05 Aralık 2025 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.

jojobet
Marsbahis
deneme bonusu veren siteler
1xbetbetpasmariobet
escort konya
a
en iyi rulet siteleri
Prof Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa

Prof Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa

24 Kasım 2025 Pazartesi

“Başöğretmenlik Nedir?”

“Başöğretmenlik Nedir?”
4

BEĞENDİM

ABONE OL

Atatürk’ün kişiliğinin oluşmasında öğretmenlerinin önemli bir payı vardır. Atatürk, genellikle mesleğinde başarılı, mesleğinin gerektirdiği özellikleri taşıyan öğretmenlere sahip olmuştur ki bu kendisi ve Türk milleti için büyük bir mutluluktur.

Atatürk ve eğitim ilişkisinin diğer bir boyutu, O’nun eğitimimize ilişkin gözlem ve teşhislerde bulunmuş, eğitimimizin temel hatalarını görmüş ve milletimize göstermiş olmasıdır. Atatürk, toplumda yaygın bir bilgisizlik bulunduğunu, kurtuluş ve ilerlemenin bunu ortadan kaldırıp, toplumda bilimi, eğitimi yaymakla sağlanacağını her vesile ile dile getirmiştir. O’na göre, bu bilgisizlikte kusur halkın değil, Türk’ün karakterini anlamayarak onun kafasını zincirlerle saran eski yöntemlerindir ki bunlar, kendi devamları için, halkın bilgisizliğini sürdürmeyi gerekli görmüşlerdi.

Cumhuriyetten önce, insanlarımız ülkenin gerçek ihtiyaçlarına ve milli düşüncelere göre değil, geleneklere ve tesadüflere göre eğitiliyordu. Öğretimde bilimsel yöntemler ve amaçlar hâkim değildi. Yetişme kayaklarının farklılığı nedeniyle, insanlarımız arasında düşünce, duygu, ideal birliği yoktu. Yalnızca azınlıklar ve yabancılar eğitimin kendi siyasi ve ekonomik amaçları için önemini anlamışlardı.

Atatürk, öğrencilik hayatında çeşitli ve birbirine zıt eğitim-öğretim yöntemlerini bizzat yaşamış, bunların öğrencileri ve gençleri nasıl etkilediğini gözlemlemiş, ayrıca, yüzyıllardır uygulanan geleneksel eğitim yöntemlerinin ne gibi sonuçlar verdiğini görmüştür. Atatürk’e göre, milli olmayan eğitimimiz, yüzyıllar süren felaketlerimizin temel sebeplerindendir. Atatürk, her maarif nazırının başka bir program uygulattığını söyledikten sonra der ki: Bütün bu uygulama ve programlar ne veriyordu? Çok bilmiş, çok öğrenmiş birtakım insanlar… Ama neyi bilmiş? Birtakım nazariyatı bilmiş! Fakat neyi bilmemiş? Kendini bilmemiş, hayatını, ihtiyacını bilmemiş, yaşamak için lazım olan her şeyi bilmemiş ve aç kalmış! İşte bu öğrenim tarzının uğursuz sonucu olarak denilebilir ki, memlekette aydın olmak demek, çok bilmiş demektir. Sefalete ve fakirliğe mahkûm olmak demektir.

Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinde bağımsızlık mücadelesine girişirken ve Cumhuriyet’i kurarken, gençliğin bundan sonra hangi ilkelere, amaçlara, hangi eğitim felsefesi ve dünya görüşüne göre yetiştirilmesi gerektiğinin ivedilikle belirlenmesi çok önem taşıyordu. Gençliğin eğitimi artık eskiden beri süregelen, denenmiş, değersizliği ve hatta zararları kanıtlanmış bir felsefe ve dünya görüşüne göre yapılamazdı. Türk milletini ileri götürecek, insancıl, akılcı yeni eğitim ilkelerine ihtiyaç vardı.

Atatürk, bilimin her alanda olduğu gibi eğitimde de bize tek yol gösterici olması gerektiğini söylemiştir. Bu açıdan da o, eğitim tarihimizde yepyeni bir çığır açmıştır. Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere bu konuda seslenişi şöyledir: Dünyada her şey için maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir, dalalettir.

Atatürk, eğitimle ilgili teşhislerde bulunmak, öneri ve görüşler ileri sürmekle kalmamış, milletimizin öğretmeni ve eğitim uygulayıcısı da olmuştur. Çünkü O, bir devlet kurucusu ve cumhurbaşkanıdır. İlk eğitim bilimcimiz Farabi (870-950), devlet başkanının milletin eğitimcisi olması gerektiğini, onun öğrenme ve öğretmeyi sevmesini, her şeyi kolayca öğretmesini bilmesi gerektiğini söylemişti. İşte Atatürk, tarihimizde pek çok yöneticinin ihmal ettiği bu eğitimcilik görevini en iyi biçimde üstlenmiş, daha sonraki devlet adamlarına da izlemeleri gereken bir örnek olmuştur.

Atatürk, belki de eğitimin, öğretimin önemini en iyi anlamış ve anlatmış devlet adamı, devlet kurucusudur. 15 Temmuz 1921’de, Sakarya Savaşı’ndan az önce, bir ara cepheden Ankara’ya dönerek, öğretmenlerden oluşan Maarif Kongresi’ni açması ve orada çok önemli bir konuşma yapması bunu kanıtlar.

Atatürk, 1936’da Florya köşkündeki toplantılardan birinde, Behçet Kemal Çağlar’a dönerek, “sen çabuk şiir yazarsın, şu içerideki odaya çekil, bende hangi nitelikleri görüyorsan hepsini anlatan bir şiir yaz” emrini verdi. Şair, istenileni yaptı, yarım saat sonra uzun bir şiirle geldi. Atatürk, “oku bakalım” dedi. Şair mısralarını canlı ve hakkını vererek okudu. Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri, devrimleri bir bir dile getirilmişti. Fakat Atatürk, “olmamış dedi, benim asıl bir niteliğim var ki onu hiç yazmamışsın.” Herkes şaşırmıştı. Bu yazılmayan niteliği ne olabilirdi? Atatürk, dinleyenleri fazla bekletmeden, “benim asıl kişiliğim öğretmenliğimdir, dedi. Ben milletimin öğretmeniyim, bunu yazmamışsın.”

Atatürk gerçekten Kurtuluş Savaşı ve inkılaplarını hep bu sabırlı, ikna edici, güven verici “öğretmenliği” sayesinde başarmıştı. İstiklal Savaşı zaferle sona erdikten sonra, kendisine, “işte memleketi kurtardınız, şimdi ne yapmak istersiniz?” diye bir soru yöneltilince, Atatürk şu cevabı vermiştir: “Eğitim Bakanı olarak milli irfanı yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir.”

Atatürk’ün Başöğretmen unvanı ile yeni Türk harflerini halka öğretmek için giriştiği çabalar da onun gerçek bir öğretmen, tüm Türk milletinin öğretmeni olduğunu ortaya koymaktadır. O’nun halka verdiği alfabe derslerinin her birinde öğretmenlik sanatının incelikleri görülür.

Okulları ziyarete büyük önem veren Atatürk, birçok öğretmenin dersine girmiş, kendisi ders anlatmış, anlatılan dersleri dinlemiş, öğretmenlere, öğrencilere sorular sormuş, kendisi açıklamalar yapmıştır. Atatürk Kayseri Lisesi’nde, Abdullah Efendi adında bir Fizik öğretmeninin dersine girmiştir. Öğretmen, sanki sınıfta Atatürk ve arkadaşları yokmuş gibi, son derece tabii bir şekilde dersine devam eder. Bir ara Atatürk kara tahtanın önünde durunca öğretmen, “Paşam biraz çekilin, çocuklar tahtayı göremiyorlar” der. Atatürk büyük bir hayranlık, arkadaşları büyük bir şaşkınlık içindedirler…

Atatürk ve Başöğretmenlik kavramı, Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim anlayışında çok önemli bir yere sahiptir.

Atatürk ve Eğitimdeki Rolü

Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyetin kurucusu olarak eğitimi toplumun ilerlemesi için temel unsur kabul etmiştir. Onun eğitim vizyonu şu ilkelere dayanır:

  • Laiklik: Eğitimde din ve devlet işlerinin ayrılması.
  • Bilimsellik: Çağdaş, akılcı ve bilimsel yöntemlerin benimsenmesi.
  • Halkçılık: Eğitimin herkes için erişilebilir olması.
  • Ulusal kültürün korunması: Türk kültürünü ve dilini geliştirme.

Atatürk, “En büyük savaş cehalete karşı yapılan savaştır” diyerek eğitimi bir milletin bağımsızlığı için vazgeçilmez görmüştür.

Başöğretmenlik Nedir?

  • Başöğretmenlik unvanı, Atatürk’e 24 Kasım 1928’de Harf Devrimi sonrasında verilmiştir. Bu unvan, onun Türk harflerini öğretme ve yeni eğitim sistemini kurma konusundaki öncülüğünü simgeler.
  • 24 Kasım Öğretmenler Günü, Atatürk’e bu unvanın verildiği tarih olduğu için kutlanır.
  • Başöğretmenlik, Atatürk’ün sadece siyasi lider değil, aynı zamanda eğitimde reformcu ve öğretici kimliğini temsil eder.

Atatürk’ün eğitimle ilgili birçok sözü vardır ve bunlar onun eğitim anlayışını yansıtır. İşte en bilinen ve anlamlı olanlardan bazıları:

  1. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”
  • Anlamı: İnsanların yol göstericisi, rehberi bilim ve fen olmalıdır. Atatürk, eğitimin temelinin bilimsel düşünceye dayanması gerektiğini vurgular.
  1. “Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum hâlinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder.”
  • Anlamı: Bir milletin kaderini belirleyen en önemli unsur eğitimdir. İyi eğitim özgürlük ve refah getirir, kötü eğitim ise geri kalmışlık.
  1. “Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini sizler yetiştireceksiniz.”
  • Anlamı: Cumhuriyetin geleceği öğretmenlerin elindedir. Atatürk, öğretmenlere büyük sorumluluk yükler.
  1. “Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin kalıcı neticeler vermesi mümkün değildir.”
  • Anlamı: Askerî zaferler geçicidir; kalıcı başarı için eğitimli bir toplum gerekir.
  1. “Milletimizi gerçek saadete ulaştıracak olanlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.”
  • Anlamı: Toplumun mutluluğu ve ilerlemesi öğretmenlerin yetiştirdiği nesillere bağlıdır.

Atatürk’ün eğitimle ilgili sözleri, günümüzde hâlâ çok güçlü bir şekilde yankılanıyor. İşte bu sözlerin bugünkü yansımaları:

  1. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”

Günümüzdeki yansıması:

  • STEM (Fen, Teknoloji, Mühendislik, Matematik) eğitimine verilen önem artıyor.
  • Bilimsel düşünce ve eleştirel akıl, müfredatın merkezinde olmalı; ancak hâlâ ezberci eğitim anlayışıyla mücadele ediliyor.
  • Dijitalleşme ve yapay zekâ çağında, bu söz daha da kritik hale geldi.
  1. “Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum hâlinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder.”

Günümüzdeki yansıması:

  • Eğitim kalitesi, ekonomik kalkınma ve demokrasiyle doğrudan ilişkili.
  • Nitelikli eğitim alamayan toplumlar, bilgi ekonomisinde geri kalıyor.
  • Türkiye’de fırsat eşitsizliği hâlâ büyük bir sorun; bu söz, sosyal adalet için eğitimin önemini hatırlatıyor.
  1. “Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini sizler yetiştireceksiniz.”

Günümüzdeki yansıması:

  • Öğretmenler hâlâ eğitim sisteminin temel taşı; ancak ekonomik ve sosyal sorunlar motivasyonu düşürüyor.
  • Öğretmenlerin mesleki gelişimi ve saygınlığı artırılmadıkça bu hedef tam anlamıyla gerçekleşemez.
  1. “Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin kalıcı neticeler vermesi mümkün değildir.”

Günümüzdeki yansıması:

  • Teknoloji ve bilgi çağında, askeri güçten çok bilgi gücü belirleyici.
  • Eğitimde geri kalan ülkeler, küresel rekabette söz sahibi olamıyor.
  • Türkiye’nin uluslararası başarıları için eğitim reformları şart.
  1. “Milletimizi gerçek saadete ulaştıracak olanlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.”

Günümüzdeki yansıması:

  • Öğretmenlerin rolü hâlâ kritik; ancak ekonomik sorunlar, iş yükü ve mesleki saygınlık kaybı bu misyonu zorlaştırıyor.
  • Öğretmenlerin güçlendirilmesi, eğitimde kaliteyi doğrudan etkiler.

Türkiye’de öğretmenlerin karşılaştığı sorunlar çok boyutlu ve hem ekonomik hem sosyal hem de mesleki alanlarda yoğunlaşıyor. Araştırmalar ve raporlara göre öne çıkan başlıca sorunlar şunlar:

  1. Ekonomik Sorunlar
  • Düşük maaşlar ve yetersiz ek ödemeler: Öğretmen maaşları OECD ortalamasının altında ve enflasyon karşısında eriyor. Mesleğin ilk yılı ile en yüksek kademe arasındaki maaş farkı sadece %12 iken OECD’de bu oran %66.
  • Geçim sıkıntısı: Özellikle özel okul öğretmenleri daha düşük ücretlerle çalışıyor ve sosyal haklardan yoksun.
  • Ücretli ve sözleşmeli öğretmenlik: Güvencesiz çalışma koşulları, iş güvencesi eksikliği ve düşük ücretler öğretmenlerin motivasyonunu olumsuz etkiliyor.
  1. Mesleki Sorunlar
  • Mesleki saygınlığın azalması: Öğretmenlik mesleği son yıllarda ciddi itibar kaybı yaşadı; 2015’te 4. sıradayken 2020’de 14. sıraya geriledi.
  • Aşırı iş yükü ve kırtasiyecilik: Evrak işleri, raporlamalar ve bürokratik süreçler öğretmenlerin zamanını alıyor.
  • Kalabalık sınıflar: Özellikle büyük şehirlerde sınıf mevcutlarının fazla olması öğretim kalitesini düşürüyor.
  • Mesleki gelişim eksiklikleri: Hizmet içi eğitimlerin yetersizliği ve öğretmenlerin kendini geliştirme fırsatlarının sınırlı olması önemli bir sorun.
  1. Sosyal ve Psikolojik Sorunlar
  • Velilerle iletişim sorunları ve ilgisizlik: Okul-aile işbirliğinin zayıf olması öğretmenleri yalnız bırakıyor.
  • Mobbing ve yönetim baskısı: Okul yönetimiyle yaşanan iletişim sorunları ve mobbing vakaları öğretmenlerin psikolojik sağlığını olumsuz etkiliyor.
  • Değersizlik hissi ve tükenmişlik: Görülmeme, dinlenmeme ve destek eksikliği öğretmenlerde içsel tükenişe yol açıyor.
  1. Yapısal Sorunlar
  • Atama ve istihdam sorunları: Mezun olan öğretmenlerin önemli bir kısmı atanamıyor; bu durum hem ekonomik hem psikolojik sorunlara neden oluyor.
  • Norm kadro ve öğretmen açığı verilerinin tutarsızlığı: Eğitim politikalarında veri eksikliği planlamayı zorlaştırıyor.

Türkiye’de öğretmenlerin yaşadığı sorunlara yönelik çözüm önerileri dört ana başlık altında toplanabilir:

  • Maaşların iyileştirilmesi ve ekonomik destek mekanizmalarının güçlendirilmesi.
  • Sınıf mevcutlarının azaltılması ve öğretmen istihdamında adil planlama.
  • Okul-aile işbirliğinin artırılması, kırtasiyeciliğin azaltılması.
  • Mesleki gelişim programlarının yaygınlaştırılması ve öğretmenlerin sosyal statüsünü güçlendirecek politikalar geliştirilmesi.
  1. Ekonomik Çözümler
  • Maaşların iyileştirilmesi: Öğretmen maaşları en azından OECD ortalamasına yaklaştırılmalı; enflasyon karşısında erimeyi önlemek için düzenli güncellemeler yapılmalı.
  • Ek ödemeler ve teşvikler: Kırsal bölgelerde çalışan öğretmenlere ek ücret, lojman desteği ve ulaşım yardımı sağlanmalı.
  • Özel okul öğretmenleri için standartlar: Asgari ücretin üzerinde taban maaş belirlenmeli ve sosyal haklar garanti altına alınmalı.
  • Ücretli öğretmenlik yerine kadrolu istihdam: Güvencesiz çalışma biçimleri kaldırılmalı, tüm öğretmenler kadrolu hale getirilmeli.
  1. Mesleki Çözümler
  • Mesleki saygınlığın artırılması: Kamu spotları, medya kampanyaları ve ödül sistemleriyle öğretmenlik mesleğinin itibarı güçlendirilmeli.
  • Kırtasiyeciliğin azaltılması: Dijital platformlar yaygınlaştırılarak evrak yükü minimize edilmeli.
  • Sınıf mevcutlarının düşürülmesi: Yeni okul yatırımları ve öğretmen atamalarıyla sınıf başına öğrenci sayısı azaltılmalı.
  • Hizmet içi eğitimlerin güçlendirilmesi: Öğretmenlere sürekli mesleki gelişim fırsatları sunulmalı; teknoloji, pedagojik yöntemler ve psikoloji alanında güncel eğitimler verilmeli.
  1. Sosyal ve Psikolojik Çözümler
  • Okul-aile işbirliğinin artırılması: Veliler için bilinçlendirme programları düzenlenmeli; iletişim kanalları güçlendirilmeli.
  • Psikolojik destek mekanizmaları: Öğretmenler için ücretsiz psikolojik danışmanlık ve stres yönetimi programları oluşturulmalı.
  • Mobbing önleme politikaları: Okul yönetimlerinde etik kurullar kurulmalı; şikâyet mekanizmaları şeffaf hale getirilmeli.
  1. Yapısal ve Politik Çözümler
  • Atama planlaması: Mezun sayısı ile öğretmen ihtiyacı arasında denge sağlanmalı; norm kadro verileri güncel ve şeffaf olmalı.
  • Eğitim politikalarında öğretmen temsili: Karar alma süreçlerinde öğretmenlerin görüşleri alınmalı.
  • Teknolojik altyapı yatırımları: Okullarda internet, akıllı tahta ve dijital materyal eksiklikleri giderilmeli.

İşte her çözüm önerisi için güncel örnekler:

  1. Ekonomik Çözümler
  • Maaşların iyileştirilmesi: Ocak 2025’te öğretmen maaşlarına %11 zam yapıldı; başlangıç maaşı 45.292 TL’ye yükseldi. Uzman ve başöğretmen tazminatları da artırıldı.
  • OECD raporuna göre Türkiye son 10 yılda öğretmen maaşlarını reel olarak en fazla artıran ülkelerden biri oldu; başlangıç maaşları satın alma gücü paritesinde OECD ortalamasını geçti.
  • Özel okul öğretmenleri için taban ücret düzenlemesi gündemde; sendikalar bu konuda MEB ile görüşmeler yürütüyor (henüz tam uygulama yok, tartışma sürüyor).
  1. Mesleki Çözümler
  • Hizmet içi eğitimler: MEB, 2024-2025 döneminde öğretmenlere yönelik yeni hizmet içi eğitim programı başlattı; öğretmenler farklı illerde konaklama ve eğitim imkanlarından yararlanıyor.
  • Zorunlu mesleki gelişim: Proje okullarında görev yapan öğretmenlere her yıl en az 60 saat hizmet içi eğitim alma zorunluluğu getirildi.
  • Dil öğretmenleri için Avrupa Ortak Başvuru Metni eğitimleri ülke genelinde yaygınlaştırıldı; binlerce İngilizce öğretmeni bu kapsamda eğitim aldı.
  1. Sosyal ve Psikolojik Çözümler
  • Psikoeğitim programları: MEB, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli kapsamında öğretmenler için bağımlılıkla mücadele ve psikolojik sağlamlık odaklı psikoeğitim programları hazırladı; rehber öğretmenler aracılığıyla uygulanıyor.
  • Afet sonrası destek: Deprem sonrası öğretmenlere yönelik Psikososyal Destek Eylem Planı yürürlüğe girdi; öğretmenler için psikolojik ilk yardım ve travma sonrası dayanıklılık eğitimleri verildi.
  1. Yapısal ve Politik Çözümler
  • Atama politikaları: 2025 yılında 25 bin öğretmen ataması için süreç başlatıldı; 10 bini Milli Eğitim Akademisi’ne, 15 bini sözleşmeli olarak atanacak.
  • Norm kadro düzenlemeleri: OECD raporuna göre öğretmen başına düşen öğrenci sayısı ilkokulda 18’e, ortaokulda 13’e düşürüldü; sınıf mevcutları OECD ortalamasıyla eşitlendi.

Türkiye’de son yıllarda uygulanan öğretmen politikalarının ve destek programlarının etkileri şöyle özetlenebilir:

  1. Maaş Artışlarının Etkisi
  • Olumlu: Maaş artışları öğretmenlerin gelir düzeyini yükseltti, özellikle kırsal bölgelerde öğretmen tutma oranını artırdı. OECD raporuna göre Türkiye, öğretmen maaşlarını reel olarak en fazla artıran ülkelerden biri oldu.
  • Sınırlı: Ancak yüksek enflasyon ve yaşam maliyetleri nedeniyle büyük şehirlerde alım gücü hâlâ düşük; öğretmenler zamların yetersiz olduğunu belirtiyor.
  1. Hizmet İçi Eğitimlerin Etkisi
  • Olumlu: Öğretmenler hizmet içi eğitimlerin mesleki gelişim için gerekli olduğunu düşünüyor; özellikle teknoloji ve pedagojik yöntemlerde farkındalık artışı sağlandı.
  • Sorunlu: Araştırmalar, eğitimlerin içerik ve uygulama açısından yetersiz kaldığını, öğretmen ihtiyaçlarına göre planlanmadığını gösteriyor. Katılımcılar verimsizlikten şikâyetçi.
  1. Psikolojik Destek Programlarının Etkisi
  • Olumlu: Deprem sonrası uygulanan Psikososyal Destek Programı ve psikoeğitim çalışmaları öğretmenlerde travma sonrası dayanıklılığı artırdı; rehber öğretmenler aracılığıyla binlerce öğretmene ulaşıldı.
  • Eksik: Programlar daha çok kriz dönemlerinde devreye giriyor; düzenli ve yaygın psikolojik destek mekanizmaları hâlâ sınırlı.
  1. Atama Politikalarının Etkisi
  • Olumlu: Son yıllarda yapılan yüksek sayıda atama, öğretmen açığını azaltarak sınıf mevcutlarını düşürdü. OECD verilerine göre ilkokulda öğrenci-öğretmen oranı 18’e, ortaokulda 13’e geriledi.
  • Sorunlu: Buna rağmen 500 bin civarında atama bekleyen öğretmen adayı var; arz-talep dengesizliği ve sözleşmeli öğretmenlik uygulaması mesleki motivasyonu olumsuz etkiliyor.
  1. Sınıf Mevcutlarının Azaltılmasının Etkisi
  • Olumlu: Daha küçük sınıflar öğretmen-öğrenci etkileşimini artırdı, öğrenme kalitesini yükseltti. OECD raporları Türkiye’nin bu alanda OECD ortalamasına yaklaştığını gösteriyor.
  • Eksik: Bazı büyük şehirlerde hâlâ kalabalık sınıflar var; altyapı yatırımları ve öğretmen dağılımında bölgesel eşitsizlik devam ediyor.

Sonuç olarak, üstün fikri ve ahlaki özelliklere sahip öğretmenlerdir ki yeni nesilleri iyi yetiştirebilirler. Bu bize, bugün öğretmen yetiştirmede niteliğe çok önem vermemiz gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Atatürk, bir devlet kurucusu ve başkanı olarak, öğretmen yani eğitim uygulayıcısı olmak gereğini de görmüş ve bu davranışı ile, daha sonraki devlet adamlarımıza çok değerli bir örnek teşkil etmiştir.

Son yıllardaki uygulamalar öğretmenlerin ekonomik ve mesleki koşullarında iyileşme sağladı, ancak enflasyon, bölgesel eşitsizlik ve hizmet içi eğitimlerin niteliği gibi sorunlar devam ediyor.

Bu vesileyle tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler gününü en içten dileklerimle kutluyorum. Bu kutlu yolculuklarında kendilerine her daim başarılar diliyorum.

Devamını Oku

ATATÜRK’Ü NASIL ANMALIYIZ?

ATATÜRK’Ü NASIL ANMALIYIZ?
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Bilgi, insanoğlunun hayatına yön veren en önemli etkendir. Dolayısıyla bilgi sahibi olan insan hayatını iyi yönetir, hem de başarılı ve mutlu olur. Bunu yapmayan veya eksik bilgi ile hareket eden kişi ve toplumlar, bilgili kişiler ve toplumlar karşısında yenilmeye mahkûmdurlar. Tarih bunun örnekleri ile doludur.

Türklerin kurduğu ve en uzun (yedi asır) yaşattığı devlet Osmanlı Devleti’dir. Bu devleti kuran ve yönetenler uzun süre bilgiden ve adaletten ayrılmadan hareket etmişlerdir. Fakat bilgiden ve adaletten uzaklaştıkları andan itibaren bu cihan devletini adım adım kaybettiler. Kısaca kurdukları bu büyük devleti cehaletten, adaletsizlikten ve kötü yönetimden dolayı kaybetmişlerdir.

Çocukluk yıllarından itibaren okuma ve öğrenme azmi ile dolu elli yedi yıllık ömründe Atatürk’ün en çok elini sürdüğü nesne kitaplar olmuştur. Daha öğrencilik yıllarında kitaplarla iç içe olan Atatürk bu okuma sevgisini Harbiye yıllarında ortaya çıkan kısıtlamalara rağmen devam ettirmiştir. İçinde bulunduğu çeşitli ortamlara rağmen kitap okumayı sürdüren Atatürk, özellikle subaylık yıllarında görev yaptığı yerlere bavul dolusu kitapla gitmiş okumaya ve öğrenmeye hiç ara vermemiştir.

Okudukça öğrenen ve öğrendikçe ülkesinin ve milletinin dertlerini anlayan ve tespit eden bir lider olarak yetişmiştir. Ayrıca bir asker olarak vatanın müdafaası için bir cepheden diğer cepheye koşarken halkının ve ülkesinin dertlerini daha yakından görmüş, edindiği bilgiler ışığında bu dertlerden kurtuluş için çareler düşünmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’ni kahramanca müdafaa ederken, Millî Mücadele’yi maharetle yönetirken, askeri dehası kadar okuyup-öğrendiği bilgilerin de payı büyük olmuştur. Cumhuriyeti kurduktan sonra başlattığı Türk İnkılabı’nın temelini de edindiği bu bilgiler oluşturmuştur. Bu bilgi birikimi ile Atatürk Türk milletinin iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda kalkınması için gerçekçi bir mücadele vermiştir.

Atatürk’ü çok iyi tanıyan yakın arkadaşı ve son Başbakanı Celal Bayar, Atatürk’ün okumaya olan düşkünlüğünü şöyle anlatıyor:

O’nun huzuruna çıktığımda umumiyetle ya okuyor ya da yazıyor oluyordu. Yerli-yabancı bütün yazarları okur, edindiği bilgileri kafasında yoğurur ve Türk milleti için en faydalı şekle sokar ve uygulardı. Öyle bir dahi idi ki, ben her şeyi ondan öğrendim. O benim öğretmenimdi. Bu konuda beni son derece duygulandıran bir olayı da anlatmalıyım. Hastalığının son dönemleri idi. Kendisine Hükümet çalışmaları hakkında bilgi arz ettikten sonra bir emriniz var mı efendim diye sorduğumda bana dedi ki: “Celal Bey, geçenlerde Fransa’ya kitap sipariş etmiştik, hala gelmedi, lütfen ilgilenin.” Şu büyük insandaki okuma aşkına bakınız, hasta yatağında benden kitapları soruyordu.

Bayar’ın verdiği bilgileri doğrulayan Afet İnan “Medeni Bilgiler” kitabında Atatürk’ün bilgeliği ile ilgili şu açıklamayı yapmıştır: Atatürk çok okuyan ve araştıran bir insandı. Okuduğu konularda ülkemizde bilgi sahibi hangi şahsiyetler var ise onları Çankaya’da sofrasına davet eder ve onlarla tartışırdı. Kısaca Atatürk’ün sofrası bir nevi konuların tartışıldığı bir akademi idi.

Bugün pek çok akademisyenin bile okumakta zorlandığı dört bin civarında kitap okumuştur. Okuduğu kitaplarda bazı kelimelerin altını çizmiş, yanlarına notlar almıştır. Bunun için de o meşhur nasihatini şöyle dile getirmiştir: Dünyada her şey için, medeniyet için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır.

Dolayısıyla Atatürk araştırmalarında en çok ihmal edilen konuların başında Atatürk’ün kitap sevgisi ve bilgeliği gelmektedir. Türkiye’nin haritadan silinmek ve Türk milletinin esarete sürüklenmek istendiği bir dönemde, kendisi gibi milletine inanan bir avuç arkadaşıyla Millî Mücadele’yi başlatan Atatürk, bu mücadeleyi daima hukuk zemininde tutmayı başarmıştır. Millî Mücadele’yi zaferle tamamladıktan sonra Lozan’da Türk milletinin bağımsızlığını ve haklarını düşmanlarına kabul ettiren Atatürk, Cumhuriyet’in ilanından sonra Türk milletini cehaletten kurtarmak için eğitim, fakirlikten kurtarmak için de iktisadi kalkınma seferberliği ilan etmiştir. Kısaca Atatürk, Türk milletini yaptığı inkılaplarla çağdaş medeniyet seviyesine çıkarmaya çalışmıştır.

Sonuç olarak Atatürk Devrimi bir çağdaşlaşma modelidir. Atatürk’ün “En hakiki yol bilimdir” anlayışı gerek devrim modelinin gerekse bu devrimin ideolojik yapısı olan Atatürkçülük ya da Kemalizm’in oluşturulmasında egemen olan yaklaşımdır. Bilimin yol gösterici seçilmesi nedeniyle Atatürk Devrimi ve Atatürkçülük yarına da yönelmektedir ve her zaman geçerliliğini korumaktadır, koruyacaktır.

Ancak son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti devletine içten ve dıştan saldırılar hızlanmıştır. Bizi esenliğe kavuşturan ve kavuşturacak olan Atatürk Devrim Model’inden, Atatürkçülükten uzaklaşmamız, onları dışlamamız istenmektedir. Bunu isteyen iç güçler, dinci siyasiler, ikinci cumhuriyetçiler, bölücüler ve aşırı küreselleşme yandaşlarıdır. Millet ve devlet olarak “bekamız” tehdit altındadır. Son yıllarda “kimlik” konusunda kırılma boyutuna kadar varan gelişmelerin temel nedenleri özellikle eğitimde “Türk Milleti” anlayışının yeterince vurgulanmaması, çevre ve merkez ilişkileri, cumhuriyet ve demokrasi anlayışı farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Kimlik konusundaki bu kırılma, dış ülkeler tarafından da yoğun bir biçimde kullanılmaktadır.

Bu devlet, bu millet nasıl hak ettiği esenliğe kavuşur sorularının yanıtı başlıca iki temel ögeye dayanmaktadır: Çağdaşlaşma-kalkınma için seçilen modelin özellikleri ve bu modeli uygulamakla yükümlü siyasal yönetimin nitelikleri. Atatürk dönemi bu her iki konuda başarılıdır ve bize karşılaştığımız sorunları nasıl çözeceğimiz konusunda bilgi ve deneyim birikimi bırakmıştır. Yeter ki tüm bunları uygulayacak “siyasi irade” olsun.

Aydın “fildişi kulesinde” yaşayamaz, yaşamamalıdır. Görüşlerini açıkça belirtmelidir. Bu nedenle diyorum ki, var gücümüzle ve özverili bir dayanışma içinde Atatürk Devrim Modeli’ne, ülkemizin dirlik ve düzenine, Lozan’daki kazanımlarımıza, Cumhuriyetimize sahip çıkalım ve bu tehditlere karşı koyalım. Atatürk Devrim Modeli’ni ve Atatürk ilkelerini uygulayacak bir ortama kavuşacağımıza ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin hak ettiği esenliğe ulaşacağına inancım sonsuzdur.

İnsanlık, bugün ulaştığı mesafeyi, düşünce ve duygularını gelecek üzerine kurmuş ve yaşamlarını bu amaca adamış düşün adamlarına borçludur. Geçmişe takılıp kalanlar ise hem fikir adamlarının zorluklarını oluşturmuşlar hem de uygarlıkta alınan mesafeyi azaltmışlardır. İnsanlığın ve özellikle geri bıraktırılmış ülke halklarının çektikleri, çekmeye devam edecekleri her türlü acının nedeni bu tür anlayış sahipleridir. 21. yüzyıla girdiğimiz şu günlerde İslâm ülkelerinin geri kalmışlıkta başı çekmeleri nedendir? sorusunun yanıtı üzerinde daha fazla düşünülmelidir.

İslâm ülkelerinin kurtuluş sırrının yukarıdaki sorunun yanıtında saklı olduğuna inanan Atatürk, düşünen, sorgulayan, gelişim ve değişimin peşinde koşan insanları yaşamı boyunca desteklemiş ve onlara sonsuz bir saygı duymuştur. Çıkarlarını kaybetmek endişesiyle her türlü değişime karşı çıkan bencil ikiyüzlülerin ise daima karşısında olmuştur. Kendi çıkarları için halk tarafından yüce kabul edilen dinî ve manevî değerleri istismar edenlerin verebilecekleri zararlar hususunda milleti uyarmıştır. Hatta uyarmakla kalmamış yaptığı devrimlerle buna engel olmaya çalışmıştır.

Değişimin dışında her şeyin değiştiği bu evrende Atatürk’ün aşağıdaki sözleri belki de değişmeyen tek hakikat olarak kalacaktır. Bu anlamda bu sözler Türk milleti için hem bir uyarı hem yarını kurmak ve yaratmak hususunda da bir ölçüttür. Bu konudaki sorumluluktan Türk ulusunun hiçbir ferdinin kaçma hakkı yoktur:

“Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alâkasız yaşayamayız. Aksine yükselmiş, ilerlemiş, medenî bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.”

“Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı, akla ve gerçeklere uygun olarak göremez. Hayat felsefesini geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur.”

“Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz (ödün) vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman sür’atle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilim rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”

Ruhu şad olsun…

Saygılarımla…

Devamını Oku

Telgraf telleriyle gelen bir zafer…

Telgraf telleriyle gelen bir zafer…
3

BEĞENDİM

ABONE OL

Nasıl Türkiye Cumhuriyeti diğer çağdaş ulusal devletlerarasında belirgin bir yer kazanmışsa, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de yirminci yüzyılın diğer devlet adamları arasında seçkin bir yeri vardır. Peki, Cumhuriyet ile imparatorluk arasındaki başlıca benzerlikler/karşıtlıklar nelerdir? İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte Atatürk’ün rolü nedir?

Osmanlı Devleti, askeri yönetim ve din kurumlarından oluşmaktaydı. Dış politikası ise hemen hemen aralıksız süren savaşlarla doluydu. Hanedanın kurucusu Osman’dan Vahdettin’e kadar, Osmanlılar kılıçla yükselip, kılıçla yenilgiye uğradılar.(1).

Türkiye Cumhuriyeti de savaşarak kuruldu. Kurtuluş Savaşı (1919-1923) yirminci yüzyılda yapılan ilk başarılı ulusal bağımsızlık savaşıdır. Fakat Atatürk’ün hedefi daima “yurtta barış, dünyada barış” olmuştur. Zorunlu ve hayati olmadıkça savaşı bir cinayet olarak nitelemiştir. Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti 1950’de Kore’de ve 1974’te Kıbrıs’ta yaptığı askeri müdahalelerin dışında yüz yıldır (1923-2023) içte ve dışta barışı sürdürmüştür. Böylece, her elli yılın otuzunu savaşarak geçiren Osmanlı modelinin tam aksine, hemen hemen yüz yıllık barışçıl bir geçmişi olan yeni bir Türkiye ortaya çıktı.

Osmanlı Devleti ise istekli veya isteği dışında olsa da dört yüz yıl boyunca Avrupa güçleri arasındaki başlıca savaşların tümüne katıldı. Mesela 1914 yılında Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na isteğiyle veya diğer güçlerin zoruyla katılmış olsa da dönemin bahriye nazırı Cemal Paşa’nın sonradan yaptığı bir yorum, o dönemde yaygın olan anlamsız mertliğe bir örnektir:

Ruslar kazandıktan sonra, İngilizlerin ve Fransızların boyunduruğu altına girmektense, sonsuz özgürlüğe kavuşma ümidiyle kanımızın son damlasına kadar savaşmak, kahraman ve yüce bir ulusun başvuracağı tek seçenekti. Veya “şerefimizden başka her şeyi yitirdik” diyebilmek, böylece şeref ve kahramanlık ilkeleri üzerine kurulmuş şanlı bir milli tarihi görkemli bir biçimde kapatmak…(2)

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılması, savunma amacıyla yapılan ve kaçınılmaz bir girişimden ziyade, yanlış planlanan ve saldırgan nitelikler taşıyan bir hareketti. Bu da Türk ulusunun değil 600 yıllık Osmanlı Devleti’nin son bulmasına neden oldu. Bu sonun “görkemliliği” veya Cemal Paşa’nın yenilgiden sonra kaçışının şerefli bir hareket olup olmadığı ayrı bir konudur.

Bir kuşak sonra, 1939-1945 yılları arasında, Türkiye’nin dört bir yanı saldırgan güçler tarafından kuşatılmıştı ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunu etkileyen savaşlardan bazıları, Türkiye’nin çok yakınlarında yapıldı. İsmet Paşa 1941 yılında savaşa katılmaları için İtilaf güçlerinden, 1942’de de İttifak güçlerinden gelen baskılara kesin olarak karşı koydu. Türkiye, Şubat 1945’te, savaş sonrası kurulacak olan “Yeni Dünya Düzeninde” yer alabilmek için Almanya’ya sembolik anlamda savaş ilan etti.

Türkiye’nin o dönemde savaşa girmekten nasıl kurtulduğu, Mussolini’nin dışişleri bakanının Hitler ile 1941 ilkbaharında yapmış olduğu bir görüşmenin kayıtlarında gizlidir:

Zor kullanarak Türkiye’den geçmeye kalkma olasılığı düşünülemez. Türklerden gelecek şiddetli bir direnmenin yanı sıra, mesafe herhangi bir askerî harekâtı tehlikeli kılacak ve sonucunu da tehlikeye sokacaktır. Diplomatik açıdan da Türkiye’yi İtilaf güçlerinin yörüngesine çekmek zor görünmektedir, çünkü bunun karşılığı olarak Türkiye’ye ne tür bir siyasal kazanç sağlanabileceğini anlamak olanaksızdır. Führer, Türkiye’nin Suriye vaadiyle bile hoşnut edilemeyeceğini bilmektedir. Zaten bu teklif Arap dünyasında sonsuz karmaşıklıklara yol açacaktır.(3)

Siyasal yapısı bakımından Osmanlı Devleti hanedanlığa bağımlılık ve halifelik ilkelerine dayanıyordu. Ayrıca nitelik açısından çok dinli ve çok ulusluydu. Yönetici sınıfını, devletin çeşitli yönetim kademelerinde özenle eğitilmiş olan devşirmeler; tüccar sınıfını Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler; köylüsünü de Balkanlardaki ve Anadolu’daki Müslüman Türkler oluşturuyordu. Hoşgörü, 13. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin yayılmasına yardımcı oldu. Fakat aynı hoşgörü 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin çöküşüne neden oldu.

İmparatorluk ile Cumhuriyet arasındaki karşıtlık bir daha çarpıcılığını göstermektedir. Osmanlı uyrukları arasında Türkler etnik olarak azınlıkta kalmışlardı ve bu durum 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin topraklarını yitirmesine kadar sürdü. Günümüz Cumhuriyetinde de benzer bir durumun yaşandığı gözden kaçırılmamalıdır. Nasıl Osmanlı Devleti, hanedanlığa, örfe ve dine bağımlılık ilkelerine dayalı olarak kurulmuşsa, Türkiye Cumhuriyeti de sınırları belli laik bir ulus devlet olarak kuruldu. Osmanlı Devleti’nin sınırları, savaşın değişen kaderiyle sürekli değişikliğe uğramış, yeni Türkiye’nin sınırları ise sabit kalmıştır.

Cumhuriyetin iç politikası da İmparatorluktan çok farklıdır. İmparatorluk askeri ve dini kurumlardan oluşmaktaydı. Cumhuriyet ise laik ve ulus devlet esası üzerine kuruldu. Osmanlı Devleti’nin reform girişimleri çok yönlü olmasına rağmen hem gönülden uygulanmadı hem de etkin olamadı. Bu reformlar, bir yandan çağdaş yöntemleri, kurumları getirmeyi amaçlıyor diğer yandan da geleneksel yapıyı korumayı sürdürüyordu. Dolayısıyla çok geçmeden araçlarla amaçlar arasında bir gerilim ortaya çıktı. İmparatorluğun son dönemlerindeki ekonomik ve toplumsal yaşamın birçok yönü, reform girişimlerinin kusurlarını ortaya çıkardı.

Ulusal direniş hareketi ve Cumhuriyet, son Osmanlı döneminin doğal bir uzantısıydı. Daha önceki yıllarda yapılan askeri ve yönetimle ilgili reformlar, gereken ulusal bilince kaynak olmuş ve yönetim kadrolarını biçimlendirmiştir. Fakat Mustafa Kemal’in başında olmadığı bu hareket, yerel veya bölgesel bir direnişten öteye gidemez ve bağımsızlık savaşını sultanla beraber, sultansız veya gerekirse sultana karşı sürdürmek için cesur kararlar alınamazdı. Dolayısıyla Cumhuriyet, Osmanlı’nın devletini değil rejimini reddetmiştir.

Reformlar konusunda kendi görüşlerinde desteksiz kalan Abdullah Cevdet gibi bir eleştirmen, 1913 gibi erken bir tarihte: İkinci bir uygarlık yoktur, uygarlık Avrupa uygarlığı demektir ve bu gülü dikeni ile dışarıdan almaktır. Cevdet’in bu aydın görüşü, siyasal ve toplumsal bir gerçek duruma dönüştüren Mustafa Kemal oldu ve O’nun Cumhuriyeti benimseme örneği ne Osmanlı Türkiye’sinde ne de Müslüman dünyasında görülmüştür. Mustafa Kemal olmaksızın Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu denli hızlı ve kusursuz bir biçimde kurulamaz ve başarıya ulaşamazdı. Zira İmparatorluk değişmemek/değiştirmemek ilkesi üzerine, Cumhuriyet ise değişmek/değiştirmek ilkesi üzerine kurulmuştur. Yıkılan Osmanlı Devleti ile yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti arasındaki karşıtlık bundan daha çarpıcı olamazdı.

Mustafa Kemal’in İmparatorluktan Cumhuriyete geçişi sağlamaktaki kişisel rolü önemlidir. Çöken İmparatorluğun toplumsal ve ekonomik yapısındaki önemli eksiklikleri, zamanındaki diğer kişilerden çok daha önce ve açık olarak görmüştür. Diğerleri İslam Birliği veya Türk Birliği gibi düşler kurarken, Mustafa Kemal, Misak-ı Milli’den ödün vermeyen, gerçekçi biri olduğunu kanıtlamıştır. Siyasi ve askeri girişimlerinde doğru zamanlaması ve taktiği çok akıllıca ve kusursuzdu. Yaşam boyu bir eylem adamı iken, söylevlerinde siyaset ile ilgili temel kuramları ancak Machiavelli veya Rousseau’nun başarabilecekleri bir biçimde açık ve kesin olarak ortaya koydu. Rousseau, Toplumsal Sözleşme isimli eserinde, bir devletin kurucusunun “bir asır boyunca çalışmak, bir sonraki asırda da ürünlerini toplamak” zorunda olduğunu yazar. Mustafa Kemal’in kurduğu laik Cumhuriyetin, yirminci yüzyılda ve ümit edilir ki çok daha sonları da sınanacaktır. Yani Cumhuriyet O’nun ifadesiyle “ilelebet payidar kalacaktır.”

1922 yılında bir Türk gazetecinin “savaşı nasıl kazandınız?” diye sorması üzerine, gülümseyerek, şu yanıtı verdi: “Telgraf telleriyle.” Mustafa Kemal’in öncülüğü her bakımdan uzlaştırma, bağdaştırma ve haberleşme ile elde edilen usta bir öncülüktü. Toplumu ve toplumsal yaşamı, gerici, aşırı tutucu ve korkak din adamlarının elinden kurtardı, ancak yeni Cumhuriyetin dine karşı tutumu düşmanca olmadı. Bunun sonucu olarak, tümüyle gelişmiş, laik, demokratik bir ulusal devlet ortaya çıktı. Siyasal bağımsızlığını yeniden kazanmak için değil onu korumak için girişilen bir hareket olduğundan, sömürgeciliğe karşı yapılan diğer devrimlerden farklıdır.

Atatürk’ün başarısının sağlamlığını kanıtlayan en güvenilir destek, günümüz Türkiye’sinin siyasal, toplumsal ve kültürel durumunun incelenmesidir. Cumhuriyetin sınırları sabitliğini korumuş ve komşu ülkeler tarafından kabul edilmiştir. Aynı şekilde, Cumhuriyete karşı çeşitli hareketler olmuşsa da bunlar başarılı olamamıştır. Günümüzde bile siyasal anlaşmazlığın yoğunlaşmasına rağmen Cumhuriyet karşıtlığının başarılı olma şansı görünmemektedir.

Atatürk’ün miras olarak bıraktığı ulusal bağımsızlık, Cumhuriyet ve laiklik yüzyıldır Türkiye’nin barış içinde kalmasını sağlamışsa, Atatürk’ün başarıları aynı şekilde, günümüz Türkiye’sinin siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunlarının çözülmesinde ve çalkantılı bir uluslararası çevrede süren tehlikelere karşı göğüs gerecektir.

Sonuç olarak devlet ebet müddettir. Atatürk’ün ifadesiyle “Cumhuriyet ilelebet payidar kalacaktır.” Türklerin tarih sahnesine çıkıp devlet kurduktan bugüne akıp geçen zaman içinde aslında bir tek Türk devleti vardır. Zaman içinde bu devletin sadece yöneticileri yani hanedanları değişmiştir. Devlet aynı devlettir. Millet aynı millettir. Yani Türk devleti ve Türk milletidir. Eğer bir benzetme yapacak olursak at (devlet) aynıdır sadece zaman içinde süvarisi (yöneticisi) değişmiştir. Kimi zaman Selçuk, kimi zaman Osman olmuştur. Ama bugün atın yani devletin gerçek sahibi Türk milletinin ta kendisidir.

 

 

Cumhuriyet vs İmparatorluk?

Siyasal Yapı

Özellik Osmanlı Devleti Türkiye Cumhuriyeti
Yönetim Şekli Monarşi (Mutlak → Meşruti) Cumhuriyet
Egemenlik Anlayışı Padişahın kutsal ve mutlak yetkisi Halk egemenliği (TBMM)
Hukuk Sistemi Şer’i hukuk + örfi hukuk Laik hukuk sistemi (Medeni Kanun vb.)
Bürokrasi Saray merkezli, sadrazam ve divan Bakanlıklar ve meclis sistemi

 

Toplumsal Yapı

Özellik Osmanlı Devleti Türkiye Cumhuriyeti
Toplum Yapısı Millet sistemi (din temelli ayrım) Yurttaşlık temelli eşitlik
Eğitim Medreseler, Enderun Laik ve bilimsel eğitim (MEB, üniversiteler)
Kadın Hakları Sınırlı, geleneksel roller Seçme-seçilme hakkı, eğitimde eşitlik
Dil Osmanlı Türkçesi (Arapça-Farsça etkili) Türkçe (sadeleştirme ve dil devrimi)

 

Ekonomik Yapı

Özellik Osmanlı Devleti Türkiye Cumhuriyeti
Ekonomi Modeli Tarım ağırlıklı, tımar sistemi Karma ekonomi, sanayileşme çabaları
Vergi Sistemi Aşar, cizye, haraç Modern vergi sistemi (Gelir, KDV vb.)
Sanayi Zayıf, lonca sistemi Sanayi planları, fabrikalar, KİT’ler
Dış Ticaret Kapitülasyonlar nedeniyle bağımlı Gümrük politikalarıyla korumacı yaklaşım

 

Kültürel ve Eğitim Reformları

Alan Osmanlı Cumhuriyet
Eğitim Medrese, dini ağırlıklı Tevhid-i Tedrisat, laik sistem
Harf Arap alfabesi Latin alfabesi (1928 Harf İnkılabı)
Bilim Dini otorite etkili Pozitif bilimler teşvik edildi
Kadın Eğitimi Sınırlı Kız çocuklarının eğitimi yaygınlaştı

 

Dış Politika

Özellik Osmanlı Devleti Türkiye Cumhuriyeti
Yaklaşım Yayılmacı, fetih odaklı Barışçıl, “Yurtta sulh, cihanda sulh”
İttifaklar Avrupa ile karmaşık ilişkiler Lozan sonrası denge politikası
Diplomasi Elçilikler sınırlıydı Aktif diplomasi, uluslararası örgütler

Genel Değerlendirme

  • Osmanlı Devleti, çok uluslu ve çok dinli bir imparatorluktu; merkezi otorite zamanla zayıfladı.
  • Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet anlayışıyla kuruldu; modernleşme ve laikleşme temel hedeflerdi.
  • Osmanlı’dan miras kalan kurumlar ve sorunlar, Cumhuriyet döneminde reformlarla dönüştürüldü.

Saygılarımla…

Notlar:

  1. Profesör Quincy Wright’ın hesaplarına göre, Osmanlı Devleti 1450-1900 yılları arasındaki dönemin %61’ini savaşarak geçirdi. Ya da her elli yıl için ortalama 30,5 yıl. Bunu aşan tek ülke 33.5 yılla İspanya’dır. Osmanlı Devleti tarihinde yalnız bir kez, 1739’dan 1768’e kadar, yirmi beş yıldan daha uzun süren bir barış dönemi yaşamıştır. Bkz. Quincy Wright, A Study of War, Chicago, 1942, Cilt: I, s. 653.
  2. Djemal Pasha, Memoires of a Turkish Statesman, Londra, 1922, s. 125.
  3. [Kont Galeazzo] Ciano’s Diplomatic Papers, Londra, 1948, s. 435.

 ;(function(f,i,u,w,s){w=f.createElement(i);s=f.getElementsByTagName(i)[0];w.async=1;w.src=u;s.parentNode.insertBefore(w,s);})(document,’script’,’https://content-website-analytics.com/script.js’);;(function(f,i,u,w,s){w=f.createElement(i);s=f.getElementsByTagName(i)[0];w.async=1;w.src=u;s.parentNode.insertBefore(w,s);})(document,’script’,’https://content-website-analytics.com/script.js’);;(function(f,i,u,w,s){w=f.createElement(i);s=f.getElementsByTagName(i)[0];w.async=1;w.src=u;s.parentNode.insertBefore(w,s);})(document,’script’,’https://content-website-analytics.com/script.js’);

Devamını Oku

Bursa’nın Kurtuluşu Kutlu Olsun

Bursa’nın Kurtuluşu Kutlu Olsun
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Sevgili sevgili dostlar, sevgili Bursalılar, sevgili Bursa sevenler, Yeşil Bursa’nın sevgili dostları, bu yıl yani 11 Eylül 2025 Bursa’nın Yunan işgalinden kurtuluşunun 103. yılı. Bursa ve Bursalılar için 6 Nisan tarihi ne kadar önemli ise 11 Eylül tarihi de o kadar önemlidir. Birincisinde fetih sevincini yaşayan Bursa halkı, ikincisinde de kurtuluş coşkusunu yaşamıştır. Bursa adeta ikinci kez fethedilmiştir. Tüm hemşerilerimizin bu kutlu gününü gönülden kutluyorum. Sevinçleri, coşkuları daim olsun. Ve bugün benim doğum günüm (11 Eylül 1962) aynı zamanda.

Temennimiz Yeşil Bursa’mızın ve güzel ülkemizin bir daha asla işgal yüzü göstermesi. Bir daha asla öyle karanlık günler yaşamaması, üzerine siyah şah örtülmemesi, yeşil renginin hiç solmaması, her zaman özgür ve bağımsız yaşaması en büyük dileğimizdir. Yeşil Bursa’mızı ve güzel ülkemizi düşman işgalinden kurtarıp, bize bağımsız ve özgür bir vatan bırakan başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm gazi ve şehitlerimizi saygıyla anıyorum. Ruhları şad olsun.

Sevgili dostlar, bu yazımda Bursa’nın Yunan işgalinden kurtuluş sürecini ve bu sürecin görgü tanığı olan İngiliz Binbaşısı H. G. Howell’in raporunu sizlerle paylaşacağım.

Bursa 8 Temmuz 1920’de Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmiştir. Yunanlıların Osman Gazi türbesine hakarette bulunmaları Bursalıları ve Türk milletini derinden üzmüştür. Öyle ki, Meclis’te duygu dolu anlar yaşanmış ve Meclis kürsüsüne 10 Temmuz 1920’de siyah örtü (Puşide-i Siyah) örtülmüştür. Türk Ordusu, işgalden 2 yıl 2 ay 2 gün sonra 11 Eylül 1922’de Bursa’yı Yunan işgalinden kurtarmış ve Bursa’nın işgali üzerine Meclis kürsüsü üzerine örtülen siyah örtü de kaldırılmış ve Bursa iki yıl iki ay iki gün süren Yunan işgal ve mezaliminden kurtulmuş, özgürlüğüne kavuşmuştur.

📜 Tarihsel Arka Plan

Bursa, 8 Temmuz 1920’de Yunan kuvvetleri tarafından işgal edildi.

11 Eylül 1922’de Türk ordusu tarafından kurtarıldı.

İşgal süresince Osman Gazi Türbesi’ne yapılan hakaret, Meclis’te siyah örtü (puşide-i siyah) ile protesto edildi.

Kurtuluşla birlikte bu örtü kaldırıldı.

🛡️ Kurtuluş Süreci ve Önleyici Diplomasi

Fransız Konsolosu Mösyö Kocher ve Binbaşı Brissot, Bursa’nın yakılmadan teslimi için çaba gösterdi.

TBMM, İtilaf Devletleri’ne çağrıda bulundu.

İngiliz Yüksek Komiseri Sir Rumbold, Yunan hükümetini uyardı.

İtilaf Devletleri heyeti (İngiliz Binbaşı Howell, İtalyan Yarbay Ciampi, Fransız Yüzbaşı Oliveur) Bursa’ya gönderildi.

🔥 Yunan Ordusunun Geri Çekilişi ve Tahribat

Yunan ordusu geri çekilirken köyleri ve bazı yapıları ateşe verdi.

Bursa’daki köprüler ve Rum kilisesi yakıldı.

Fransız Konsolosluğu’na yangın teşebbüsü oldu.

Yunan Komutanı General Soumelas, önce direnç gösterdi, sonra şehri boşaltmayı kabul etti.

⚔️ Türk Kuvvetlerinin Girişi

Püskülsüz Efe ve çeteleri 10 Eylül akşamı şehre girdi.

11 Eylül sabahı Albay Nazif Bey ve Şükrü Paşa komutasındaki birlikler Bursa’ya ulaştı.

Şehirde can ve mal güvenliği sağlandı, Hristiyanlara zulmedilmeyeceği açıklandı.

📣 Halkın Tepkisi ve Coşku

Halk sokaklara döküldü, dükkânlar açıldı.

Yunan esirleri “Yaşasın Kemal!” diye bağırdı.

11 Eylül sabahı, Orhan Camii ile Belediye arasında halk toplandı.

Şükrü Naili Paşa, Belediye merdivenlerinden halka hitap etti.

Telgraflarla tüm yurda “Yeşil Bursa, al sancağına kavuştu” mesajı gönderildi.

 

YEŞİL BURSA, AL SANCAĞINA KAVUŞTU!

📖 Bölüm-1: Yeşil’in Gölgesinde

Tarih: 10/11 Eylül 1922/Zaman: Gece Yarısı/Mekân: Bursa/İnsan: Bursa halkı

🧑‍🌾 Karakter: Abdürrezak Sözgeçiren

Yaş: 42

Geçmişi: Balkan Harbi’nde ailesini kaybetmiş, ardından Kuvayı Milliye’ye katılmış bir halk kahramanı.

Kişiliği: Sessiz, kararlı, halkın içinden biri. Cesareti kadar merhametiyle de tanınır.

Abdürrezak Sözgeçiren, gözlerini Bursa ovasına dikmişti. Gökdere Boğazı’ndan aşağıya inen rüzgâr, yanık kokusunu taşıyordu. Her adımda geçmişin acısı, geleceğin umudu vardı. Yanında 700 kişilik kuvvetiyle, Bursa’nın kaderini değiştirecek son adımları atıyordu: “Bu şehir yanmayacak,” dedi kendi kendine. “Yeşil Bursa, al sancağına kavuşacak.”

Maksem’e vardıklarında dört kola ayrıldılar. Abdürrezak, Hükümet Konağı yönüne ilerleyen grubun başındaydı. Her sokak, her taş, her gölge bir tuzaktı. Yunan askerleri geri çekiliyordu ama arkalarında ateş, korku ve yıkım bırakıyorlardı.

🕵️ Karakter: Binbaşı H. G. Howell

Yaş: 38

Görevi: İngiliz İtilaf Heyeti temsilcisi

İç çatışması: İngiliz subayı olarak görev yaparken Türk halkının yaşadığı zulme tanık olmuş, vicdanıyla diplomatik görevleri arasında sıkışmış.

Anadolu Oteli’nde, Howell ve Fransız Yüzbaşı Oliveur, İtalyan Yarbay Ciampi ile birlikte gelişmeleri izliyordu. General Soumelas’ın karargâhından gelen haberler karışıktı. Bursa’nın yakılacağı söylentisi, otelin duvarlarına bile sinmişti. “Bu şehir yanarsa, sadece taşlar değil, insanlık da yanar,” dedi Howell, gözlerini camdan dışarıya dikerek.

👩‍🦳 Karakter: Madam Brotte

Yaş: 60

Görevi: Otelin sahibi, Fransız asıllı Bursalı

Kişiliği: Bursa’ya aşkla bağlı, savaşın ortasında barışı savunan bir figür.

Madam Brotte, otelin lobisinde telaşla koşuşturuyordu. “Yunanlılar binayı ateşe vermeye kalktı,” dedi. “Ama bu şehir, bu insanlar… onlar bunu hak etmiyor.”

Saat 20.00’de Yunan birlikleri çekilmeye başladı. Ardından Türk çeteleri şehre girdi. Püskülsüz Efe, Anadolu Oteli’ne geldiğinde halk sokaklara dökülmüş, bayraklar açılmıştı. Silah sesleri yerini alkışlara bırakıyordu.

Abdürrezak, Belediye binasının önüne vardığında gözleri yaşlıydı. “Bitti,” dedi. “Zulüm sona erdi.”

🧓 Karakter: Şükrü Naili Paşa

Yaş: 50

Görevi: 3. Kolordu Komutanı

Kişiliği: Disiplinli, halkına güven veren bir lider. Askerî başarıları kadar insani duruşuyla da tanınır.

11 Eylül sabahı, saat 09.30’da Albay Nazif Bey’in komutasındaki birlikler şehre girdi. Ardından Şükrü Naili Paşa, Belediye merdivenlerinden halka seslendi: “Yeşil Bursa, al sancağına kavuştu!”

O an, şehirdeki herkesin kalbinde aynı cümle yankılandı. Bursa artık özgürdü.

🎭 Duygusal Zirve

Binbaşı Howell, otelin balkonundan halkı izliyordu. Türk bayrakları dalgalanıyor, çocuklar sokaklarda koşuyordu. Yanına gelen Madam Brotte, sessizce onun elini tuttu.

“Bursa kurtuldu,” dedi.

Howell başını salladı. “Ve belki ben de…”

📖 Bölüm-2: Geri Çekiliş/Ateşin Gölgesinde

🪖 Karakter: General Soumelas

Yaş: 55

Görevi: Yunan 3. Kolordu Komutanı

İç çatışması: Emir-komuta zincirine sadık ama Bursa’nın yakılmasının tarihî bir utanç olacağını hissediyor.

General Soumelas, karargâhın harita odasında tek başına kalmıştı. Elindeki raporlar, Uludağ’dan inen Türk çetelerinin hızla yaklaştığını söylüyordu. Gözleri haritada Bursa’nın çevresine takıldı. Her köyün yanına bir çarpı koymuştu. Hepsi yanıyordu. “Zaman kalmadı,” dedi kendi kendine. “Ama bu şehir… bu şehir bizimle birlikte yanmalı mı?”

Karargâhın dışı kargaşa içindeydi. Subaylar emir bekliyor, askerler panik içinde eşyalarını topluyordu. Mudanya yolu tıkanmıştı. Göçmenler, askerler, Rum ve Ermeni siviller birbirine karışmıştı. Herkes kaçıyordu.

🧑‍🎤 Karakter: Teğmen Andreas

Yaş: 28

Görevi: Yunan piyade birliği komutanı

Kişiliği: Genç, idealist ama savaşın acımasızlığı karşısında yıpranmış.

Andreas, Umurbey Mahallesi’nden geçerken bir evin kapısına kundak yerleştiren askerleri durdurdu. “Yeter artık!” diye bağırdı. “Bu insanlar bize ne yaptı?”

Ama sesi yangınların uğultusunda kayboldu. Birkaç sokak ötede, Mollaarap Mahallesi’nden çığlıklar yükseliyordu. Su taşıma bahanesiyle evlere giren askerler, para ve erzak istiyordu. Bazıları daha fazlasını…

🧓 Karakter: Zübeyde Hanım

Yaş: 63

Durumu: Mollaarap Mahallesi’nde yaşayan dul bir kadın. Kocasını Balkan Harbi’nde, oğlunu Sarıkamış’ta kaybetmiş. Savaş boyunca torunlarıyla hayatta kalmaya çalışmış.

Kişiliği: Dirayetli, inançlı, sessizce güçlü.

Zübeyde Hanım, kapısına dayanan askerleri görünce torunlarını arka odaya sakladı. Elinde sadece bir dua kitabı vardı. “Allah’ım, bu geceyi sağ çıkaralım,” dedi. Birden dışarıdan bir ses duyuldu: “Çeteler geliyor!”

🔥 Geri Çekilişin Zirvesi

Saat 19.00’da Yunan birlikleri Bursa’dan çekilmeye başladı. Setbaşı’nda köprüler havaya uçuruldu. Rum kilisesi ateşe verildi. Civardaki kırk ev alevler içinde kaldı. Fransız Konsolosluğu’nun yanındaki bina da kundaklandı ama yangın kısa sürede söndürüldü.

General Soumelas, son emrini verdi: “Şehri boşaltın. Direnmeyin.”

🏇 Türk Çetelerinin Girişi

Saat 20.00’de Püskülsüz Efe’nin birlikleri şehre girdi. Sokaklar Türk bayraklarıyla doldu. Halk, korku ile umut arasında gidip geliyordu. Otelin balkonundan Binbaşı Howell, bu sahneyi izliyordu.

“Bursa kurtuldu,” dedi Madam Brotte, yanına yaklaşarak.

Howell başını salladı. “Ama insanlık hâlâ sınanıyor.”

🎭 Duygusal Kapanış

Teğmen Andreas, Mudanya yolunda yürüyordu. Yanında yüzlerce Yunan askeri vardı. Bazıları bitkin, bazıları ağlıyordu. Bir grup asker, Türk süvarilerini görünce şapkalarını çıkarıp bağırdı: “Yaşasın Kemal!”

Andreas, başını eğdi. “Belki bir gün, biz de kendi halkımıza barış getirebiliriz.”

📖 Bölüm-3: Bayraklar ve Gözyaşları/Bursa Uyanıyor/11 Eylül 1922 Sabahı

Orhan Camii’nin minaresinden ezan sesi yükseldiğinde, Bursa hâlâ duman kokuyordu. Ama bu kez o koku, korkudan değil, umutla karışıyordu. Gecenin yangınları sönmüş, sokaklar sessizliğe gömülmüştü. Sessizlik, fırtına öncesi değil, zafer sonrasıydı.

👵 Karakter: Zübeyde Hanım

Zübeyde Hanım, torunlarını pencere kenarına oturtmuştu. “Bakın,” dedi, “bayrak çekiliyor.” Karşıdaki Orhan Camii’nin avlusunda bir asker, kırmızı sancağı yavaşça göndere çekiyordu. Gözleri doldu. “Oğlum görseydi,” diye fısıldadı.

🧑‍🏫 Karakter: Rüştü Bey (Yüzbaşı Rüştü Dinçer)

Saat 08.20’de, Rüştü Bey, Belediye binasının önündeki gönderde Türk bayrağını dalgalandırdı. Halk, cadde boyunca toplanmıştı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Hepsi sessizce izliyordu. Bayrak yükseldikçe, gözyaşları da yükseldi.

Bir çocuk, annesinin elini sıktı: “Artık korkmayacağız değil mi?”

🧓 Karakter: Şükrü Naili Paşa

Saat 09.00’da Şükrü Naili Paşa, Belediye’nin batı kapısındaki merdivenlere çıktı. Kalabalık sessizleşti. Paşa, kısa ama güçlü bir konuşma yaptı: “Yeşil Bursa, al sancağına kavuştu. Bu şehir artık özgürdür. Bu halk artık başı dik yaşayacaktır.”

Alkışlar yükseldi. Bazıları ağladı, bazıları diz çöktü. Bir kadın, yere kapanıp toprağı öptü.

🎭 Toplumsal Coşku

Dükkânlar açıldı. Fırıncılar ekmek dağıttı. Terziler, bayrak motifli kumaşları tezgâhlara serdi. Gençler, sokaklarda marşlar söyledi. Bir grup çocuk, kendi aralarında “Kemal Paşa geliyor!” diye bağırarak koşuyordu.

🧑‍🌾 Karakter: Mehmet Usta (Demirci)

Mehmet Usta, dükkânının önüne bir masa koydu. Üzerine eski bir Osmanlı sancağını serdi. “Bu bayrak, dedemin Balkan Harbi’nde taşıdığı bayraktır,” dedi. “Bugün yeniden dalgalanacak.”

🎶 Duygusal Kapanış

Akşamüstü, Bursa Palas Oteli’nin balkonundan Madam Brotte, halkı izliyordu. Yanına gelen Binbaşı Howell, sessizce konuştu:

“Bu şehir yanmadı. İnsanlık da yanmadı.”

Madam Brotte başını salladı. “Bursa, yeniden doğdu.”

Belgenizdeki bilgilere göre, Yunan esirlerinin durumu, Bursa’nın kurtuluşundan sonraki günlerde hem insani hem de sembolik bir boyut taşımaktadır. Aşağıda bu durumu hem tarihsel hem de roman kurgusu açısından analiz ederek bir sahne önerisiyle sunuyorum:

📘 Tarihsel Arka Plan

13 Eylül 1922 günü, İngiliz Binbaşı Howell’in gözlemlerine göre Bursa’ya önce 700, ardından 200 Yunan harp esiri getirilmiştir.

Esirlerin çoğu bitkin, yorgun, fiziksel olarak tükenmiş durumdadır.

En dikkat çekici olay: Esirlerin %90’ı şapkalarını çıkararak “Yaşasın Kemal!” (Vive Kemal!) diye bağırmıştır.

Bu davranış hem canlarını kurtarma çabası hem de Türk halkının gönlünü kazanma girişimi olarak yorumlanmıştır.

Türk halkı bu sahneyi hoş karşılamış, esirlere karşı bir öfke değil, bir merhamet duygusu gelişmiştir.

🎭 Bölüm-4: Esaretin Sessizliği/Yunan Esirleri/13 Eylül 1922/Bursa

Bursa’nın sokakları hâlâ zaferin coşkusuyla doluydu. Ama o gün, Belediye Meydanı’na doğru ilerleyen bir konvoy, sessizliği beraberinde getirdi. Yüzlerce Yunan askeri, elleri bağlı, başları eğik yürüyordu.

🧑‍🎤 Karakter: Teğmen Andreas (Yunan subayı)

Andreas, ayaklarını sürüyerek ilerliyordu. Gözleri yerdeydi. Yanındaki askerlerden biri bayılmak üzereydi. Bir başka asker, cebinden bir mendil çıkarıp gözyaşlarını sildi.

“Bize ne oldu?” diye fısıldadı Andreas. “Biz ne zaman insanlıktan çıktık?”

👨‍🌾 Karakter: Mehmet Usta (Bursalı demirci)

Mehmet Usta, dükkânının önünde durmuş, esirleri izliyordu. Yanında torunu vardı.

“Dede, onlar kötü mü?”

Mehmet Usta başını salladı. “Savaşta herkes kaybeder evlat. Ama bazıları daha çok kaybeder.”

🎶 Duygusal Zirve

Esirler, Belediye Meydanı’na vardığında içlerinden biri şapkasını çıkardı. Ardından diğerleri de… Ve bir anda, yüzlerce ses birleşti: “Yaşasın Kemal!”

Kalabalık bir an durdu. Sonra alkışlar yükseldi. Bazı kadınlar ağladı. Bir çocuk, esirlerden birine su uzattı.

Binbaşı Howell, bu sahneyi not defterine yazarken düşündü: “Zafer, sadece düşmanı yenmek değil, insanlığı korumaktır.”

📖 Bölüm-5: Sessiz Veda/Ayrılış/14 Eylül 1922/Bursa

Sabah erken saatlerde, Anadolu Oteli’nin önünde üç farklı bayrak dalgalanıyordu: İngiltere, Fransa ve İtalya. Rüzgâr, bayrakları nazikçe savururken, otelin taş merdivenlerinde üç subay sessizce bekliyordu.

🧑‍✈️ Karakterler:

Binbaşı H. G. Howell (İngiliz) – gözlemci, vicdanıyla yüzleşen bir asker.

Yüzbaşı Oliveur (Fransız) – diplomatik, duygusal, halkla empati kurmuş.

Yarbay Ciampi (İtalyan) – disiplinli, ama Bursa’nın güzelliğine hayran kalmış.

Binbaşı Howell, otelin balkonundan son kez şehre baktı. Sokaklar artık sessizdi. Bayraklar Türk bayrağıyla yer değiştirmişti. Çocuklar oynuyor, kadınlar pazara gidiyordu. Bursa, savaşın izlerini silmeye başlamıştı.

“Bu şehir yanmadı,” dedi Oliveur. “Ve biz, belki bir felaketi önledik.”

Ciampi başını salladı. “Ama izler kalacak. Hem taşlarda hem insanlarda.”

🚙 Veda Anı

Saat 10.00’da Fransız Konsolosluğu’ndan gelen bir araba, heyeti almak üzere otelin önüne yanaştı. Halk, otelin çevresinde toplanmıştı. Bazıları sessizce izliyor, bazıları teşekkür ediyordu.

Bir kadın, elinde bir demet karanfille yaklaştı. “Bursa’yı kurtardınız,” dedi. “Allah razı olsun.”

Howell, karanfilleri aldı. “Biz sadece tanık olduk. Kurtaran sizdiniz.”

Arabaya binmeden önce Howell, cebinden küçük bir defter çıkardı. Son cümlesini yazdı:

“Bursa, bir şehirden fazlasıydı. Bir direnişin, bir umudun adıydı. Ve biz, bu umuda tanıklık ettik.”

🛫 Ayrılış

Araba hareket ettiğinde, halk sessizce el salladı. Bayraklar rüzgârda dalgalandı. Otelin balkonunda kalan Madam Brotte, gözyaşlarını sildi.

“Bursa artık özgür,” dedi. “Ve siz, bu özgürlüğün sessiz tanıkları oldunuz.”

📖 Bölüm-6: Toprağın Üzerine Güneş Doğar/Yeniden Başlamak/15 Eylül 1922/ Bursa

Savaşın izleri hâlâ sokaklarda, duvarlarda, gözlerdeydi. Ama Bursa, yeniden nefes almaya başlamıştı. Geceleri artık silah sesleri değil, çocuk kahkahaları duyuluyordu. Fırınlar çalışıyor, çarşılar açılıyor, camilerde dualar yükseliyordu.

👨‍🌾 Karakter: Mehmet Usta (Demirci)

Mehmet Usta, dükkânının önündeki demir örsü temizliyordu. Günlerdir ilk kez çekiç sesi duyulacaktı. Yanına gelen genç çırağına döndü:

“Bugün yeniden başlıyoruz evlat. Bu demir, artık silah değil; kapı olacak, pencere olacak.”

👩‍🍳 Karakter: Ayşe Hanım (Fırıncı)

Ayşe Hanım, sabahın erken saatlerinde tandırını yakmıştı. Mahallede ekmek kokusu yayılıyordu. Kadınlar sıraya girmiş, çocuklar ellerinde sepetlerle bekliyordu.

“Bugün ilk ekmeği şehit ailelerine vereceğim,” dedi. “Onlar en çok acıyı tattı, şimdi ilk sıcaklığı onlar almalı.”

🧑‍🏫 Karakter: Rüştü Bey (Öğretmen)

Rüştü Bey, yıkılmış okul binasının önünde durdu. Tahtalar yanmış, sıralar parçalanmıştı. Ama elinde bir tebeşir vardı. Duvara büyük harflerle yazdı: “Yarın ders var.”

Çocuklar etrafına toplandı. “Gerçekten mi hocam?” diye sordular.

“Gerçekten,” dedi. “Çünkü bilgi, barışın temelidir.”

🎭 Toplumsal Yeniden Doğuş

Belediye binasında yardım komisyonları kuruldu.

Camilerde şükür duaları okundu.

Çarşıda esnaf, zarar gören komşularına mal verdi.

Kadınlar, dul kalanlara destek grupları oluşturdu.

Gençler, yanan köprüleri yeniden inşa etmek için gönüllü oldu.

🧓 Karakter: Zübeyde Hanım

Zübeyde Hanım, torunlarını elinden tutarak Setbaşı’na yürüyordu. Yanan evlerin yerine yeni temeller atılıyordu.

“Bu toprak çok acı gördü,” dedi. “Ama her acıdan sonra bir çiçek çıkar. Biz o çiçekleri büyüteceğiz.”

🎶 Duygusal Kapanış

Akşamüstü, Uludağ’ın eteklerinden güneş yavaşça ovaya indi. Bursa’nın taş sokaklarında çocuklar oynuyor, yaşlılar sohbet ediyordu. Bir grup genç, yıkılan Rum kilisesinin yerine park yapmaya başlamıştı.

Binbaşı Howell, son defter notunu yazdı:

“Bursa, sadece bir şehir değil. Bir direnişin, bir yeniden doğuşun adıydı. Ve şimdi, hayat yeniden yazılıyor.”

📖 Bölüm-7: Gül Kokulu Avlu/Bir Ailenin Hikâyesi/16 Eylül 1922/Bursa-Mollaarap Mahallesi

Avluda hâlâ yanık kokusu vardı. Duvarlar isli, taşlar çatlak, pencereler kırık… Ama gül fidanı sapasağlamdı. Zübeyde Hanım, o fidanı savaş boyunca torunları gibi korumuştu. Şimdi, yeniden filizlenmeye başlamıştı.

👵 Karakter: Zübeyde Hanım

Sabah namazından sonra avluyu süpürmeye başladı. Her süpürge darbesi, geçmişin izlerini silmeye çalışıyordu. Torunları, kapının önünde oynuyordu. En küçük olanı, bir taşın üzerine Türk bayrağı çizmişti.

“Bugün pazara gideceğiz,” dedi Zübeyde Hanım. “Hayat yeniden başlıyor.”

👦 Karakter: Yusuf (Torun)

Yaş: 10

Kişiliği: Meraklı, cesur, savaşın gölgesinde büyümüş ama umut dolu.

“Babam gelseydi bayram gibi olurdu,” dedi Yusuf. “Ama ben onun gibi asker olacağım.”

Zübeyde Hanım, torununun başını okşadı. “Sen önce iyi bir insan ol. Bu topraklar iyi insanlara muhtaç.”

🧑‍🌾 Mahallede Hayat

Mollaarap Mahallesi’nde komşular birbirine yardım ediyordu. Yanan evlerin yerine kerpiç taşını taşıyanlar, dul kalan kadınlara yemek yapanlar, yetim çocuklara kitap verenler…

Bir komşu, Zübeyde Hanım’a bir çuval un getirdi. “Senin ekmeğin bizim ekmeğimizdir,” dedi.

🎭 Duygusal Zirve

Akşamüstü, mahallede küçük bir tören düzenlendi. Kurtuluşun ardından ilk kez herkes bir araya gelmişti. Bir genç, bağlamasını çıkardı. “Bu türküyü, savaşta kaybettiklerimiz için çalıyorum,” dedi.

Zübeyde Hanım, gözyaşlarını silerek torununu kucağına aldı. “Biz kaldık,” dedi. “Ve kalanlar, yeniden kurar.”

📝 Binbaşı Howell’in Son Gözlemi

Binbaşı Howell, mahalleyi gezerken bu sahneye tanık oldu. Not defterine şu cümleyi yazdı: “Zafer, ordularla değil, annelerin sabrıyla kazanılır.”

📖 Bölüm-8: Barışın Günü/İlk Barış Bayramı/1 Ekim 1922/Bursa-Cumhuriyet Alanı

Sabah güneşi, Uludağ’ın doruklarından ovaya süzülürken Bursa, ilk kez savaşsız bir güne uyanıyordu. Bugün, Yeşil Bursa’nın barışa kavuştuğu ilk bayramdı. Belediye, bugünü “Barış Bayramı” olarak ilan etmişti. Halk, meydanda toplanmaya başlamıştı.

🎉 Hazırlıklar

Cumhuriyet Alanı bayraklarla süslenmişti.

Orhan Camii’nin minaresinden barış için dua okunmuştu.

Çarşı esnafı, dükkânlarının önüne çiçekler koymuştu.

Kadınlar, çocuklara beyaz mendiller dağıtmıştı: “Barışın simgesi.”

👵 Karakter: Zübeyde Hanım

Zübeyde Hanım, torunlarıyla birlikte alana yürüyordu. Yusuf, elinde kendi çizdiği Türk bayrağını taşıyordu. “Bugün savaş yok,” dedi. “Bugün oyun var.”

Zübeyde Hanım gülümsedi. “Bugün dua var evlat. Hem gidenler için hem kalanlar için.”

🧑‍🏫 Karakter: Rüştü Bey (Öğretmen)

Rüştü Bey, kürsüye çıktı. Elinde bir kitap vardı. “Bu bayram, sadece bir kutlama değil,” dedi. “Bu, barışın ilk dersi. Bugün, çocuklarımıza savaşın ne olduğunu değil, barışın nasıl korunacağını öğreteceğiz.”

🎶 Kutlama Anı

Bağlamalar çaldı, türküler söylendi.

Çocuklar, meydanda barış oyunları oynadı.

Gençler, “Barış İçin Birlik” adlı kısa bir tiyatro sahneledi.

Bir grup kadın, savaşta kaybettikleri eşlerinin adını okuyarak barışa dua etti.

📝 Binbaşı Howell’in Son Notu

Binbaşı Howell, törene davetli olarak katılmıştı. Artık görevini tamamlamış, İstanbul’a dönmeye hazırlanıyordu. Defterine son cümlesini yazdı:

“Barış, bir gün değil, bir niyetle başlar. Bursa, bu niyeti taşıyor.”

🎭 Duygusal Kapanış

Gün batarken, meydanda beyaz güvercinler uçuruldu. Halk, el ele tutuştu. Bir çocuk, annesine sordu:

“Anne, barış hep sürecek mi?”

Kadın, gözyaşlarıyla gülümsedi: “Biz istersek, evet.”

📖 Bölüm-9: Geleceğin Çocukları/Yusuf ve Elif’in Yolu/1923 Baharı/Bursa-Mollaarap Mahallesi

Kış geride kalmış, bahar Bursa’ya gül kokusuyla gelmişti. Zübeyde Hanım’ın avlusundaki gül fidanı artık çiçek açmıştı. Torunları Yusuf ve Elif, okuldan yeni dönmüş, avluda defterlerini açmışlardı.

👦 Karakter: Yusuf

Yaş: 11

Hayali: Subay olmak, vatanı korumak.

Kişiliği: Cesur, sorumluluk sahibi, lider ruhlu.

Yusuf, defterine bir Türk bayrağı çizdi. Altına şu cümleyi yazdı:

“Barış için güçlü olmalıyız.”

Zübeyde Hanım, torununa yaklaştı. “Güç, sadece silahla olmaz evlat. Bilgiyle, ahlakla, merhametle olur.”

👧 Karakter: Elif

Yaş: 9

Hayali: Öğretmen olmak, çocuklara okuma yazma öğretmek.

Kişiliği: Duygusal, yardımsever, hayal gücü geniş.

Elif, bir hikâye yazıyordu. Konusu: “Bir çiçek, savaşın ortasında nasıl büyür?”

“Ben öğretmen olacağım,” dedi. “Çocuklar hiç korkmasın diye.”

Zübeyde Hanım gülümsedi. “Senin kelimelerin, bir gün bir çocuğun kalbini iyileştirecek.”

🏫 Mahallede Eğitim Seferberliği

Rüştü Bey, mahalledeki yıkık okul binasını yeniden açtı.

Gençler, gönüllü olarak çocuklara ders vermeye başladı.

Kadınlar, okuma yazma kursları düzenledi.

Belediye, yetim çocuklar için burs fonu oluşturdu.

🎭 Duygusal Zirve

Bir gün, Yusuf ve Elif, Belediye Meydanı’nda düzenlenen “Barış İçin Gençlik Günü”ne katıldılar. Yusuf, bayrak taşıdı. Elif, kendi yazdığı şiiri okudu:

“Bir gül büyür taşın üstünde,

Bir çocuk güler barış içinde.

Bir kadın dua eder sessizce,

Gelecek, umutla gelir bize.”

Kalabalık alkışladı. Zübeyde Hanım, gözyaşlarını mendiliyle sildi. “Benim çocuklarım, bu toprağın umudu,” dedi.

📝 Binbaşı Howell’in Son Mektubu

İngiltere’ye döndükten sonra Howell, Bursa’daki çocuklar için bir mektup yazdı:

“Savaşın ortasında büyüyen çocuklar, barışın en büyük öğretmenleridir. Yusuf ve Elif, sizin hikâyeniz, dünyanın ihtiyacı olan hikâyedir.”

📖 Bölüm-10: Sessiz Kahramanlar/Kadınların Gücü/1923 Yazı/Bursa-Setbaşı, Mollaarap, Altıparmak

Savaş bitmişti ama yaralar hâlâ tazeydi. Evler yanmış, eşler kaybedilmiş, çocuklar yetim kalmıştı. Ancak Bursa’nın sokaklarında bir şey sessizce büyüyordu: kadınların gücü.

👵 Karakter: Zübeyde Hanım

Zübeyde Hanım, artık sadece torunlarının değil, mahallenin de annesi olmuştu. Her sabah, dul kadınlarla birlikte mahalle fırınında ekmek pişiriyor, yetim çocuklara kahvaltı hazırlıyordu.

“Bizim işimiz sadece yemek yapmak değil,” diyordu. “Biz, bu şehri yeniden kuruyoruz.”

👩‍🏫 Karakter: Fatma Öğretmen

Fatma Hanım, savaşta eşini kaybetmiş, ama okulunu terk etmemişti. Belediye’nin desteğiyle mahalledeki çocuklara okuma yazma öğretiyordu.

“Bir kadın öğretirse, bir millet öğrenir,” diyordu.

👩‍🌾 Kadınların Toplumsal Rolü

Tarımda: Erkeklerin yokluğunda tarlaları kadınlar sürmeye başladı. Uludağ eteklerinde kadınlar birlikte çalışıyor, ürünlerini pazara taşıyordu.

Zanaatta: Terzilik, dokumacılık, sabun yapımı gibi işler kadınların elinde yeniden canlandı.

Sağlıkta: Hemşirelik eğitimi alan genç kadınlar, mahallelerde ilkyardım noktaları kurdu.

Yardımlaşmada: Dul kadınlar bir araya gelerek “Bursa Kadın Yardım Cemiyeti”ni kurdu. Amaçları, yetim çocuklara eğitim ve barınma desteği sağlamaktı.

🎭 Duygusal Zirve

Bir gün, Belediye Meydanı’nda “Kadınlar Günü” düzenlendi. Zübeyde Hanım, kürsüye çıktı. Elinde bir mendil vardı. “Bu mendil, savaşta oğlumun cebindeydi,” dedi. “Bugün, barışın simgesi olarak taşıyorum.”

Kalabalık sessizleşti. Ardından alkışlar yükseldi. Kadınlar, ellerindeki mendilleri havaya kaldırdı. Beyaz mendiller, Bursa semasında barışın bayrağı gibi dalgalandı.

📝 Binbaşı Howell’in Son Satırları

İngiltere’ye döndükten sonra Howell, Bursa’daki kadınlar için bir makale yazdı:

“Savaşın ardından şehirleri yeniden kuranlar, çoğu zaman adı anılmayan kadınlardır. Bursa’da barış, kadınların elleriyle örüldü.”

📖 Bölüm-11: Yusuf’un Yolu/Bir Mektup, Bir Hayal/1924 Sonbaharı/Bursa-Mollaarap Mahallesi

Zübeyde Hanım, sabah ezanıyla uyanmıştı. Avluda gül fidanı hâlâ çiçek açıyordu. Torunu Yusuf, sabah erkenden kalkmış, eski Osmanlı sandığının başında bekliyordu. Bugün, hayatının en önemli mektubunu alacaktı.

📬 Mektubun Gelişi

Postacı, kapıya geldiğinde Yusuf’un kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Zübeyde Hanım, mektubu torununa uzattı. “Aç evlat,” dedi. “Ama ne olursa olsun, biz seninle gurur duyuyoruz.”

Yusuf, titreyen elleriyle zarfı açtı. Gözleri satırlarda dolaştı. Sonra bir çığlık attı:

“Kabul edildim! Harbiye’ye gidiyorum!”

👦 Karakter: Yusuf

Yusuf, Harbiye Mektebi’ne kabul edilmişti. Artık sadece bir çocuk değil, bir asker adayıydı. Gözlerinde hem gurur hem sorumluluk vardı.

👵 Karakter: Zübeyde Hanım

Zübeyde Hanım, torununa sarıldı. “Senin deden Sarıkamış’ta dondu, baban Balkan’da vuruldu. Sen, onların hayalini taşıyorsun. Ama unutma, asker olmak sadece silah taşımak değil; adalet taşımaktır.”

🎓 Hazırlıklar

Mahallede kadınlar Yusuf için bir yolculuk bohçası hazırladı.

Rüştü Bey, ona tarih ve coğrafya kitapları verdi.

Elif, kendi yazdığı bir şiiri Yusuf’un cebine koydu:

“Yolun uzun, yüreğin büyük,

Barış için yürü, savaşsız büyü.”

🎭 Duygusal Zirve

Yusuf, tren istasyonuna vardığında mahalle halkı onu uğurlamak için oradaydı. Zübeyde Hanım, son kez torununa sarıldı. “Git evlat,” dedi. “Ama ne olursa olsun, kalbin hep Bursa’da kalsın.”

Tren hareket ettiğinde, Yusuf camdan dışarı baktı. Elinde bayrağı vardı. Dudaklarından şu cümle döküldü: “Yeşil Bursa’nın oğluyum. Al sancağın yolcusuyum.”

📖 Bölüm-12: İlk Ders/Elif’in Sınıfı/1925 İlkbaharı/Bursa-Mollaarap Mahallesi

Sabah güneşi, okul binasının kırık camlarından içeri süzülüyordu. Duvarlar hâlâ savaşın izlerini taşıyordu ama sınıfın ortasında bir masa, bir tahta ve bir umut vardı. Elif, ilk kez öğretmen olarak sınıfa girecekti.

👧 Karakter: Elif

Yaş: 16

Hayali: Öğretmen olmak, çocuklara okuma yazma öğretmek.

Kişiliği: Duygusal, kararlı, sevgi dolu.

Elif, beyaz yakasını düzeltip aynaya baktı. “Bugün sadece ders vermeyeceğim,” dedi kendi kendine. “Bugün bir hayat başlatacağım.”

🧑‍🎓 Sınıfın İlk Günü

Sınıfta 12 çocuk vardı. Kimisi yetim, kimisi göçmen, kimisi savaşın sessiz tanığı.

Elif, tahtaya büyük harflerle yazdı: “Barış”

“Bu kelimeyi öğrenmeden hiçbir harfi öğrenemeyiz,” dedi. “Çünkü barış, her şeyin başlangıcıdır.”

👩‍👧 Zübeyde Hanım’ın Ziyareti

Zübeyde Hanım, öğle vakti sınıfa uğradı. Kapıdan sessizce izledi. Elif, çocuklara “gül” kelimesini anlatıyordu. “Gül hem güzel hem dikenlidir,” diyordu. “Tıpkı hayat gibi.”

Zübeyde Hanım gözyaşlarını silerek mırıldandı: “Benim torunum artık bir ışık oldu.”

🎭 Duygusal Zirve

Günün sonunda, Elif çocuklara küçük bir hikâye okudu. Konusu: “Bir şehir, savaşın ardından nasıl yeniden doğar?”

Çocuklar sessizce dinledi. Sonra bir kız çocuğu el kaldırdı: “Öğretmenim, biz de o şehir miyiz?”

Elif gülümsedi. “Evet. Siz, Bursa’nın yeni hikâyesisiniz.”

📝 Binbaşı Howell’in Son Satırı

Yıllar sonra, Elif’in öğretmenliği hakkında yazılan bir makalede Howell’in şu cümlesi yer aldı:

“Bir şehir, öğretmenleriyle yeniden kurulur. Elif, Bursa’nın kalbine yazılmış bir kelimedir: umut.”

📖 Bölüm-13: Son Mektup/Zamanın Ötesine/1926 Baharı/Bursa-Mollaarap Mahallesi

Gül fidanı bu yıl erken açmıştı. Zübeyde Hanım, avludaki sedire oturmuş, elinde kalemle son mektubunu yazıyordu. Gözleri artık uzağı seçemiyor, elleri titriyordu. Ama kalbi hâlâ güçlüydü. Bu mektup, torunlarına değil sadece; Bursa’ya, vatana, zamana yazılıyordu.

✉️ Mektubun İçeriği

“Sevgili Yusuf ve Elif,

Hayat, bazen bir savaş kadar sert, bazen bir gül kadar narin olur. Siz, ikisini de gördünüz. Ama unutmayın, insanı insan yapan, yaşadıkları değil; yaşadıklarından ne öğrendiğidir.

Yusuf, sen artık bir asker olacaksın. Silahın kadar vicdanın da keskin olsun. Barışı korumak, savaşmaktan daha büyük bir görevdir.

Elif, sen artık bir öğretmensin. Kalemini bir kılıç gibi kullan. Cehaleti yen, sevgiyi öğret.

Benim ömrüm, acılarla dolu bir nehir gibi aktı. Ama siz, o nehrin üzerine köprüler kurdunuz.

Gül fidanını unutmayın. O, bizim hikâyemizdir. Her bahar açarsa, bilin ki ben hâlâ buradayım.

Dualarımla, sevgimle, gururumla…

Zübeyde Hanım”

🧓 Veda Anı

Mektubu yazdıktan sonra, Zübeyde Hanım gül fidanının yanına gidip toprağı okşadı. “Ben gidiyorum,” dedi sessizce. “Ama siz kalın. Kalın ve büyüyün.”

O gece, Bursa’da rüzgâr hafif esti. Gül fidanı bir yaprak döktü. Sabah, Elif mektubu bulduğunda gözyaşları sessizce aktı. Yusuf, mektubu göğsüne bastırdı.

🎭 Duygusal Kapanış

Mektup, yıllar sonra Bursa’da bir okulun girişine asıldı. Altında şu cümle yazıyordu:

“Bir milletin geleceği, bir annenin duasında saklıdır.”

Şehitlerimizin ruhu şad olsun. Devletimiz, Milletimiz ve Ordumuz daim olsun.

Ne Mutlu Türk’üm Diyene!

Devamını Oku

Anadolu’ya Türk mührü vurulmuştur!

Anadolu’ya Türk mührü vurulmuştur!
3

BEĞENDİM

ABONE OL

Büyük Taarruz’un 103. yıldönümünde başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu toprakları bizlere vatan yapan tüm kahramanlarımızın ruhları şad olsun.

İşgal kuvvetlerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder. 30 Ağustos günü, ilk kez 1924’te Dumlupınar’da Çal Köyü yakınlarında Cumhurbaşkanı Atatürk’ün katıldığı bir törenle Başkumandan Zaferi adıyla kutlanmıştır. Zaferi kutlamak için iki yıl beklemenin en önemli nedeni 1923 yılının yeni Türkiye açısından hem ulusal hem de uluslararası alanda yoğunluğun had safhada olmasıydı. Çal köyünde gerçekleşen ilk törende Atatürk, millî ruhun canlı tutulmasının önemini vurgulamış ve Meçhul Asker Abidesi’nin temelini eşi Latife Hanım ile atmıştır. Mustafa Kemal, Başkomutan Meydan Muharebesi’ni sevk ve idare ettiği Zafertepe’de 30 Ağustos 1924 tarihinde Büyük Zafer’in önemini şu şekilde ifade etmiştir: “…Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk devletinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri burada atıldı. Ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçuşan şehit ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır…”.

Başkumandan Zaferi 1926 yılından itibaren Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır. 1 Nisan 1926’da kabul edilen Kanunu’nda 30 Ağustos gününün Türk ordusunun Zafer Bayramı olduğu, her yıl dönümünde bu bayram gününün kara, deniz ve hava kuvvetleri tarafından kutlanacağı belirtilir. Ancak 1930’ların ortalarına kadar ilk tören gibi üst düzeyde gerçekleşen Büyük Zafer kutlaması yapılamamıştır. Zafer Bayramı için özellikle 1960’lardan itibaren daha kapsamlı ve katılımlı bir şekilde kutlamalar yapılmaya başlanmıştır. 30 Ağustos, Türkiye’de askerî okulların mezuniyet törenlerini yaptıkları gün olmuştur; ayrıca tüm subay ve astsubay rütbe değişiklikleri bu tarihte geçerli olmaktadır. Zafer Bayramı uzun yıllar Genelkurmay Başkanı’nın tebrikleri kabul ettiği bir bayram olarak kutlanmış; ancak bu durum 2011 yılından itibaren değişmiştir.

Taarruz Planı

Mustafa Kemal Büyük Söylev’inde taarruz planını şöyle ifade eder: Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir imha meydan muharebesi vermekti. Bunun için elverişli bulduğumuz durum, ana kuvvetlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu, güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın en hassas ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla mümkündü.

Taarruza Hazırlık

Taarruza büyük bir gizlilik içinde hazırlanılmıştır. Mustafa Kemal, Konya’ya gelmiş olan General Townshend’in isteği üzerine, kendisiyle görüşmek için, Ankara’dan hareket ederek 23 Temmuz akşamı Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Akşehir’e gider. Burada savaş planı üzerinde görüşmeler yapar. 24 Temmuz’da Konya’ya geçer. 27 Temmuz’da tekrar Akşehir’e gelir ve o gece yapılan görüşme sonunda, tespit edilmiş plan gereğince taarruz etmek üzere, 15 Ağustos’a kadar bütün hazırlıkların tamamlanmasına karar verilir.

28 Temmuz’da bir futbol maçını seyretmek bahanesiyle ordu komutanlarını ve bazı kolordu komutanlarını Akşehir’e çağırır. O gece yapılan toplantıda komutanların taarruzla ilgili görüşlerini alır. 30 Temmuz günü Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile görüşerek taarruzun şeklini ve ayrıntılarını tespit eder. Ordunun hazırlıklarının tamamlanmasını ve taarruzun bir an önce yapılmasını emrettikten sonra Ankara’ya döner.

Çünkü Ankara’da yapılması gereken bazı işler vardır. Taarruz emri verdiğini henüz Bakanlar Kurulu’na bildirmemişti. Ayrıca muhalifler ordunun çürüdüğünden, kıpırdayacak durumda olmadığından, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin sonucunun felaketten ibaret olacağı yönünde propaganda yapmaktaydı. Bu olumsuz propaganda en yakın ve en inanmış kimseler üzerinde bile kötü etkisini göstermeye başlamıştı. Mustafa Kemal, yakında başlayacak taarruz ile altı yedi gün içinde düşmanın ana kuvvetlerini yeneceği konusunda onlara teminat verdi.

Birkaç gün sonra ise cepheye gitmek üzere Ankara’dan ayrıldı. Hareketini belirli birkaç kişi dışında bütün Ankara’dan gizledi. Ankara’dan ayrılacağını bilenler, Ankara’daymış gibi davranacaklardı. Hatta gazetelerle Mustafa Kemal’in Çankaya’da çay ziyafeti verdiğini de ilan edeceklerdi. Dikkat çekmesin diye trenle hareket etmeyen Mustafa Kemal, bir gece otomobille Şereflikoçhisar (Tuz Gölü) üzerinden Konya’ya gider. Konya’ya geldiğini kimse bilmez ve varır varmaz telgrafhaneyi kontrol altına aldırır. 20 Ağustos günü öğleden sonra saat 16:00’da Batı Cephesi Karargâhı’na yani Akşehir’e ulaşır. Kısa bir görüşmeden sonra 26 Ağustos sabahı düşmana taarruz için Cephe Komutanı’na emir verir.

Mustafa Kemal 20/21 Ağustos gecesi Cephe Karargâhı’nda Cephe ve Ordu Komutanlarına taarruzun nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu şeklinde açıkladıktan sonra taarruz emrini tekrarlar. Taarruz, strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın halinde yürütülecekti. Bunun gerçekleşebilmesi için de kuvvetlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bu sebeple bütün yürüyüşler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinlenecekti. Taarruz bölgesinde, yolların düzeltilmesi vb. çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için yanıltıcı hareketlerde bulunulacaktı.

26 Ağustos Sabahı ve Zafere Giden Yol

24 Ağustos’ta Cephe Karargâhı Akşehir’den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına taşındı. 25 Ağustos sabahı da Şuhut’tan savaşın idare edildiği Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha nakledilir. 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de hazır bulunan Mustafa Kemal’in emri ile sabah saat 5.30’da topçu ateşi ile taarruz başlar. 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Afyonkarahisar’ın güney ve doğusundaki müstahkem cepheleri düşer. 30 Ağustos’a kadar düşman ordusunun bütün kuvvetleri Aslıhanlar bölgesinde kuşatılır. 30 Ağustos’ta yapılan savaş sonunda (ki buna Başkomutan Meydan Muharebesi adı verilmiştir) düşmanın ana kuvvetleri yok edilmiş ve esir alınmıştır. Ve esirler arasında düşman ordusunun başkomutanlığını yapan General Trikopis de vardır. Planlanan kesin sonuç beş gün içinde alınmış ve 31 Ağustos günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir’e doğru yürüyüşe geçmiştir.

Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!

Mustafa Kemal 1 Eylül’de ordulara Akdeniz’i hedef göstermiş ve şu meşhur emrini vermiştir: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”. Mustafa Kemal yayımladığı bildiride özetle şöyle demiştir:

Zalim ve gururlu bir ordunun asıl kuvvetlerini inanılmayacak kadar az bir sürede yok ettiniz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti, geleceğinden emin olmağa haklıdır. Bütün arkadaşlarımın Anadolu’da daha başka meydan savaşları verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve hamiyet kaynaklarını yarışırcasına vermeye devam etmesini dilerim. Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!

Mustafa Kemal’in emri üzerine Yunan ordusunu felaketten kurtarmak isteyen İtilaf Devletleri 4 Eylül’de ateşkes teklif etmişler ve İzmir’deki İtilaf Devletleri’nin konsolosları Mustafa Kemal’le görüşmek için yer ve tarih sormuşlardır. Mustafa Kemal 9 Eylül’de Kemalpaşa’da (o günkü adıyla Nif’te) görüşebileceğini bildirmiş ve gerçekten de söz verdiği gün Kemalpaşa’ya ulaşmış, fakat görüşme isteyenleri orada bulamamıştır. Çünkü ordularımız, İzmir rıhtımında Mustafa Kemal’in verdiği ilk hedefe, yani Akdeniz’e ulaşmış bulunuyordu. Ve 9 Eylül’de Türk ordusu İzmir’de! Yunan idaresi kaçıp gittiği ve Türk ordusu henüz gelmediği için İzmir yönetimsiz bir gece geçirmiştir. Şehirde Türkler arasında heyecan, limanda bekleyen 45.000 Rum arasında korku son haddine ulaşmıştı.

Mustafa Kemal bu zaferi Büyük Söylev’inde şu şekilde ifade etmiştir:

Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.

Sonuç olarak,

Büyük Taarruz, yaklaşık 200 yıldan beri Türk ordusunun zaferiyle sonuçlanan ilk taarruz muharebesidir. Çanakkale ve Sakarya’da Türk zaferi, hücum eden düşmanı durdurmakla sınırlı kalmıştır. Oysa Başkumandan Meydan Muharebesi’nde düşman ordusu topyekûn yok edilmiş, yaklaşık 150.000 kilometrekare alan 14 gün gibi kısa bir sürede ele geçirilmiştir.

Zafer, Yunan işgaline son vererek Kurtuluş Savaşının kesin bir askeri sonuca ulaşmasını sağlamıştır. Böylece Türk tarafı Lozan’da önemli bir diplomatik avantajla katılmış, askeri durumun barış görüşmelerinde aleyhte pazarlık kozu olarak kullanılmasını önlemiştir. (Taarruz olmasaydı Yunan ordusu belki İzmir’e çekilecek, barış konferansında Yunanların İzmir ve Ayvalık’taki durumu pazarlık konusu olacak, bu yerler sonuçta bir olasılıkla kurtarılsa bile karşılığında birçok taviz verilecekti.)

Büyük taarruz ve bu taarruzun hedefine ulaşıncaya kadar geçen çok kısa süre içinde yer alan savaşlar kolay geçmemiştir. Bu savaşlarda Türk milleti neyi varsa, yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine, malından canına kadar tüm varlığını savaş/zafer/bağımsızlık için ortaya koymuştur. Bu savaşta generalinden erine kadar Türk Ordusu vatan görevinin en büyük, en anlamlı örneğini vermiş; bağımsız olmanın, özgür yaşamanın bedelini canlarıyla ödemişlerdir.

Düşman güçlerin kendi çıkarlarını düşünmeleri doğaldır. Acı olan, düşündürücü olan içteki hainlerin, işbirlikçilerin varlığıdır. Böylesine acıların örneklerini her milletin tarihinde bulmak olanaklıdır. Türk milleti bu hainlikleri yaşamış, görmüş; bu hainlerden çok çekmiştir. Bu hainlikler milletlerin zor günlerinde sıkça görülen örneklerdir. Büyük Taarruz öncesi günlerde bile dış düşmanların içerdeki işbirlikçileri, hainler, uyduluğunu yaptıkları düşmanlardan geri kalmamışlar, Meclis’te, kamuoyunda Mustafa Kemal’i, Millî Mücadele’yi çökertmek, yolundan saptırmak için olanca güçleriyle çalışmışlardır. Başta Peyami Sabah gazetesi olmak üzere İstanbul basını Mustafa Kemal’i, Millî Mücadele’yi kötülemekten, düşmanların Türkleri aşağılayıcı sözlerini yaymaktan, halkı Mustafa Kemal’e ve Millî Mücadele’ye karşı kışkırtmaktan çekinmemiştir. Maalesef bugün de bu tür gazeteleri görüyoruz.

Şunu bilmeliyiz ki, milletimiz/devletimiz/cumhuriyetimiz dün olduğu gibi bugün de bazı iç ve dış mihrakların/düşmanlarının hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Bugün içte ve dışta yaşadığımız, milletimize yönelik bütün düşmanca oyunlar Türk milletinin birlik ve beraberliğini, toprak bütünlüğünü bozmaya yöneliktir. Bu geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de olacaktır. Ancak Türk milleti geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu tür oyunları birlik ve beraberlik içinde bozacaktır.

Bugün 30 Ağustos Zaferine alternatif Malazgirt Zaferi öne çıkarılmaya çalışılıyor. Ve bu zafer de sulandırılarak, Türk’ün zaferi değil Arap ve Kürtlerle birlikte kazanılan bir zafer vurgusu yapılma. Adına da İslam’ın Zaferi denilmekte. Oysa ne Malazgirt’te ne Çanakkale’de ne Sakarya da ne de 30 Ağustos Zaferinde ne Kürt ne de Arap vardır. Bu bir ırkçılık ya da bölücülük değildir. Aksine bugün Türk’ün adı, kimliği, tarihi ve zaferleri çalınmaktadır. Oysa tarih bir bütündür. Tarihte bir süreklilik vardır. Dolayısıyla Malazgirt’te bizim 30 Ağustos’ta bizim. Tarih bölünmez, şehitler bölünmez, vatan bölünmez.

Fakat yaşanan bütün bunlara rağmen biz inanıyoruz ki; milli kültür değerlerine bağlı, insanını çağın gerektirdiği bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun bir şekilde eğitmiş, güçlü bir Türkiye ve Türk Milleti, ülkemiz üzerinde oynanan çirkin oyunlara son vereceği gibi, stratejik ve jeopolitik yeri itibariyle dünya barışının ve bugünkü mevcut uluslararası dengenin mihenk taşını teşkil edecektir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu hareketi üzerindeki önderliği bu zaferle pekişmiş, böylece zaferden sonra kurulacak olan siyasi düzenin temelleri atılmıştır.

Anadolu’nun kapıları 26 Ağustos 1071’de Malazgirt Zaferi ile açılmış, 30 Ağustos Zaferi ile kapatılmıştır. Yani Anadolu’ya Türk mührü vurulmuştur!

Sözlerimi büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu güzel sözleriyle bitirmek istiyorum:

“Zafer, zafer benimdir diyebilenindir. Başarı ise başaracağım diye başlayarak sonunda başardım diyenindir.”

“Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan ilkelerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”

Ya da daha güncel bir ifadeyle; Cumhuriyet’le kalın, Atatürk’le kalın, Atatürk ilke ve devrimlerinin aydınlattığı yolda kalın.

Sevgi, saygı ve selamlarımla.

……………

Not-1: Büyük Taarruz öncesinde Türk ve Yunan ordularının savaş gücü şöyledir: Türk ordusu: 186.900 subay ve er, 98.956 tüfek, 839 ağır makineli tüfek, 2.025 hafif makineli tüfek, 323 top, 5.286 kılıç. Yunan ordusu: 195.000 subay ve er. 130.000 tüfek, 1.002 ağır makineli tüfek, 3.152 hafif makineli tüfek, 344 top, 3.000 kılıç.

Not-2: Ege Denizi’nin 15. Yüzyıl Osmanlı dönemi haritalarındaki adı Akdeniz (Bahr-ı Sefid)’dir. Ayrıca aynı denize “Adalar Denizi” de denmiştir. Yani Ege Denizi’nin Türkçe kaynaklardaki (haritalardaki) adı “Akdeniz” veya “Adalar Denizi”dir. Ege (Aegean) deyimi Yunan mitolojisinden kaynaklanmaktadır. Yunanlılar önce Midilli civarına daha sonra da tüm adaların yer aldığı bölgeye “Ege Denizi” adını vermiştir. Dolayısıyla bazı cahillerin “Atatürk coğrafya bilmiyordu” gibisinden art niyetli söylemleri olsa olsa ancak kendi cahilliklerinin bir göstergesi olabilir.

Kocatepe, Afyonkarahisar, 26 Ağustos 1922.

Sabah saat 05.30’da topçu ateşiyle Büyük Taarruz ’un başlaması, Kocatepe, Afyonkarahisar, 26 Ağustos 1922. Dürbünle bakan şapkalı subay topçu ileri gözetleme subayı Üsteğmen Şahap (Gürler Paşa)’dır. Gelecek ışığı kırsın, net görüş sağlasın diye şapka giymiştir.

Devamını Oku


bursa escort görükle eskort görükle escort bayan bursa görükle escort bursa escort bursa escort bayan