20 Mart 2025 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.

jojobet
1xbetbetpasmariobet
escort konya
a
en iyi rulet siteleri

“Türkiye bir Lübnan olmasın”

Mezhepçi topluluk sadakatlerinde ısrar edilmesi, Lübnan’ın siyasal gelişmesini engellemiş, aile ve din bağlarının milli bağların üstüne çıkmasına neden olmuştur.

Fransa 1920’de Büyük Lübnan’ın doğuşunu ilan ederken, amacı Marunî toplumunun bir Suriye Müslüman devleti içine katılmasını önlemekti. Büyük Lübnan, Marunîlere en büyük dini topluluğu oluşturacakları ayrı bir siyasi birim sağlamak üzere kuruldu. Ancak Marunîler nüfusun çoğunluğunu oluşturmuyorlardı. Fakat Fransızlar tarihin en büyük hatasını yaptı. Yeni devlete hâkim nüfusu Müslüman olan yeni bölgeler ekleyerek, Marunî nüfusunu yüzde 30’a indirdiler.

Marunîler Lübnan’ı kendi özel Hıristiyan anayurtları olarak görüyorlar, siyasal ve ekonomik üstünlüğün kendilerinin hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Lübnan’ın yüzü batıya, Avrupa’ya, Fransa’ya, arkası da Arap dünyasına dönük olacaktı. Sünni Müslümanlar ise başka beklentiler içindeydiler. Onlar kültürel kimlikleri için daha geniş Arap dünyasına bakıyorlar ve Suriye ile birleşmek istiyorlardı.

Ancak Lübnan’da Lübnan Dağı’ndaki Marunîler ve Şuf’daki Dürziler dışında dini topluluklar, ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış olup çeşitli din gruplarının yan yana yaşadıkları bir mozaik yaratıyordu. Dolayısıyla Lübnan’ın özgüllüğü, yerel eşrafın dini farklılıklarıydı. Eğer Büyük Lübnan bir devlet olarak ayakta kalacaksa, bütün bu rakip çıkarların içinde olabileceği bir siyasal sistem geliştirmek gerekiyordu. 1930’larda Lübnan’ın karşısındaki en önemli siyasal sorun, Hıristiyan ve Müslüman toplulukların çatışan emellerini uzlaştırmak ve onları bir Lübnan politikası oluşturulması konusunda birlikte çalışmaya ikna etmekti. Bu temsilin nasıl olacağının kesin formülü 1943 Ulusal Paktı’nda belirlendi. Cumhurbaşkanı Marunî, başbakan da Sünni Müslüman olacaktı. Bu paylaşma örneği Lübnan siyasal sisteminin 1980’lerin sonuna kadar ayrılmaz bir parçası olarak kaldı. Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlığın bir Marunî ve bir Sünni’ye verilmesiyle, bir tek topluluğun diğerleri üzerinde üstünlük sağlaması engellendi.

Fakat Marunîler Lübnan’ı bir Hıristiyan vatanı saymaya ve Akdenizliliği Pan-Arap bağlarının üstünde tutmaya devam ettiler. Müslümanlar de aynı şiddette bu kavramları reddettiler ve Lübnan’ın geniş Arap dünyasının bir parçası olduğunda ısrar ettiler. Fransa 1936’da vaat ettiği bağımsızlığı vermedi. Fransız Meclisi anlaşmayı onaylamadı. Yüksek komiser anayasayı askıya alıp meclisi de dağıttı.

Suriye gibi Lübnan da bağımsızlığına savaş sonunda kavuşabildi. 1943 Ulusal Paktı olarak anılan anlaşma, Lübnan’ı ayrı bir devlet olarak tanıyarak Hıristiyanların daha büyük bir Arap-İslam devleti içinde erime korkusunu gidermeye ve aynı zamanda Lübnan’ın bir Arap kimliği olduğunu, Arap dünyasının bir parçası olarak var olacağını ilan ederek Müslümanları tatmin etmeyi amaçlıyordu. Bu uzlaşmayla Hıristiyan toplumu Lübnan’ın Araplığını kabul ediyordu ve Müslümanlar da ülkeyi ayrı bir devlet olarak tanıyıp, diğer Arap devletleriyle birleşme planlarını kesinlikle reddediyordu.

Ulusal Pakt bunun dışında temsilciler meclisinde dini temsil için de bir formül getirmişti. Formül, Lübnan siyasal hayatında anayasa kadar önemli bir belge olan 1932 nüfus sayımına dayanmaktaydı. Siyasal temsil 1932 rakamlarında donduruldu. Siyasal güç bu orana göre düzenlenecekti. Dolayısıyla mecliste her altı Hıristiyan milletvekiline karşılık beş Müslüman milletvekili olacaktı. Hükümette de durum aynı olacaktı. Böylece dini politika Lübnan sisteminin temelini oluşturdu.

Ancak mezhepçi topluluk sadakatlerinde ısrar edilmesi, Lübnan’ın siyasal gelişmesini engellemiş, aile ve din bağlarının milli bağların üstüne çıkmasına neden olmuştur. Siyaset, güçlerini ekonomik konumlarına ve uzun süreden beri devam eden liderliklerine borçlu olan köklü ailelerin elindeydi. Ülkenin her seçim bölgesinde bölgenin ileri gelen ailesinden siyasal bir patron (Zaim) vardı. Seçimleri ayarlar, siyasal makamları ve parasal ödülleri dağıtırdı. Gerçekte Zaim, Avrupa giysileri içindeki feodal bir ağaydı. Bu kıyafet dış gözlemcileri genellikle yanıltır ve Lübnan demokrasisi hakkında parlak raporlar yazmaya yöneltirdi. Zaim sistemi ideolojik siyasal partilerin ortaya çıkmasını sağlamadı ama, bir tek kişiye sadık mezhep temelli blokların oluşmasına neden oldu.

Birbirleriyle çatışan, iç ve dış etkilerle yaratılan gerilim 1958 yazında patlak verdi. Lübnan iç savaşa sürüklendi. Amerika elini uzatmakta hiç gecikmedi. 16 Temmuz’da 15 bin Amerikan askeri Lübnan kıyılarına çıktı. Bir süre sonra Müslüman-Hıristiyan ilişkileri düzeldi ve Lübnan tekrar ticarete yöneldi. Ancak Lübnan yine de Nasırcıların ve Baasçıların ihanetlerine açık kaldı. Arap dünyasında olup, nüfusu o dünyaya girme ile ondan ayrı kalma istekleri arasında bölünmüş bir milletin iç bölünmelerine tabiydi.

1970’lerin Lübnan’ı artık 1932 nüfus sayımının ya da 1943 Ulusal Paktı’nın Lübnan’ı değildi. Ülkenin Hıristiyanları lehinde olan dini düzenlemeler Müslümanların toplumsal ve ekonomik şikâyetlerini arttırmaktaydı. Manda yıllarında dini güçler arasında sayılmayan Şiiler, 1970’lerde çoğunluklarını vurgulayarak siyasal ve ekonomik pastadan adil bir pay istediler. Marunîler mevcut siyasal sistemde refaha kavuşmuşlardı ve değişikliğe direnmek için silaha sarılmaya hazırdılar. 1975 baharında Lübnan’daki bütün gruplar tepeden tırnağa kadar silahlı duruma geldi. Bu patlayıcı durumu ateşleyen kıvılcım, Nisan ayında Marunî’lerin Filistinlilerle dolu bir otobüse saldırarak 27 kişiyi öldürmesiyle oldu. Böylece Lübnan 1989’a kadar sürecek olan bir iç savaşın içine sürüklendi. Suriye ve İsrail ülkeyi işgal etti, Beyrut yıkıldı, 40 binin üzerinde insan öldü. Ülke her biri kendi milis örgütüne sahip dini gruplara bölündü. Bütün bunlar Lübnan’ın savaş öncesi sorunlarının hiçbirini çözümlemedi.

Lübnan’daki iç savaşın bu kadar uzun sürmesinin sebebi, Lübnanlı dini grupların siyasal reform üzerinde anlaşamamış olmalarıydı. En temel sorun, Lübnan’ın dini-siyasal sistemine göre başlıca dini gruplara tahsis edilen gücün artık ülkenin demografik gerçeklerini yansıtmamasıydı. 1980’lerde birçok uzlaşma önerisinin başarısızlığa uğramasından sonra, 1989’da Arap Birliği önderliğinde Taif’de anlaşmaya varıldı. Taif’de taraflar nüfusun yapısındaki değişikliği kabul etti. Marunî cumhurbaşkanının yetkileri Müslüman başbakanın lehine azaltıldı. Mecliste dini temsilin Hıristiyanlar lehine olan 6’ya 5 oranı, her iki taraf içinde eşitlendi. Bu da 9 yeni Müslüman sandalye ekleyip, bunlardan 3’ünü Şiilere ayırarak gerçekleşti. Taif anlaşması, dini siyaset temelini ortadan kaldırmak yerine Lübnan siyasetinin merkezine dini kimliği yerleştirmiş oldu. Bu durum Lübnan’ı sürekli bir iç savaş tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.

Şimdi bütün bunları niye mi yazdım. Tabii ki, gelecekte Türkiye bir Lübnan olmasın diye. Türkiye etnik ve dini (cemaatlere) bir takım yerel yapılara bölünmesin diye. Siyaset dinden, din siyasetten elini çeksin diye. Milli ve kültürel üst bir kimlikte var olsun diye. Hülasa kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla diye.

 

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

İhraç edilen eşyanın geri gelmesi durumunda yapılması gereken işlemler

HIZLI YORUM YAP



Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.