 yılında yazılmış bir belgede, Amerika’nın insanlığın ve dünya kaynaklarının çoğunluğuna egemen olmak için ihtiyacı olanın, “yeni bir Pearl Harbor gibi yıkıcı ve hızlandırıcı bir olay” olduğu söylenmiştir. İşte 11 Eylül Saldırıları, “çağların fırsatı” olarak nitelenen “yeni Pearl Harbor” olarak söylenmektedir.
BOP’un uluslararası meşruiyet kazanma aracı olarak görüldüğü, 1950’li ve 1980’li yıllarda Ortadoğu’ya, 1990’lı yıllarda Orta Asya ve Kafkaslara model olarak sunulan Türkiye’nin, söz konusu modelliğin çok ötesinde “Büyük Ortadoğu Projesinde” doğrudan Amerikan projelerinin hayata geçirilmesinde rol üstlendiği artık kamuoyunda ve siyasi arenada hâkim görüş halini almıştır.
Hedef-amaç büyük Kürdistan’dır ya da daha doğrusu Büyük İsrail’dir. Nihai hedef ülke aslında Türkiye’dir. Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesine Türkiye’ye yönelik dayatmalar ya da tavsiyeler tam 100. Yıldır sürmektedir. Batı’nın Türkiye için planlarında bir değişiklik yoktur.
Birinci dünya savaşı emperyalist devletler arasında bir paylaşım savaşıydı. Kavga kara altın yani petrol içindi. Nasıl birinci dünya savaşında gizli anlaşmalar yapıldıysa, ikinci dünya savaşında balkanlar nasıl yüzdelere bölünerek paylaşıldı ise bugünde benzerleri yaşanmaktadır. Umarız Rusya ve Batı arasında bugün Ortadoğu’ya yönelik bir gizli anlaşma ya da yüzdeler anlaşması olmamıştır. Temennimiz budur.
Sonuç
Ortadoğu bölgesinin tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi Batı dünyası, özelde de ABD, için bir kaynak ve pazar olarak görüldüğü, fakat bunun dışında bir takım sözde demokratikleşme hareketlerini de kapsamış olduğunu görüyoruz. Yani BOP çerçevesinde bölge ülkelerinin sınırlarına ve siyasi yapılarına da müdahale edileceği anlaşılmaktadır. Zaten hemen hemen “mahremiyetine” dokunulmayan ülke kalmadı.
Bölge ülkeleri, Soğuk Savaş döneminde Sovyet tehdidi bahane edilerek, bugün ise (kendi yarattıkları ve besledikleri) terör bahane edilerek her anlamda Batı tarafından sömürülmektedir. Bu sömürünün bilinen adı ise “Büyük Ortadoğu Projesi”dir. Fakat acı olan bu projeye başta Türkiye olmak üzere bazı bölge ülkelerinin destek vermesidir.
Bu projenin bölge ülkeleri tarafından özellikle de Türkiye tarafından algılanış biçimine göre, Irak ve Suriye ile birlikte diğer bölge ülkelerinin de durumu yakın gelecekte yeniden şekilleneceğe benziyor. Irak ve Suriye’de istikrarın-düzenin sağlanamayacağı, bölgede ortaya çıkacak yeni dengelere göre, bu ülkelerin tamamen bölünebileceği ve ortaya yeni siyasi oluşumların çıkabileceği ihtimali her zaman var olacaktır.
Bütün bu gelişmelerden bölgedeki diğer ülkeler de paylarına düşeni alacaktır. Fakat burada önemli olan Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarıdır. Hatta bunun da ötesinde, Türkiye’nin kendi sınırları içerisinde çıkabilecek yeni durumların bölgedeki çıkarlarından daha da önemli hale gelip gelmeyeceği meselesidir.
Tarihi sürece baktığımızda Ortadoğu’nun özel olarak da Türkiye’nin bugün de tıpkı geçmişte olduğu gibi İngiltere ve Amerika için önem taşıdığını görüyoruz. Bu iki ülkenin bölgeye yönelik geliştirdikleri projeler (özellikle Büyük Ortadoğu Projesi-BOP) çerçevesinde Ortadoğu’nun yakın, orta ve uzun vadede alacağı şekil daha net olarak ortaya çıkacaktır.
Aslında bu süreçte Ortadoğu’daki devletlerin alacağı yeni şekillerden ziyade bizim için önemli olan Türkiye’nin alacağı şekil olacaktır. Türkiye’nin 1945-65 yılları arasında bölgeye yönelik politikalarında tamamen İngiltere ve ABD ile birlikte hareket etmiş olduğunu görüyoruz. Fakat bu politikalarında pek başarılı olduğu söylenemez.
Bugün yine ABD ve İngiltere ile birlikte (özellikle BOP çerçevesinde) hareket etmesinin kendisine neler sağlayacağını veya neler kaybettireceğini çok iyi hesaplaması gerekmektedir. Bu bağlamda bugün Türkiye bir yol ayrımındadır, ya BOP çerçevesinde ABD ile birlikte hareket edecek ve bir bilinmeyene doğru yelken açacak ya da Atatürk’ün milli dış siyasetine geri dönecektir.
Bu orta ve uzun vadede ne Irak, ne Suriye, ne Arap Baharı ne de Büyük Ortadoğu Projesi meselesidir, bu orta ve uzun vadede Türkiye meselesidir. Türkiye’nin “Büyük Türkiye mi” yoksa “Küçük Türkiye mi” olup olmayacağı meselesidir. Ya da başka bir deyişle, bu proje çerçevesinde Türkiye’nin “büyürken küçülmesi” olarak da ifade edilebilir. Mesele Türkiye’nin (her anlamda) mevcut yapısını koruyup koruyamayacağı meselesidir.
Evet, öyle anlaşılıyor ki, BOP çerçevesinde öngörülen “Büyük Ortadoğu”, fakat “Küçük Türkiye” ve diğer küçük parçalardan oluşan bir “Büyük Ortadoğu”.
Eğer Atatürk’ün milli dış siyasetine acilen dönülmediği takdir de Ortadoğu’da yaşanacak olan ne Arap ne Türk ne Fars ne de Kürt baharı olacaktır, yaşanan sadece Amerikan Baharı olacaktır. Ya da İsrail, Rus, AB kısaca emperyalistlerin baharı olacaktır. Bölge ülkeleri ve halkları için maalesef hazan mevsimi olacaktır.
Zira Ortadoğu’da yaşayan tüm halklar için yakın ve orta vadede bir bahar havasının (siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel, eğitim, bilim, sanat, çevre, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğü gibi alanlarda) yani bir “aydınlanmanın” yaşanma olasılığı oldukça zayıf görülmektedir.
Sonuç olarak halkımız, milletimiz şunu iyi bilmelidir. Büyük Ortadoğu Projesi diye bilinen ve halen zaman zaman bir matahmış gibi övülen bu proje tam bir yıkım projesidir. Bu proje bölge ülkelerinin ve de Türkiye’nin asla ve asla hayrına ve yararına değildir.
Bu saatten sonra müneccim olmaya, âlim olmaya ya da uzman olmaya gerek yok, şöyle bir çevremize, bölgemize baktığımızda bu projenin sinsi bir yıkım projesi olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır. Bu bölge ülkelerini ve Türkiye’yi bölme ve işgal etme projesidir.
Yapılacak tek şey vardır, o da acilen milli bir dış politika ve milli bir iç politika uygulamaktır. Yani “yurtta barış dünyada barıştır”. Çözüm milli ve manevi değerlere, Atatürk ilke ve inkılaplarına sıkı sıkı sarılmaktır.
Ortadoğu’ya yönelik planlar, projeler sürekli yenilenmekte ve değişmektedir. Atatürk döneminden sonra yavaş yavaş Batı’ya bağımlı hale gelen Türkiye, 1950’lerden sonra hemen hemen her alanda tamamen bağımlı hale gelmiştir ve zamanla Batı politikalarının Ortadoğu’da sadece yürütücüsü durumuna gelmiştir. Suriye’de yaşananlara da bu açıdan bakmak gerekir. Türkiye şüphesiz birtakım kazanımlar elde etmiştir, fakat bu kazanımlarından kat be kat daha fazlasını da kaybetmiştir. Ve ileride neleri kaybedebileceği ile ilgilidir.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından ABD’nin 1990’ların başında uygulamaya koyduğu BOP’un varlığından bölge ülkeleri ancak yıllar sonra haberdar olmuştur. Fas’tan Pakistan’a (hatta Endonezya ve Malezya’ya), Somali’den Kazakistan’a, Yemen’den Bosna’ya, Azerbaycan’a uzanan bu geniş coğrafyada, ABD’nin 1991’den beri yürüttüğü askeri operasyonlar ve dayattığı siyasi, askeri, ekonomik ve sosyo-kültürel çözümler hep bu projenin birer parçaları durumunda olmuştur.
Bu bölgelerin, özellikle de Ortadoğu bölgesinin genelde Batı dünyası, özelde de ABD için bir kaynak ve pazar olarak görüldüğü, fakat bunun dışında bir takım sözde demokratikleşme hareketlerini de kapsamış olduğunu görüyoruz. Yani BOP çerçevesinde bölge ülkelerinin sınırlarına ve siyasi yapılarına da müdahale edileceği anlaşılmaktadır. Bölge ülkeleri, Soğuk Savaş döneminde Sovyet tehdidi bahane edilerek, bugün ise (kendi yarattıkları ve besledikleri) terör bahane edilerek her anlamda Batı tarafından sömürülmektedir. Bu sömürünün bilinen adı ise “Büyük Ortadoğu Projesi”dir. Fakat acı olan bu projeye başta Türkiye olmak üzere bazı bölge ülkelerinin destek vermesidir.
BOP çerçevesinde Ortadoğu’nun yakın, orta ve uzun vadede alacağı şekil daha net olarak ortaya çıkacaktır. Aslında bu süreçte Ortadoğu’daki devletlerin (Irak ve Suriye gibi) alacağı yeni şekillerden ziyade bizim için önemli olan Türkiye’nin alacağı şekil olacaktır.
Bu projenin bölge ülkeleri tarafından özellikle de Türkiye tarafından algılanış biçimine göre, Irak ve Suriye ile birlikte diğer bölge ülkelerinin de durumu yakın gelecekte yeniden şekilleneceğe benziyor. Irak ve Suriye’de istikrarın sağlanamayacağı, özellikle de kuzeyine göre güneyinde kargaşanın devam edeceği anlaşılmaktadır.
Bölgede ortaya çıkacak yeni dengelere göre, Irak’ın e Suriye’nin tamamen bölünebileceği ve yeni siyasi oluşumların ortaya çıkabileceği ihtimali her zaman var olacaktır. Bütün bu gelişmelerden bölgedeki ülkeler paylarına düşeni alacaktır. Fakat burada önemli olan Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarıdır. Hatta bunun da ötesinde, Türkiye’nin kendi sınırları içerisinde çıkabilecek yeni durumların bölgedeki çıkarlarından daha da önemli hale gelip gelmeyeceği meselesidir.
Türkiye’nin ABD ile birlikte BOP çerçevesinde hareket etmesinin kendisine neler sağlayacağını veya neler kaybettireceğini çok iyi hesaplaması gerekmektedir. Bu bağlamda bugün Türkiye bir yol ayrımındadır, ya BOP çerçevesinde ABD ile birlikte hareket edecek ve bir bilinmeyene doğru yelken açacak ya da Atatürk’ün milli dış siyasetine geri dönecektir. Bu orta ve uzun vadede ne Irak, ne Suriye meselesidir, bu orta ve uzun vadede Türkiye’nin “Büyük Türkiye mi” yoksa “Küçük Türkiye mi” olup olmayacağı meselesidir. Başka bir ifadeyle mevcut üniter yapısını koruyup koruyamayacağı meselesidir. Evet, öyle anlaşılıyor ki, BOP çerçevesinde öngörülen “Büyük Ortadoğu”, fakat “Küçük Türkiye” ve diğer küçük parçalardan oluşan bir “Büyük Ortadoğu”. Eğer Atatürk’ün milli dış siyasetine acilen dönülmediği takdirde Ortadoğu’da yaşanacak olan ne “Arap Baharı” ne de “Türk Baharı” olacaktır, yaşanan sadece “İsrail ve Kürt Baharı” olacaktır.
Zira Ortadoğu’da yaşayan tüm halklar için yakın ve orta vadede bir bahar havasının (siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel, eğitim, bilim, sanat, çevre, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğü gibi alanlarda) yani bir “aydınlanmanın” yaşanma olasılığı oldukça zayıf bir ihtimal olarak görülmektedir.
Yazacak çok şey var ama yazmaya gerek yok. Çünkü herkes her şeyi biliyor. Sadece tarihe not düşme adına bu kısa yazıyı yazmak istedim. Kısaca Ortadoğu’da çanlar Türkiye için çalıyor. Yaşayıp göreceğiz.
Atatürk Milli Mücadele sonrasında ülkesini ve milletini çağdaşlaştırmak için siyasal, sosyal, hukuk, ekonomi, eğitim ve kültür alanında birçok inkılap yapmak zorunda kaldı. Sık sık yurt gezilerine çıkarak halkın arasına karıştı ve halkın sorunlarını dinledi. İlgililere devlet mekanizmasının aksayan yönleriyle ilgili talimatlar verdi. Türkiye’yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını ve diğer devlet görevlilerini ağırladı. Çok çalıştı, çok yoruldu. Dolayısıyla 11 Kasım ve 13 Kasım 1923’te biri ağır ve diğeri hafif olmak üzere iki kalp krizi atlattı. Bunun üzerine İstanbul’da bulunan Dr. Neşet Ömer (İrdelp) Ankara’ya çağrıldı ve Atatürk’ü muayeneden sonra bu krizlerin ağır çalışma ve yorgunluktan kaynaklandığını söyleyerek dinlenmesini tavsiye etti. Bu tavsiyelere uyan Atatürk iki ay sonra sağlığına kavuştu.
Fakat Atatürk, bir süre sonra yine eski ağır çalışma temposuna döndü. Nitekim daha sonraki yıllarda Büyük Nutku’nu hazırlarken 22-23 Mayıs 1927’de yeni bir kalp krizi geçirdi. Bunun üzerine Sağlık Bakanı Refik Saydam, Dr. Asım Arar ve Dr. Neşet Ömer Beyler Almanya’dan iki uzman doktorun getirilmesini teklif etti ve Atatürk de buna razı oldu. Berlin’deki Türk Büyükelçiliğinin girişimiyle Berlin Tıp Fakültesi’nden Profesör Kraus ile Münih Tıp Fakültesi’nden Profesör Von Romberg Ankara’ya davet edildi. Adı geçen doktorlar da yoğun çalışmamasını tavsiye etmişlerse de Atatürk bu tavsiyeleri ciddiye almayıp aynı şekilde çalışmaya devam etti. Bu tarihten sonra 1936 yılına kadar Atatürk’ün sağlığı konusunda ciddi bir sorun görülmedi. 1936 yılının Kasım ayında yeniden rahatsızlandı ve doktorların durumun zatürreye dönüşmesi ihtimalinin olabileceği uyarısı üzerine Atatürk önerilen tedaviye uymak zorunda kaldı ve sonuçta sağlığı düzeldi.
Ancak Ekim 1937’den itibaren Atatürk karın ve bacaklarındaki kaşıntılar ve burun kanamaları yüzünden sağlık sorunları yaşamaya başladı. Bu sağlık şikâyetleri ölümüne kadar sürecek yeni bir dönemi başlatacaktı. Doktorların tavsiyesi üzerine ilk çare olarak kaşıntılara karşı Yalova kaplıcalarından faydalanmaya karar verildi. 21Ocak 1938’de Yalova’ya gelen Atatürk, yeni yapılan Termal Otelin ilk misafiri oldu. Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger, Atatürk’ün rahatsızlığına ilk doğru teşhisi koydu. Dr. Belger, Atatürk’ün karaciğerinden kuşkulandı ve karaciğerdeki büyümeyi fark etti. Karaciğer kaburga altını üç parmak kadar aşmış ve sertleşmişti. Atatürk, Dr. Belger’e ne yapılması gerektiğini sorduğunda sıkı bir perhiz yapılması gerektiği cevabını aldı. Atatürk, 1 Şubat 1938’e kadar 10 gün Yalova’da tedavi gördü ve sağlığı bir miktar düzeldi. Dr. Belger’in üç hafta daha tedavi görmesini tavsiye etmesine rağmen Yalova’dan ayrıldı ve Bursa’ya geçti. Daha sonraki günlerde Türk doktorlar Atatürk’ün sağlığı konusunda yurt dışından bir doktor getirilmesini tavsiye ettiler. Atatürk bu teklifi istemeyerek de olsa kabul etmek zorunda kaldı. Bunun için Paris Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Noel Fissenger Ankara’ya davet edildi. Fissenger 28 Mart 1938’de Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ü muayene etti. Yaptığı muayenede Atatürk’ün karaciğerinin normalden büyük olduğunu tespit etti. Ayrıca karın boşluğunda bir miktar su (yani asit) toplandığını fark etti ve karaciğer iltihabı teşhisini koydu. Fissenger, Atatürk’e iyileşmesi için üç ay boyunca günde 23 saat yatak istirahati, yorulmaması ve beslenmesine dikkat etmesi tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiyelere uyması halinde 7-8 yıl daha yaşayabileceğini de ekledi.
Atatürk, Fissinger’in tavsiyelerine uymak zorunda kaldı ve bir süre sonra sağlığı düzelmeye başladı. 19 Mayıs Gençlik Bayramı törenlerine katıldı. Bu sırada ülkenin gündemini Hatay sorunu meşgul etmekteydi. Daha önce özerk bir yapıya kavuşan Hatay’da seçimler yapılması süreci devam ediyordu. Atatürk, Türkiye’nin bu konuda bir gövde gösterisi yapması gerektiğine inanarak, 19 Mayıs törenlerinden sonra aynı gün Mersin’e doğru yola çıktı. Oysa doktorların tavsiyesine uyarak dinlenmesi gerekiyordu. Ancak Atatürk doktorların uyarılarını dinlemedi. 20 Mayıs 1938’de Mersin’e gelen Atatürk kırk dakika süren askeri geçit törenini izledi. Bu tören doğal olarak yorulmasına sebep oldu. Atatürk Mersin’den 24 Mayıs’ta Adana’ya geçti ve burada süresi bir saati aşan bir geçit töreni izledi. Bu yorucu seyahatten sonra Atatürk 27 Mayıs’ta İstanbul’a döndü. 29 Mayıs’ta yapılan muayenesinde karın bölgesinin su toplamaya devam ettiği tespit edildi. Bu gelişme üzerine Prof. Dr. Fissenger’in İstanbul’a davet edilmesine karar verildi. Bu arada devlet tarafından satın alınan Savarona yatı 1 Haziran 1938’de İstanbul’a geldi ve Atatürk aynı gün adı geçen yata yerleşti.
8 Haziran’da İstanbul’a gelen Fissenger, Atatürk’ü muayene etti ve Atatürk’ün sağlığının önceki muayeneye göre biraz daha kötüleştiğini tespit etti. Buna rağmen önereceği tedaviye uyulması halinde Atatürk’ün iki yıl daha yaşayabileceğini belirtti. Fissenger’in tavsiyelerine rağmen Atatürk dinleneceği yerde Hatay meselesi ile ilgilenmeye, toplantılara başkanlık etmeye ve resmikabullere devam etti. 10 Temmuz 1938’de Savarona yatıyla yaptığı bir gezinti sırasında rahatsızlandı ve 13 Temmuzda ateşi 39.1 dereceye çıktı. 25 Temmuz gecesi Savarona’dan ayrılarak Dolmabahçe Sarayı’na geçti. Burada Türk ve yabancı doktorlar tarafından muayene edildi ve bazı tespitler yapıldı. 3 Ağustosta yine Türk ve yabancı doktorlar heyeti tarafından yapılan başka bir muayene sonunda sağlık durumu ile ilgili detaylı bir rapor hazırlandı.
Ancak bu muayeneden sonra da Atatürk yine resmi toplantı ve kabul günlerini aksatmadan sürdürdü. Oysa sağlığı açısından mutlaka dinlenmesi gerekiyordu. 5 Eylül 1938’de vasiyetini hazırladı. 26/27 Eylül gecesi hafif bir koma atlattı. 17 Ekimde ilk kez ağır bir komaya girdi. Bu koma hali 19 Ekime kadar belirli aralıklarla devam etti. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği de Atatürk’ün rahatsızlığı hakkında 22 Ekime kadar sabah ve akşam olmak üzere tebliğler yayımladı.
Atatürk’ün ilk ağır komaya girdiği günün ertesi günü Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak tarafından ordu komutanlıklarına iki maddelik bir şifre telgraf gönderilmiştir. Atatürk’ün sağlık durumunun ağırlaşmasından dolayı teyakkuzda bulunulması ve muhtemel yaşanabilecek asayiş sorunlarına karşı hükümet güçlerine yardımcı olunması gerektiği bildirilmiştir.
Cumhuriyet Bayramının yaklaşması üzerine İçişleri Bakanlığının Valiliklere gönderdiği emirde ise bayram hazırlıklarına devam edileceği, bir değişiklik olursa bildirileceği, her sene Cumhuriyet Bayramında düzenlenen ziyafet, balo, müsamere ve bu geceye ait diğer eğlencelerin Atatürk’ün rahatsızlığı dolayısıyla ve O’na karşı sonsuz bağlılık ve minnetin ifadesi olarak bu sene verilmeyeceği belirtiliyordu.
Atatürk’ün katılamadığı son ve tek Cumhuriyet Bayramı törenleri yaklaşırken Sabiha Gökçen ile yaptığı konuşma oldukça anlamlıdır ve adeta çok yakın zamanda öleceğini hissettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Aralarında geçen konuşma şu şekildedir:
-Yarın bayram, değil mi? Gökçen dedi.
-Evet, Paşam, bizim bayramımız… En büyük bayramımız…
-Dolmabahçe Sarayı epey kalabalık oldu bu yıl…
-Öyle Paşam… Hükümet üyelerinin çoğu da buradalar… Cumhuriyet bayramını sizinle birlikte kutlayacaklar…
-Ama bu günü halkımla, halkımın içinde kutlamak isterdi! Gökçen…
Beni Cumhuriyet Bayramında halkımdan uzak tutan bu hastalığa lanet ediyorum!…
-Gelecek bayram…
Eliyle susmamı işaret etti:
-Bana, gelecek bayramdan bahsetme!… Hatta gelecek aydan da!… Ekim ayını çıkarabilirsem bile Kasım ayını çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum!..
8 Kasımda ikinci defa ağır bir komaya girdi. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nden konu hakkında şu açıklama yapıldı: “…Bugün saat 18.30’da hastalık birden bire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kazanmıştır.” 9 Kasım saat 24.00’de yapılan açıklamada “umumi durumun vahamete doğru seyrettiği” bildirildi. Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan Başbakan Celal Bayar aynı tarih ve saatte İçişleri Bakanlığı aracılığı ile Kabine arkadaşlarına son durum hakkında şu bilgileri veriyordu: “…Maalesef vahamet artmaktadır. Şefimizin içinde bulunduğu tam koma hali birkaç gün devam edebileceği gibi feci akıbetin her an zuhuru da ihtimal dâhilinde olduğu doktorlar tarafından ifade edilmektedir…” Başbakan Celal Bayar’ın ifade ettiği istenilmeyen durum 10 Kasım 1938 sabahı saat 09.05’te gerçekleşti ve 1881’de Selanik’te başlayan 57 yıllık hayat İstanbul’da son buldu. Ruh şad olsun.
Atatürk’ün vefatı üzerine İçişleri Bakanlığı Valiliklere gönderdiği tebliğde, cenaze töreninin 21 Kasım Pazartesi günü Ankara’da yapılacağı ve törene ait programın daha sonra yayınlanacağı belirtildi. Atatürk’ün cenaze töreninin yapılacağı 21 Kasım 1938 Pazartesi günü Milli Yas ilan edilmiştir.
Milli Savunma Bakanlığı 17 Kasım 1938 günü Atatürk’ün cenazesi başında tutulacak saygı nöbetine dair bir tamim yayınladı. Bu tamime göre, saygı nöbeti 20 Kasım Pazar günü saat 10.30’da başlayacak ve 21 Kasım Pazartesi günü saat 09.00’da bitecekti. Saat 09.00’dan sonra nöbet, cenazeye refakat eden generallere devredilecekti. Bir nöbet postası altı subaydan oluşacaktı ve nöbet süresi yarım saat olacaktı.
Atatürk’ün cenazesinin İstanbul’dan Ankara’ya nakil işlemi daha önce kararlaştırıldığı biçimde uygulandı. Program gereği 19 Kasım günü sabah saatlerinde Dolmabahçe Sarayı’ndan alınıp Yavuz zırhlısına konan cenaze aynı gün saat 18.50’de İzmit’e ulaştı ve Yavuz zırhlısından alınan Atatürk’ün naaşı generallerin omuzlarında tren istasyonuna götürüldü. Tren saat 20.30’da İzmit’ten Ankara’ya hareket etti ve 20 Kasım günü sabah saat 10.00’da Ankara istasyonuna ulaştı. Atatürk’ün cenazesi istasyonda Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanı ve Milletvekilleri tarafından karşılandı. Atatürk’ün tabutu, tören komutanı Fahrettin Altay’ın nezaretinde on iki general tarafından vagondan indirildi ve top arabasına taşındı. Top arabası, 10.50’de gardan hareket etti v e saat 11.30’da TBMM’nin önüne geldi. Burada Atatürk’ün tabutu on iki milletvekili tarafından top arabasından indirildi, katafalka konuldu. Saat 12.00’den itibaren halkın saygı geçidi başladı. On binlerce insanın katıldığı bu saygı geçidi gece yarısına kadar devam etti. Ertesi gün tüm Türkiye ile aynı anda Ankara’da Atatürk’ün cenaze töreni yapıldı. Tören Hükümetin istediği şekilde ve hazırlanan resmi program çerçevesinde hiçbir sorun yaşanmadan tamamlandı. Devlet, Atatürk’ün vefatının ardından kendisine uygun bir cenaze töreni yapılması için oldukça yoğun mesai harcamış, en ince ayrıntısını düşünmüş ve bunun da layıkıyla yerine getirilmesi için elinden geleni yapmıştır.
21 Kasım 1938 Pazartesi günü tüm yurtta aynı anda yapılan Atatürk’ün cenaze töreni acı ve kederle dolu yoğun bir duygu seli içinde geçmiştir. Cenaze töreninde yapılan konuşmalar halkın duygu ve düşüncelerine, acı ve kederlerine tercüman olmuştur. Türkiye’nin her yerinde yapılan cenaze töreniyle Türk milleti Atasına veda etmiştir.
Törenlerde konuşmacılar genel olarak Atatürk’ün eserleri, memlekete ve millete yaptığı büyük hizmetler, hayatı ve vefatından duyulan acı ve keder ifade edilmiştir. Konuşmalarından, sözlerinden ve nutuklarından örneklere yer verilmiştir. En çok da Gençliğe Hitabesi okunmuştur. Türkiye’yi bağımsızlığa kavuşturan, onurlu ve şerefli bir millet yapan Cumhuriyetin babası Atatürk’ün ölümünden doğan ıstırabın, acının derecesini, Türk milleti ile beraber bütün insanlığın döktüğü gözyaşların anlatmaktan aciz olduğu ifade edilmiştir. Atatürk’ün ölümünden duyulan ölçüsüz ve derin üzüntü içinde yurdun her tarafında tek bir duygu ve tek bir düşünce ile Atatürk’ün manevi huzurunda milli birliği anlam ve önemi anlatılmıştır.
Atatürk’ün fani olduğu için öldüğü ama büyük eserleri ile beraber her zaman yaşayacağı ve her zaman sonsuza kadar Türk milletinin yanında olacağı, kendisinden sonra da Cumhuriyet esaslarında en küçük bir değişiklik olmadan aynen korunacağı ve hatta daha ileriye götürüleceği, dolayısıyla Atatürk’ün toprağa değil Türk milletinin kalbine gömüldüğü, böylece sonsuza kadar yaşayacağı vurgulanmıştır.
Atatürk’ün yıllarca önce söylediği “İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemaller idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller doğurmayacaklar mı? Feyz milletindir, benim değildir.” Sözü sıkça vurgulanmıştır.
Atatürk kahramanlığın, aklın, bilimin, dehanın, inkılapçılığın ve devlet adamlığının tarihteki en büyük örneği olduğu anlatılmıştır. Atatürk’ün sadece Türk milletini ölümden kurtaran bir kahraman değil, aynı zamanda dünya milletlerine barış yollarını gösteren, ortak çalışmayı öğreten ve dünya çatısı altında bütün bir insanlığa yol veren bir medeniyet ışı olduğu, bu yönüyle de sadece Türk milletine değil dünyaya örnek olacak bir lider olduğu anlatılmıştır.
Atatürk’ün cenaze töreni Türk milletini tek kalp, tek irade ve tek yürek yapmıştır. Atatürk, Türk milletini birleştiren, on yedi milyonu ana, baba, evlat ve kardeş haline getiren, bir milleti bir damla gözyaşı içinde toplayan bir kişi olmuştur. Hayatı gibi ölümü de milletine bir birlik ve beraberlik ve güç kaynağı olmuştur. Hiçbir millet liderine, Türklerin Atatürk’e inandığı kadar inanmamıştır. Atatürk millet birliğinin simgesi olmuştur. Ruhu şad olsun.
Ölümünün 86. Yılında manevi huzurunda saygı ile eğiliyorum; saygı ve özlemle anıyorum.
“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.” Mustafa Kemal Atatürk.
Not: Geniş bilgi için bkz. İsmet Üzen-Yüksel Özgen, Bir Milletin Atasına Vedası, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2013.
Sevgili dostlar, öncelikle 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızın 101. yıldönümünü gönülden kutluyorum. Cumhuriyet Bayramımız ülkemizin her yerinde, her ferdi tarafından sevinç ve coşkuyla kutlansın. Çünkü Türk milleti için Cumhuriyet Bayramı, milli birlik ve beraberliğin, toplumsal dayanışmanın bir simgesidir. Ve bize Cumhuriyeti armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhu şad olsun.
Sevgili dostlar, milli bayramlar, milletin hafızasını tazelediği, tarihine ve geleceğine sahip çıktığı günlerdir. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, adı üstünde bayram ve tüm bayramlar gibi coşku, sevinç ve mutluluk içinde hep birlikte meydanlarda, caddelerde, sokaklarda halkın içinde ve halkla birlikte kutlanmalıdır.
Eskiden şöyle bir eleştiri, yakınma vardı: “efendim milli bayramlar stadyumlara, kapalı spor salonlarına hapsedildi, halktan koparıldı, biz bayramları meydanlarda halkın içinde ve halkla birlikte kutlayacağız” gibisinden ama bugün gelinen noktada bırakın stadyumları, kapalı spor salonlarını ya da meydanları milli bayramlar adeta tümden kutlanamaz hale geldi.
Eğer siz bir takım “sudan” sebeplerle milli bayramlarınızı layıkıyla, hakkıyla kutlamazsanız halkın, milletin yaşama sevincini yitirmesine, milli birlik ve beraberlik duygusunu kaybetmesine neden olursunuz. İşte! O zaman bayramlar senin bayramın benim bayramın olur ki bu da toplumları felakete sürükler.
Toplum, millet aynen bir insan gibidir, bir bütündür. Bir yanı acı ve keder diğer yanı yaşama arzusuyla doludur. Dolayısıyla hayat bir bütündür. Biri diğerinin yaşanmasına veya yaşanmamasına neden veya gerekçe oluşturmamalıdır. Acı ve kederin panzehri bayramlardır. Bayramlar insanları, toplumları ve milletleri hayata, yaşama ve geleceğe bağlar ve ayakta tutar.
Sevgili dostlar, insanları millet, coğrafyaları da vatan yapan sembollerdir. Yani adıdır, bayrağıdır, rengidir, milli marşıdır ve milli günlerdir. Eğer siz bu değerleri sorgular ve sorgulatır iseniz artık siz siz olmazsınız, bir başkası veya bir hiç olursunuz ve bu durumda sizi dikkate alan da, değer veren de olmaz. Maziye, tarihe şöyle bir baktığınızda Anadolu’nun benliğini, kimliğini yitirmiş nice milletlerle dolu olduğunu görürsünüz. Eğer bu coğrafyada mazi olmak istemiyorsak bizi biz yapan değerlere, milli ve manevi değerlerimize, bir bütün olarak sahip çıkacağız, değer vereceğiz ve dini bayramlarımızı kutladığımız gibi milli bayramlarımızı da hakkıyla, coşkuyla ve sevinçle hep birlikte kutlayacağız.
Neden Cumhuriyet?
Çünkü Cumhuriyet, devleti idare edenlerin seçimle iş başına geldiği yönetim şeklidir. Bugün dünyada birçok devlet cumhuriyet rejimiyle yönetmektedir. Cumhuriyetle yönetilen ülkelerde egemenlik milletindir ve millet, devleti yönetecek kişileri kendisi seçerek kendi kendini yönetmiş olur. Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Zira Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıkî uygulamasını sağlayan hükümet şekli, cumhuriyettir.
Neden Cumhuriyet?
Çünkü cumhuriyet halk demektir, millet demektir, halkın/milletin kendi kendisini yönetmesi demektir. Başında bir sultanın, padişahın, despotun, diktatörün olmadığı rejimdir.
Çünkü “cumhuriyet (özellikle) kimsesizlerin kimsesidir”. Fakat bugün, Cumhuriyetin 100. yılında, maalesef ne “kimsesizler” yani halk ne de “kimsesizlerin kimsesi” cumhuriyet bazılarımızın gündeminde değil.
“Kimsesizlerin kimsesi olarak cumhuriyet” fikri aslında adı konmamış bir sosyal devlet yönelimidir. Ancak sosyal olmayan bir cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olması da bir temenniden öteye gidemez.
“Eşitlik – özgürlük – kardeşlik” ideallerinden doğan cumhuriyet bugün sermayenin saltanatına dönüşmüş halde. Dolayısıyla bugün “kimsesizler” himmete, sadakaya muhtaç halde. Oysa cumhuriyet fikrinin temelinde insanın kaderini başka insanların insafına terk etmemek yatar.
Neden Cumhuriyet?
Çünkü cumhuriyet eşitlik rejimidir. Cumhuriyet yönetimlerinin temel direklerinden biri eşitliktir. İkinci temel direği ise özgürlüktür. Monarşi / Krallık / Sultanlık / Padişahlık ise ayrıcalıklar rejimidir. Bu rejimlerde eşitlik ve özgürlük yoktur.
Devleti bir kişi, bir azınlık ya da çoğunluk yönetebilir
Monarşi / Krallık / Sultanlık / Padişahlık / Tiranlık / Diktatörlük gibi rejimler tek kişinin kendi çıkarları için devleti yönetmesidir.
Aristokrasi / Oligarşi varlıklı, zengin bir azınlığın, sınıfın kendi çıkarları için toplumu yönetmesidir.
Cumhuriyet / Demokrasi ise halkın çıkarı için toplumun/devletin yine halk tarafından yönetilmesidir. Yani cumhuriyet ve demokrasi çoğunluğun, halkın yönetimidir. Halk, devleti seçtiği temsilciler vasıtasıyla yönetir.
Cumhuriyet yönetimi, halkın bütününün egemen güce yani devlete sahip olmasıdır. Yani devlet monarşilerde / krallıklarda / sultanlıklarda / padişahlıklarda olduğu gibi kişiye ait özel mülk değildir, milletin tamamına aittir.
Demokrasi, halkın hem yöneten hem de yönetilen durumda olduğu bir yönetim biçimidir. Yani oyu ile iradesini açıklayan halk yönetendir.
Her yönetim, varlığını sağlayan bir ilkeye dayanır
Cumhuriyetin / Demokrasinin ilkesi de siyasal erdemdir. Yani yurt sevgisidir, ülke çıkarlarını kişisel çıkarların üstünde tutmadır, bencillikten, açgözlülükten, kişisel tutkulardan, hırs ve isteklerden fedakârlıktır. Velhasıl siyasal erdem, yasalara saygıdır.
Kısaca cumhuriyet rejimlerinde / demokrasilerde hiç kimse yasaların / hukukun üstünde değildir. Yasalara saygının bittiği yerde demokrasi bozulur. Devlet tükenir. Cumhuriyeti / Demokrasiyi ayakta tutan tek güç siyasal erdemdir, siyasal ahlaktır.
Demokrasilerde emir veren de emir alan da eşittir. Demokrasilerde yasaları yapan da uygulayan da egemen gücün yani toplumun kendisidir. Hükümet ise egemen gücün sadece bir aracıdır.
Yönetimlerin bozulması ilkelerin bozulması ile başlar
Cumhuriyet / demokrasi eşitlik ilkesinin kaybolması ile bozulur. Cumhuriyet / demokrasi yönetiminin bozulmasının bir nedeni de yönetim kadrosunun daralmasıdır.
Yönetici kadrosunun daralması ise demokrasiden aristokrasiye, aristokrasiden monarşiye ve nihayet monarşiden diktatörlüğe geçiş demektir.
Cumhuriyetin / demokrasinin temel ilkesi olan eşitlikten kolaylıkla bireyciliğe yani kişi egemenliğine kayılabilmektedir.
İşte, cumhuriyetin / demokrasinin karşılaştığı sorunlardan biri buradan kaynaklanır. Diğer tehlikeler ise anarşi ve despotizmdir. Yasa tanımaz aşırı özgürlük anarşiyi, özgürlüklerin aşırı kısıtlanması da despotizmi doğurur.
Cumhuriyet ve Demokrasi toplumların kaçınılmaz geleceğidir. Demokraside insanlar gerçekten mutlu olmasalar bile mutsuz da olmayacaklardır.
Ancak basın özgürlüğü olmadan da demokrasi olmaz. Basın özgürlüğü demokrasi için son derece önemlidir. Yani haber alma özgürlüğü ama doğru haber alma.
Devletin hayat damarı egemen otoritedir, yani yasama organıdır, yani meclistir. Yasama devletin kalbidir. Yürütme de devletin tüm diğer organlarını hareket ettiren beynidir.
Beyin felç olduğu zaman insan yine de yaşayabilir ama kalp durduğu zaman hiçbir canlı yaşayamaz. Bu nedenle devlet yasama gücüyle yaşar.
Atatürk’ün ilk iş olarak 23 Nisan 1920’de niye meclisi açmış olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Yine 15 Temmuz 2016’da niye TBMM’ye saldırıldığını şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Zira birincisinde milleti var etme, ikincisinde ise milleti yok etme düşüncesi vardır.
Asolan Demokratik Cumhuriyettir
Cumhuriyeti betonarme karkas (demirli betonla yapılmış yapı) bir bina olarak düşünün. Onun değeri, sizin onun dışını ve içini nasıl döşediğinize bağlı olacaktır. Yani o binanın içini/odalarını demokrasi ve insan hakları ile mi, hukukun üstünlüğü ile mi, adalet ile mi, eşitlik ve özgürlükle mi, dışını “yurtta barış dünyada barış” felsefesiyle yani iyi bir dış politika ile mi, velhasıl ne ile ve nasıl döşediğiniz o binanın o cumhuriyetin niteliğini ortaya koyacaktır. Yani demem şu ki, eğer ortada bir eksiklik, yanlışlık varsa, o yanlışlık cumhuriyet rejiminde değil sizdedir, sizin tutum ve davranışlarınızdadır.
Ünlü sosyolog İbn-i Haldun der ki,
Devletler için tarihin bir döngüsü vardır. Hemen hemen her devlet her 100-150 yıl arasında ya kendini yeniler zamana ayak uydurur yaşamaya devam eder ya da tarihin tozlu raflarında yerini alır. Bu bağlamda Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren kendisini dört defa yenilemiştir, zamanın ruhuna ayak uydurmuş ve yaşamaya devam etmiştir. Ancak yirminci yüzyıl başlarında bunu başaramadığı için tarihe mal olmuştur. Fakat millet ve yöneticileri yani Mustafa Kemal Atatürk zamanın ruhunu kavramış, yeni bir devlet kurmuş ve bu devleti de cumhuriyet ile taçlandırmıştır. Mesele bundan ibarettir.
Kısaca Cumhuriyet;
10.Ve kısaca Cumhuriyet, Behçet hocayı Dürdane Köyü’nden alıp profesör yapan rejimdir.
Atatürk ve Cumhuriyet
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, iyi bir asker, iyi bir devlet adamı olduğu kadar aynı zamanda iyi bir fikir adamıdır.
Atatürk bir eylem adamıdır, bir devrimcidir. Devrimlerinin hedefi de Türk toplumunu çağdaş, uygar bir toplum ve devlet yapısına kavuşturmaktır.
Peki, bu çağdaş modern devletin siyasi, sosyal ve ekonomik yapısı nasıl olacaktır?
Atatürk’ün devlet anlayışı bireyci, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve laik bir devlet anlayışıdır.
Bu devlet anlayışının sosyal yapısı bireye dayanacaktır. Birey devletin, toplumun kaynağı ve aynı zamanda da amacı olacaktır. Yani her türlü hakkın kaynağı birey olacaktır. Çünkü özgür olan ve sorumluluk duygusuna sahip olan tek varlık yalnızca insandır. Dolayısıyla devletin temeli ve amacı da bireydir ve haklarının korunmasıdır.
Atatürk özgürlüklerin demokrasi ilkesine dayalı cumhuriyet yönetiminde gerçekleşebileceğini söyler. Çünkü demokrasi yönetimi özgürlükleri tanır, onlara saygı gösterir ve onları korur.
Atatürk’ün öngördüğü devlet sistemi her yönü ile laik bir devlettir.
Bu devlette bireyleri birbirine bağlayan bağ, aynı millete mensup olma bağıdır. Bir topluluğu ulus yapan ise birlikte yaşama istek ve iradesidir.
Atatürk’ün öngördüğü devlet sistemi ulusal devlettir.
Bu devlette siyasal güç ulusta olacaktır. Yani siyasal gücün kaynağı ve sahibi ne Tanrı ne de tek bir kişidir. İktidarın kaynağı da, sahibi de millettir. Egemenlik kayıtsız ve şartsız millete ait olacaktır. İktidarı kullanan kişiler yetkilerini doğrudan doğruya milletten alacaktır. Hiçbir şahıs, sınıf ya da zümre iktidarda hak iddia edemez ve hiç kimse milletten kaynaklanmayan bir gücü kullanamaz.
Milli egemenlik ilkesi cumhuriyet yönetimini, halk yönetimini getirir. Milli egemenlik ilkesi demokrasi düşüncesinin uygulanış ve gerçekleşme biçimidir.
Cumhuriyet yönetiminin üstünlüğü diğer yönetimlerle karşılaştırıldığında ortaya çıkar.
Gücünü ve yetkisini Tanrı’dan aldığını ve yalnız Tanrı’ya karşı öbür dünyada hesap vereceğini varsayan, düşünen; devleti ve ülkeyi özel mülkü kabul eden bir hükümdar/padişah/sultan/kral adı her neyse hiçbir kayıt kabul etmez.
Böyle bir yönetimde milletin özgürlüğü, varlığı söz konusu dahi olamaz. Böyle olunca monarşi yönetimi demokrasi ve milli egemenlik ilkesi ile bağdaşmaz.
Yönetimin belli kişilerin ve sınıfların elinde bulunması da kabul edilemez. Bu yönetim tarzı millete ait egemenliği kendi çıkarları için zorla ele geçirmesinden başka bir şey değildir.
O zaman Cumhuriyet ile sultanlık / padişahlık arasındaki fark nedir?
Milli egemenlik ilkesinin uygulaması olan cumhuriyet ile sultanlık / padişahlık arasındaki fark ise cumhuriyetin erdeme dayanan bir yönetim olmasına karşılık, sultanlık / padişahlık korku ve tehdide dayanan bir yönetimdir.
Cumhuriyet, ahlaki erdeme dayanan bir yönetimdir.[1] Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet yönetimi, erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir.
Bir yönetimin iyi ya da kötü olduğunu anlamak için bu yönetimin amaçlarını gerçekleştirip gerçekleştirmediğine bakmak gerekir.
Ve yönetimlerin başlıca iki amacı vardır, biri milletin korunmasıdır, diğeri ise milletin refahının sağlanmasıdır. Bu iki amacı gerçekleştiren yönetimler iyi, gerçekleştirmeyenler ise kötüdür.
100 yıllık cumhuriyet yönetimine baktığımızda da bu iki hususun layıkıyla yerine getirilmiş olduğunu görüyoruz.
Cumhuriyet, çelişkiler yerine dengeyi, uzlaşmazlıklar yerine barışı, ayrılık ve farklılıklar yerine birliği, parçalanmak yerine bütünleşmeyi hedef almış ve Türk toplumunun tarihsel niteliklerini kaynak kabul ederek bu topluma her şeyden önce iç ve dış barışı getirmiştir.
Türkiye Cumhuriyetini mucize olarak da tarif edemeyiz. Özünde Atatürk’ün ve Türk milletinin mücadelesi, alın teri, emeği, çalışması, fikir ve düşünceleri vardır. Cumhuriyetin özünde akıl ve bilim vardır, millet vardır. Cumhuriyet Atatürk ve millet gerçeğidir.
Atatürk ve Cumhuriyet
Bildiğim kadarıyla Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Türkiye’de tek vakıf destekli devlet üniversitesi. Üniversiteyi kuran ve destekleyen İzzet Baysal Vakfı’dır. Üniversite açıldığında büyük hayırsever rahmetli İzzet Baysal’a soruyorlar, “en büyük eseriniz yani üniversiteniz bugün açıldı, ne hissediyorsunuz.” Rahmetli şöyle cevap veriyor: “birincisi üniversite benim değil, devletimin ve milletimindir; ikincisi, benim en büyük eserim üniversite değil İzzet Baysal Vakfı’dır. Eğer ben bu vakfı kurmamış ve tüm mal varlığımı da bağışlamamış olsaydım başta üniversite olmak üzere tüm bu eserler olmazdı.”
Şimdi bunu Atatürk, Cumhuriyet ve kazanımları yani Atatürk’ün “benim en büyük eserim Cumhuriyettir” sözü bağlamında düşünürsek durumu daha iyi anlamış oluruz. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapı taşı, temel ilkesi “Cumhuriyet’tir”. Çünkü Cumhuriyet olmadan kazanımları da ve eserleri de olmaz.
Demokratik bir Cumhuriyet rejiminin ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamak için Ortadoğu ülkelerine bakmanız yeterli olacaktır.
Son söz
Sevgili dostlar,
Ancak şunu bilmeliyiz ki, milletimiz / devletimiz / cumhuriyetimiz dün olduğu gibi bugün de bazı iç ve dış mihrakların/düşmanlarının hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Bugün içte ve dışta yaşadığımız, milletimize / cumhuriyetimize yönelik düşmanca oyunlar Türk milletinin birlik ve beraberliğini, toprak bütünlüğünü bozmaya yöneliktir.
Bu geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de olacaktır. Ancak Türk milleti geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu tür oyunları birlik ve beraberlik içinde bozacaktır. Dolayısıyla sürekli dış güçler demekten vazgeçelim. Asolan iç güçlerdir. Eğer biz içerde güçlüysek ki tarih bize bunu gösteriyor, dış güçler vız gelir tırıs gider. Bugün gelirler, yarın giderler, yarın gelirler öbür gün giderler kısaca geldikleri gibi giderler. Yeter ki biz birlik beraberlik içinde olalım, Atatürk’ün gösterdiği yolda olalım.
Sevgili dostlar,
Bugün yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen biz inanıyoruz ki; başta Atatürk ilke ve devrimleri olmak üzere milli ve çağdaş değerlere bağlı, insanını çağın gerektirdiği bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun bir şekilde eğitmiş, güçlü bir Türkiye, üzerinde oynanan çirkin oyunlara son vereceği gibi jeostratejik ve jeopolitik yeri itibariyle dünya barışının ve bugünkü mevcut uluslararası dengenin mihenk taşını teşkil edecektir.
Bunlar, yani tüm olumsuzluklar, sorunlar bir gün elbet bitecektir, mazi olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan Atatürk ilke ve devrimlerinin ışığında medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.
Sözlerimi büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün şu güzel sözüyle bitirmek istiyorum;
“Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan ilkelerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”
Ya da daha güncel bir ifadeyle;
Cumhuriyet’le kalın, Atatürk’le kalın, Atatürk ilke ve devrimlerinin aydınlattığı yolda kalın, sevgiyle kalın. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınız ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 101. Yılı Kutlu Olsun. 29 Ekim 2024. BKY.
Erdem: Ahlakın övdüğü, ahlaklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adıdır.
Devletlerin birbirlerine karşı savaş hazırlıkları, yirminci yüzyıla kadar yalnızca düşman silahlı gücüne karşı yapılırken, yakın zamandan itibaren söz konusu hazırlıklar tarafların birbirlerinin tüm milli güç unsurlarına karşı yapılmaya başlamış, böylece cephe gerisinde ve cephe savaşı öncesinde bir savaş stratejisi ortaya çıkmıştır. Devletler bu duruma “Topyekûn Savaş” adını vermişler, bu da “Milli Güvenlik” kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Devletler, diğer devletler üzerindeki milli çıkarlarını gerçekleştirebilmek için içeriden ve/veya dışarıdan gereğinde kullanılmak üzere potansiyel tehdit yaratılması için sürekli çabalar sarf edilmiş ve politikalar oluşturulmuştur. Yaratılan potansiyel tehdidin, ne zaman ve nasıl kullanılacağı hakkında politikalar ve stratejiler geliştirilmiştir. Karşıtında ise, karşı potansiyel tehdit ile onun politikası ve stratejisi ortaya konulmuştur. Bu oluşum, tarihi süreç içerisinde de devam etmiştir.
Bu durumda milli güvenlik; devletin anayasal düzenini, milli varlığını, bütünlüğünü, uluslararası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik bütün çıkarları yanında, uluslararası antlaşmalarla tespit edilen haklarını her türlü iç ve dış tehditlere karşı koruması ve kollamasıdır. Kısaca; milli güvenlik, devletin kendisini yıpratmak amacıyla yapılan veya yapılacak olan her türlü faaliyete karşı bir takım tedbirler alması gereğidir.
İnsanlar, çalışma hayatlarında amaçladıkları hedefe ulaşabilmek ve başarmak için bir güç sarf etmek zorundadır. Bu güç, maddi olabileceği gibi, maddi-manevi bir nitelik de taşıyabilir. Kişi hayatında geçeri olan bu ilke, devlet hayatı için de geçerlidir. Dolayısıyla milli güç, bir ulusun, ulusal hedeflerine ulaşabilmek amacıyla kullanılabilecek maddi ve manevi kaynakların toplamıdır. Başka bir ifadeyle, bir devletin, diğer devletler karşısında arzuladığı sonuçları elde etmesini sağlayan imkân ve kabiliyetlerin toplamıdır. Milli güç, siyasi, askeri, ekonomik, nüfus, coğrafi, bilimsel ve teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel güçlerin birleşiminden oluşur. Türk milleti, Kurtuluş Savaşı’nda, milli gücün sıraladığımız bu tüm unsurlarını çok iyi kullanabildiği için başarılı olmuştur.
Anadolu, kabul etmek gerekir ki, dünyanın en önemli jeopolitik ve jeostratejik konumlarından birisine sahiptir. Yer altı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği yanında, genç, dinamik ve kültürel değerleri yüksek bir topluma sahiptir. Bu nedenlerle sosyal, siyasal ve ekonomik açılardan arzulanan noktaya gelen bir Türkiye Cumhuriyeti’nin bölge ve dünya üzerinde oynayacağı rolü takdir etmek hiç de zor olmasa gerek. Dolayısıyla Türkiye açık ya da gizli birçok oyun ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu şekilde yıpratılan Türkiye’nin bir dış saldırı ile sahip olduğu Anadolu’dan mahrum bırakılmak istendiği, kabul edilmesi zor olmayan bir amaçtır. İşte bütün bu oyunların ve amaçların önüne geçmede vatandaşların bilinçli olması gerekir. Dış güçler ile onların ülkemizdeki iş birlikçilerinin toplumumuzda yaratmak istedikleri kavga ortamına karşı bilinçli olmak, birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmek ve yurttaş olmaktan kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirmek durumunda olduğu sürece, milletimizin milli hedefler ile milli menfaatler konularında önemli problemler ile karşı karşıya kalmayacağı açıktır.
Türkiye, son yıllarda demografik yapısıyla bilinçli olarak oynanarak bölünmek amaçlı birtakım faaliyetler ile karşı karşıyadır. Tarihsel kökenleri olmayan bu hareket, sonuçsuz kalmaya mahkûm ise de, Türkiye üzerinde oynanan oyunların ne derece olumsuz yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Türkiye’de görülen yıkıcı faaliyetlerin amacı; laik-demokratik sistemi değiştirmektir. Bu amaçla da yıllardır ülkemizde birtakım faaliyetler yapılmakta ve dışarıdan da desteklenmektedir. Bu yıkıcı faaliyetlerden biri de irticai faaliyetlerdir. Osmanlı Devleti’nin yenileşme çabalarından itibaren başlayan irtica hareketleri, Türkiye Cumhuriyeti’nde artan oranda devam etmiştir. İrticai faaliyetlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik-demokratik yapısını değiştirerek yerine teokratik, yani din esasına dayalı bir devlet kurmaktır. Böyle bir devletin, Osmanlı Devleti’nde ne gibi olumsuz sonuçlar ortaya çıkardığı biliniyorken, günümüzde aynı yönetim biçimine sahip devletlerin yaşadıkları gözlerimizin önünde iken, Türkiye’nin irticai hareketlerle karşı karşıya kalması çok anlamlıdır. Emperyalist güçler, laik-demokratik bir sistemde güçlenen Türkiye’nin, egemenlikleri altındaki ülkelere örnek olmasından rahatsızlık duymaktadır. Şurası açıktır ki, demokratik devletlerin başkaları tarafından sömürülmesi mümkün olamamaktadır.
Anadolu topraklarda bir bütün olarak yaşamak, onu “vatan” kabul ederek “vatanseverlik” duygu ve düşüncesi içerisinde hareket etmek aklın gereği olduğu kadar da mantığın gereğidir. Yakın zaman Türk tarihi göstermiştir ki, dışarıdan kaynaklanan ve içeriden desteklenen tüm hareketler milletimize zarar ve acı vermekten başka bir sonuç doğurmamıştır. Türk milleti, yaşadığı sorunları laik-demokratik sistem içerisinde çalışarak aşmasını bilecektir. Türkiye, iç ya da dış kaynaklı, nedeni ne olursa olsun sorunlarını çözerek her zaman güçlü bir devlet olmak zorundadır.
Bir ülkede yaşayan insanların sayısı, nüfus gücünün başlıca etkenlerinden biridir. Ancak nüfus, devletlerin gücü karşılaştırılırken sadece sayı bakımından ele alındığında, her zaman avantaj veya dezavantaj belirlemez. Ancak, her ne olursa olsun nüfus, potansiyel bir güçtür ve bu bakımdan değer taşır. Başka bir deyimle, planlı ve programlı bir şekilde gelişim sağladıkça, ona paralel biçimde aktif hale gelir ve gerçek bir güç unsuruna dönüşebilir. Türkiye, sahip olduğu genç nüfusu değerlendirebildiği takdirde nüfus gücü açısından milli güce büyük katkıda bulunacaktır. Fakat nüfus artışı, ülke kalkınmasının üzerinde ise ortaya birçok sorunun çıkacağı açıktır. Türkiye, nüfus artışı, ekonomik kalkınmasının üzerinde olan bir ülke olarak başta eğitim, maliye ve işsizlik olmak üzere çeşitli sorunlar yaşamaktadır.
Savaşlarla işgal edilemeyen Türkiye, bugün adına sığınmacı denilen milyonlarca ne olduğu belli olmayan insanın istilası, işgali altındadır. İşte bu durum tam bir milli beka meselesidir. Bu duruma seyirci kalınmasının bir tek izahı vardır… Öyle görünüyor ki, “Şark Meselesi” hortlamıştır. Bu gidişle yakın bir zamanda “Hasta Adam” metaforu da hortlayacaktır. Yine öyle görünüyor ki, orta vadede ülkedeki demografik yapı Türk milletinin aleyhine bozulacaktır. Türk milleti azınlık durumuna düşecek ve tarihte olduğu gibi yine aşağılanacaktır. Ülkenin ise teokratik bir federasyona dönüşebileceği tehlikesi var olacaktır. Bugün tehlike doğudan değil batıdan ve dışarıdan olduğu kadar da içeriden gelmektedir.
Geçmişten günümüze Türkiye üzerinde oynanan oyunlar “Şark Meselesi”nin bir parçasıdır. Zaman içinde adı değişse de özü değişmemiştir; Mesela bugünün Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gibi.
Tarihi kökeni oldukça eski olan ve Avrupa’yı fazlasıyla meşgul eden “Şark Meselesi”ni iki kısımda değerlendirmek mümkündür. Birincisi, 1071-1683 arasındaki dönemdir. Bu dönemde Avrupa savunmada, Türkler ise taarruz halindedir. Bu dönemi kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Türkleri Anadolu’ya sokmamak; 2) Türkleri Anadolu’da durdurmak; 3) Türklerin Balkanlara geçişini önlemek; 4) İstanbul’un Türkler tarafından fethini önlemek ve 5) Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerleyişlerini durdurmak.
Şark Meselesi’nin kabul edilen bu hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu’ya girmiş, Rumeli’ye geçmiş, Balkanları zapt etmiş ve Viyana kapılarına dayanmıştır. Fakat 1683 tarihinde Viyana’da yenilgiye uğramasıyla, Şark Meselesi’nin birinci safhası sona ermiş, ikinci safhası başlamıştır.
Bu safhada; Türkler savunmada, Avrupa taarruzdadır. 1923 yılına kadar devam eden bu safhada ki Şark Meselesi’ni ise kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Balkanlardaki Hıristiyan milletlerini Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak; 2) Kurtulamazlar ise, Hıristiyanlar için reform istemek, Hıristiyan halkları için müdahale etmek; 3) Türkleri Balkanlardan tamamen atmak; 4) İstanbul’u Türklerin elinden geri almak; 5) Başta Anadolu olmak üzere Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıklar için reform yaptırmak, onların özerklik ve bağımsızlık kazanmasını sağlamak ve 6) Anadolu’yu paylaşmak ve Anadolu’daki Türk varlığıma son vermektir.
Görüldüğü gibi gerek Balkan ve gerekse Ortadoğu ve Türkiye ile ilgili tüm sorunların ortaya çıkış sebebi; Şark Meselesi’nin uygulamaya konulması temel düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Günümüzde de Ortadoğu, Filistin, Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Ege, irtica ve bölücülük sorunu olarak mevcut olan Şark Meselesi, jeostratejik ve ideolojik görünümüyle varlığını sürdürmektedir.
Batı daima bir ötekine karşı birleşmiş, bir “öteki” yaratmıştır. Bu “öteki” tarih boyunca Araplar, Ortodokslar, Yahudiler, Ruslar fakat en uzun süre Türkler “öteki olmuştur. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası Batı yeni “öteki”ler yaratma peşinde olmuştur. Batı için, Ruslar ve Türkler tekrar “öteki” olmuş gibi görünüyor.
1990’lar ve 2000’li yıllar dünyada yeni değişmelerin ortaya çıktığı yıllar oldu. Bu yeni değişimin ekonomik ve siyasi olduğu kadar sanat ve kültür boyutu da oldu. Fakat iktisadi ve siyasi nedenleri ağırlıklı olarak bu değişimin lokomotifleri oldu. Yine bu yıllar Batı’nın bütün dünyaya tek boyutlu bir yapılanmayı getirme çabalarının yaşandığı dönemlerdir. Bu tek boyutluluğun oturtulmak istendiği temel de; Batı’nın her alanda egemen olduğu bir dünyanın kurulması yani kapitalizmin egemen olduğu bir dünyanın oluşturulması; başka bir ifadeyle güçlü azınlığın, zayıf çoğunluğa egemen olduğu bir düzen. Zira ulusal politikalar, vahşi kapitalizmin en fazla rahatsızlık duyduğu politikalardır. Bunun sebebi ise çok basittir; ulusal politikalar, ulusal çıkarların korunmasına öncelik tanır. Bu ise çok uluslu şirketlerin ve bunların arkasındaki büyük devletlerin hiç hoşlanmadıkları şeydir.
1990’larda yani Soğuk Savaş sonrasında başlayan değişimin günlük hayata yansımalarını şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Toplumsal ögelerin yerine bireysel ögelerin ağır basması; herkesin kurallarını kendi koyduğu ya da hiç kural tanımadığı bir dünya düzeni. Değerler sistemini yok sayma modası; 2) Teknolojik gelişmenin insana egemen olduğu bir düşünce, kültür, sanat anlayışının yaygınlaşması; insanın, teknolojinin bağımlısı olması; 3) Kaba, basit, maddeci ögelerin öne çıkması; öz yerine biçimin ağırlık taşımaya başlaması; 4) Her şey gridir, her toplum mozaiktir, toplum yoktur-topluluk vardır felsefesinin yaygınlaştırılması; 5) Az gelişmiş ülkelerin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel kimlik bunalımı içine itilmesi.
Günlük yaşama yansımış görünen bu tür hareketlenmeler aslında egemen güçlerin ekonomik ve siyasal tercihlerinin ve politikalarının bir sonucu olarak yaşanmaktadır. Sistemin mantığı ve felsefesi ise çok net ve basittir; sel sularına karşı barajlar kalksın; barajlar, kafalardaki ulusal değerlerdir ve esas amaç da bu değerlerin değiştirilmesine yöneliktir.
Bugün müttefik dediğimiz Batı tarafından her alanda sıkıştırılmakta olan Türkiye’nin bölgesindeki büyük ülkelerle işbirliğini geliştirerek Batı karşısında denge kurması gerekiyor. Zira Batı’nın Türkiye üzerindeki yeni talepleri, Türkiye’ye başka bir seçenek bırakmamıştır. Türkiye bu seçenek ile içinde bulunduğu bölgede yarınını güvence altına alıp, bölgenin güçlü ve büyük bir ülkesi durumuna gelebilir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihi, coğrafi, kültürel ortam, kısaca jeopolitik yapı; Türkiye’nin uzun dönemli çok yönlü ve çok seçenekli, Batı’dan bağımsız politikalar üretmesini gerektirmektedir. Bunun için Atatürkçülüğün temel ilkelerinden olan tam bağımsızlığı, kayıtsız şartsız milletimizin egemenliğini, kısaca Cumhuriyetimizi Atatürk’ün kurduğu şekliyle korumamız gerekmektedir. Zira Türk Devrimi Batı kültürü ile entegrasyonu değil, Batı kültürü ile uyumu aramıştır. Türk Devrimi dinamiktir. Evrimleşerek devam etmekte, canlılığını korumaktadır. İnsan hakları ve hukuk devrimini içeren politik yönü ile gelişmesini sürdürmektedir. Dolayısıyla geleceğimizi bağlamayan, gelişmelerin değerlendirilmesine olanak verecek özgün politik seçenekleri ancak, bağımsızlığımızı, egemenliğimizi koruduğumuz ölçüde gerçekleştirebiliriz. Kısaca ulusal amaçlarımız yönünde gelişmenin en büyük güvencesi bağımsızlığımız ve egemenliğimizdir.
Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında devraldığı mirasa oranla çok büyük mesafeler almasına rağmen henüz istenilen noktaya gelememiştir. Fakat milletimiz, laiklik ve demokrasiye sahip çıktıkça, bilinçli davranıp tahriklere kapılmadığı sürece milli menfaatlerini korumada daha sağlam adımlar atacaktır.