25 Aralık 2024 itibariyle Covid-19 ile mücadelede aşılanan sayısı kişiye ulaştı.

1xbetbetpasmariobet
escort konya
a
en iyi rulet siteleri
Prof. Dr. Mehmet Eryılmaz

Prof. Dr. Mehmet Eryılmaz

20 Mart 2024 Çarşamba

Tarımda kendi kendine yeten Türkiye’ye ne oldu?

Tarımda kendi kendine yeten Türkiye’ye ne oldu?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Hatırlıyorum, ilkokul yıllarımızda okullarımızda okutulan ansiklopedilerde defaatle zikredilen bir cümle Türkiye’nin kendi tarımsal ihtiyaçlarını yine kendi başına karşılayabilen, dünyada birkaç ülkeden bir tanesi olduğuydu. Sonraki yıllarda ülkemizin sanayileşmeyi önceleyen politikaları çerçevesinde tarımı sanki bir parça arka plana ittik. Nitekim, TÜİK’in istatistiklerine bakıldığında ülkemizin GSMH’si içerisindeki tarımın payının yıllar içerisinde mühim bir düşüş gösterdiği anlaşılmaktadır. Ancak bir yandan da, temel gıda maddelerini üretmek gibi bir misyon edindiği için, tarım sektörü daima önemini muhafaza etmiştir ve de kuvvetle muhtemel gelecekte de edecektir. Bu bağlamda, öncelikle halkımızın ihtiyaçlarını karşılayacak ölçülerde üretim yapabilmeye, sonrasında da sektörün verimliliğini arttırmaya ve uluslararası arenada şirketlerimize sürdürülebilir rekabet avantajı kazandırmaya vesile olabilecek çözümler üretmek önem arz etmektedir. Bu çözümlerden bir tanesi de hiç şüphesizdir ki sektörün dijital teknolojilerden, bu teknolojilerin potansiyel sıkıntılarını da göz ardı etmeden, istifade etmesidir.

Bu noktada tarımı dijitalleştirmek derken bu kapsamda katalizör olarak ele alınabilecek iki tür şirket grubundan bahsetmek mümkün. Birinci grup, zaman zaman “agri-tech”, “ag-tech”, “akıllı tarım” vb. sıfatlarla da anılan ve kendilerine tarım sektöründeki şirketlerin ya da amatör tarım sevdalılarının işini kolaylaştıracak teknolojiler üretmeyi misyon edinen şirketlerden oluşuyor. Bu konuda dünyanın muhtelif ülkelerinden çok başarılı örnekler paylaşmak mümkün. Örneğin; Farmers Business Network (ABD), Meicai (Çin), Tridge (Güney Kore), Bowery Farming (ABD), MoMo (Vietnam), Apeel Sciences (ABD), Inari (ABD), Nxin (Çin), Ynsect (Fransa), Nature’s Fynd (ABD) ve Infarm (Almanya) bahsi geçen alanda faaliyet gösteren ve “tek boynuz (unicorn)” statüsüne ulaşmış şirketlerden bazıları. Bu noktada sanki biraz daha ivmelenmeye ihtiyacımız var çünkü bilindiği kadarıyla hala ülke olarak tek boynuz statüsünü kazanmış ya da kazanmaya ramak kalmış (soonicorn) bir agri-tech şirketi çıkarabilmiş değiliz.

Ancak bu durum bizde de başarılı ve gelecek vadeden agri-tech şirketlerinin olmadığı manasına da gelmiyor. Örneğin hemen akıllara Ulukan’ın yazısından aşina olduğumuz, 8 farklı ülkede, 70’ten fazla şirkette, entegre üretim süreçlerini yönetme mesuliyetini üstlenen “ForFarming” geliyor. Şirket geliştirdiği Farmio adlı ürünü sayesinde büyük veriyi işliyor ve ürünü kullanan şirketlere en münasip üretim koşullarına dair tavsiyelerde bulunuyor. Pabuççiyan sayesinde haberdar olduğumuz, alanın yıldızlarından bir diğeri de dikey tarıma yönelik çözümler üreten Vahaa adlı şirketimiz. Topraksız tarım ve nesnelerin interneti teknolojilerini harmanlayan şirket, ev ya da ofis ortamında (ve toprağa ihtiyaç duymadan) kişniş, nane, pazı, roka vb. sebzeleri yetiştirmenin keyfini kullanıcılarına sunuyor. Benzer biçimde, Tekfen Holding çatısı altında yer alan tarımsal sanayi grubunun amiral gemisi Toros Tarım ise geliştirdiği “Toros Çiftçi Uygulaması”yla çiftçinin tarlasının konumu, mevcut hava koşulları ve ekilen ürünün özelliklerinden yola çıkarak çiftçiye gübreleme önerileri getiriyor. Bu sayede çiftçilerin maliyetlerinin düşeceği ve verimlerinin artacağı umuluyor. Bahsi geçen bu şirketlere elbette Tarfin, Hextex vb. birkaç şirketi daha eklemek mümkün.

İkinci gruptaki şirketler ise doğrudan tarım veya ilişkili sektörlerde faaliyet gösteren (dolayısıyla agri-tech’ler gibi tarım sektörüne yönelik teknolojik çözümler üretmek gibi bir misyonları olmayan) ancak dijital teknolojileri büyük ölçüde faaliyetlerine adapte etmiş olanlardan oluşuyor. Örneğin 1940 yılından beri faaliyet göstermekte olan Bertan Un, web sayfalarında 2017 yılında “Endüstri 4.0” dönüşümünü başlatıklarından bahsetmektedir. Benzer biçimde; “sürdürülebilir tarım” sloganı doğrultusunda süreçlerine dijital teknolojileri adapte etmeye devam eden Türk Tuborg kendisine, 2030 yılında tarlalarının en az %80’ini dijital sistemler üzerinden takip ediyor olma hedefini koymuş. Anadolu Efes de akıllı tarım uygulamaları konusunda işbirliği yapılan çiftçileri teşvik eden şirketler arasında. Şirketin iş ortağı konumundaki çiftçiler akıllı tarım aplikasyonları sayesinde tarlaya bilfiil gitmeden, cep telefonlarından tarlalarını takip edebiliyorlar.

Dolayısıyla, sanki tarımın ne denli hayati bir sektör olduğunu yeniden hatırlamış ve sektörün performansını arttırmak ümidiyle tarımı dijitalleşmeye çalışıyor gibi görünüyoruz. Bunlar hiç şüphesiz sektör ve ülkemiz açısından müspet gelişmeler. Ancak bir yandan da hala gidilecek oldukça uzun bir mesafe var gibi de görünüyor. Yazımı tamamlarken herkese rüya gibi geçecek bir hafta diliyorum.

Devamını Oku

Türkiye mutfakta Peru’yu yakalayabilir mi?

Türkiye mutfakta Peru’yu yakalayabilir mi?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Geçen haftaki yazımızda Peru’nun gastronomi sahasında yaptığı patlamanın anatomisini masaya yatırmaya çalışmıştık. Öncelikle Peru’nun müthiş kozmopolit ulusal kültürünün kendisine gastronomi alanında nasıl bir rekabet avantajı sağladığı üzerine zihin yormuştuk. Bugün de bir parça diğer faktörlere odaklanacağız.

Peru mutfağının gastronomi sahasında gerçekleştirdiği bu mühim atağın itici güçleri arasında kültürel unsurlara ilaveten ekonomik gelişmeler ve elbette coğrafya da var. Örneğin Matta, saygın bir antropoloji dergisinde yayınladığı makalesinde, Peru ekonomisinde son dönemde yaşanan büyüme ve halkın satın alma gücündeki artışın Peru mutfağını hareketlendiren bir diğer gelişme olduğunu dile getirmiş. Makalenin kaleme alındığı dönemde Peru ekonomisi üst üste 15 senedir büyüme kaydederek ciddi bir başarıya imza atmış.

Coğrafya kader midir, bu denli coğrafi deterministik bir çıkarımda bulunabilir miyiz bilemiyorum ancak coğrafyanın Peru mutfağının başarısında oldukça kritik bir faktör olduğu su götürmez bir gerçek. Dünyada birçok mutfağın ancak bilhassa İtalyan mutfağının ana malzemelerinden biri olan domatesin anavatanının Peru’dan da geçen And Dağları arasında yer alan vadiler olduğu tahmin ediliyor. Keza bir diğer demirbaş mutfak malzemesi olan patates hususunda da Peru çok şanslı. Daha İspanyollar bölgeye gelip de kolonize etmeden önce, yaklaşık 1000 çeşit patatesin Peru yerlilerince o dönemde yetiştiriliyor olduğu tespit edilmiş. Bugün Peru’da 3000-4000 farklı türde patatesin yetiştirildiği biliniyor ve Peru sık sık uluslararası arenada “patatesin anavatanı” olarak lanse ediliyor.

Güney Amerika kıtasının batı yakasından ve haliyle Peru açıklarından geçen ve civardaki suyun sıcaklığını 7-8 derece düşüren bir soğuk su akıntısı mevcut. Akıntıyı tespit eden araştırmacının adına binaen Humboldt Akıntısı olarak adlandırılan bu akıntının bölgedeki balık çeşitliliğini ve miktarını müthiş arttırdığı düşünülüyor. Yine Peru’da Pasifik Okyanusu’nun 15 metre altından başlayıp And Dağları’nda 4200 metre yüksekliğe kadar uzanan aralıkta 15 farklı biyokatman olduğu söyleniyor. Dolayısıyla inanılmaz bir biyoçeşitlilikten bahsediyoruz. Bu bağlamda bulunduğu coğrafya da Peru’nun ve mutfağının hedeflerine ulaşmasını bir hayli kolaylaştırıyor.

Tabii böyle bir atılımın gerçekleştirilmesinde devlet en mühim aktörlerden/faktörlerden bir tanesi. Gastronomi işletmeleri kendi başlarına bir şeyler yapıyorlarsa netice farklı oluyor, devletin de desteğini alırlarsa bambaşka. Örneğin Türkiye’de yönetim disiplininin duayen isimlerinden rahmetli Arman Kırım Hoca bir yazısında bu duruma dikkat çekmiş. Arman, Peru hükümetinin gastronomiyi kendisine bir yumuşak güç sahası olarak seçip, o dönemde kendisine dünyanın muhtelif köşelerinde 50.000’den fazla Seviçerya (Cevicheria) açılmasını sağlamak gibi bir hedef koyduğundan bahsediyor.

Peki burada asıl sorumuza geliyoruz: Peru’nun gastronomi mucizesinden Türk gastronomisine bir yol haritası çıkar mı?

Birebir yol haritasını kopyalamak çok kolay ve belki de çok da münasip değil, çünkü iki ülkenin ekonomik, kültürel, coğrafi vb. bağlamları, patikaları oldukça farklı. Ancak Peru’nun gastronomik başarısında etkili olduğu görülen faktörleri bir kontrol listesi gibi kısmen kullanabiliriz belki. Kıymetli Vedat Milor Hocamız’ın da dikkat çektiği gibi yemek kültürümüz her ne kadar son zamanda tektipleşmeye doğru evriliyorsa da, aslında inanılmaz kozmopolit bir kültür ve gastronomik mirasa sahibiz. Dolayısıyla gastronomide kültürel hafızanın tazelenmesine ve unutulmaya yüz tutanları süratle yeniden hatırlamaya yönelik bir ihtiyaç var gibi. Eğer sürdürülebirlik hususuna biraz daha itina gösterebilirsek, üç tarafı denizlerle çevrili, dört mevsimin de yaşandığı, neredeyse hemen her türlü meyve ve sebzenin yetiştirilebildiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Son zamanlarda devletin ve kamu kurumlarının gastronomiye eskiye nazaran daha fazla desteklerini görebilmek de ayrıca umut verici. Öyleyse, biraz daha planlı bir çabayla neden Peru’nun başarısını biz de yakalayamayalım? Ben başarabileceğimize yürekten inanıyorum, ya siz ne düşünüyorsunuz?

Devamını Oku

Peru mutfağı rakiplerine karşı rekabet avantajını nasıl kazandı?

Peru mutfağı rakiplerine karşı rekabet avantajını nasıl kazandı?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Bundan yaklaşık üç hafta önce, “Bursa 2. Gastronomi Festivali”nin açılış oturumunda, kıymetli Yüksel Okşak Hocam’ın moderatörlüğünde, Burak Arzova ve Cüneyt Dirican Hocalarım ve Gülçin Güleç Hanımefendi’yle birlikte sürdürülebilir gastronomi üzerine güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbet esnasında bir noktada laf Peru mutfağının baş döndürücü yükselişine geldi. Gerçekten de sanayide yıllar önce Japonlar’ın gerçekleştirdiği mucize gibi, gastronomi alanında da bir Peru mucizesi yaşanıyor sanırım.

 

Her ne kadar Peru’daki Machu Picchu ve Nazca çizgileri göreli olarak daha uzunca bir süredir turistlerin ilgisini çekmekteyse de, Peru mutfağının görece yenice dikkat çekmeye başladığını söylemek mümkün. Ancak bir yandan da popülarite bağlamında mutfağın inanılmaz bir hızda, çok önemli bir mesafe katettiğini söylemek de pek mübalağalı olmayacak sanırım. Peru’nun, bilhassa başkenti Lima’nın gastronomi dünyasının yeni süper starı olduğu hissine kapılmamız için muhtelif nedenler ve karineler var elbette. Örneğin dünyanın en iyi 50 restoranını sıralayan bir araştırmada, Lima’daki Central restoran listeye bir numaradan giriyor. İlaveten, ilk 50 sıralamasında Lima’dan üç restoran daha kendilerine yer buluyor: Maido, Kjolle ve Mayta. Yine benzer biçimde, The Guardian’da Central restoran üzerine bir yazı kaleme alan Collyns, Peru mutfağının artık itiraz kabul etmez biçimde küresel bir marka haline geldiğini iddia ediyor. Yazara göre Central da dünyanın en iyi restoranı seçilerek Peru mutfağının son yıllarda gerçekleştirdiği küresel fethi bir nevi taçlandırmış oluyor. Bu arada bu noktada ilginç bir ayrıntı da var. Dünya sıralamasının 28 numarası Kjolle restoranın sahibi ve şefi Pía León, aynı zamanda Central restoranın kurucu ortağı ve baş şefi Virgilio Martinez’in de eşi ve Cental restoranda kendisinin ortağı.      

 

Peru mutfağının bu denli gözde hale gelmesinde ve uluslararası arenada rakiplerine karşı bir rekabet avantajı kazanmasında sanki birçok faktörün etkisi var gibi görünüyor. Her şeyden önce Peru mutfağı bir füzyon, kreol mutfak. Bölgede İnka uygarlığı hüküm sürerken, Pizarro liderliğindeki İspanyollar bölgeyi fethetmişler ve ilk İspanyol yerleşim bölgelerini oluşturmuşlar. Haliyle Peru mutfağı hem İspanyollar’dan hem de onların yanlarında, Afrika’dan getirdikleri kölelerden mühim ölçüde etkilenmiş. Örneğin fıstığın Afrikalılar’ca Peru mutfağına kazandırıldığı iddia ediliyor. Tabii diğer kültürlerin Peru mutfağına etkileri bununla da sınırlı kalmıyor.

 

Peru 1821 yılında İspanya’dan özgürlüğünü kazanınca, ülkeye Avrupa’dan bilhassa Fransa ve İtalya’dan göçmenler gelip, yerleşiyorlar. Nitekim Perulular makarnayı İtalyanlar’dan görüp öğreniyorlar. Ardından, resmi kayıtlara göre ilk defa 1849 yılında, pamuk ve şeker kamışı hasatında, demiryollarının yapımında ve madenlerde çalıştırılmak üzere Çinli işçiler ucuz işgücü olarak ülkeye getiriliyorlar. O dönemde Çin’in güney kesimindeki liman kentlerinden gelen, birçoğu çok da varlıklı olmayan ve büyük kısmı eğitimsiz Çinli işçilerin yanlarında getirdikleri pek az şeyden bir tanesi de yemek tarifleriymiş. Peru halkı Çinliler’den zencefili, soyayı ancak en çok da yeni pişirme tekniklerini öğrenmiş ve mutfaklarına adapte etmişler. Hatta bu etkileşimden, Çin ve Peru mutfaklarının harmanlanmasıyla “Chifa” adı verilen özel ve müthiş leziz bir mutfak da doğmuş. İlaveten, Peru’da Japon kökenli ciddi bir nüfus da var. Örneğin ülkede 1990-2000 yılları arasında cumhurbaşkanlığı görevini ifa eden Alberto Fujimori’nin kökleri de Japonya’ya dayanıyor. 20 yy.’ın başlarında Japon göçmenler ülkeye geldiklerinde, ilginç biçimde Peru halkı o günlerde balığa ve diğer deniz mahsullerine karşı oldukça mesafeliymiş. Ancak Japonlar’ın hazırladığı yemeklere Perulular’ın kayıtsız kalması mümkün olamamış ve daha da ötesi, yine Peru ve Japon mutfak kültürlerini harmanlayan ve “Nikkei” adı verilen bir alt mutfak doğmuş. Neticede, bu kültürel süper-çeşitlilik Peru mutfağına rekabet avantajını getiren faktörlerden bir tanesi haline gelmiş. Kültürel anlamda bu denli girift bir örüntüsü olan mutfağın başarısını taklit edebilmek de haliyle güçleşiyor.

 

Peru mutfağının kazandığı başarının arkasındaki olası tek faktör kültürel çeşitlilik değil elbette. Başarıya giden yolda diğer faktörler ve buradan Türk gastronomisine bir yol haritasının çıkıp çıkmayacağı da gelecek haftaki yazımızın konusu olsun. Rüya gibi bir hafta dilerim.

Devamını Oku

DERDİNİZ GÜCÜNÜZ OLABİLİR

DERDİNİZ GÜCÜNÜZ OLABİLİR
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından sayın Ali Haydar Nergis’in köşe yazısını okurken birden zihnimde güzel anılarım canlandı. Nergis akıcı yazısında, İsveç’te çokça yetiştirilen ve bir kısmı da toplanamayan elma, armut, erik gibi meyvelerin sonbaharda çürüyüp, fermente olduklarından ve bu meyveleri tüketen geyiklerin, onlarla iç içe yaşayan İsveç halkına bazı güçlükler çıkarabildiklerinden bahsediyordu.

2017 yılında, ülkemizin kıymetli kurumlarından TÜBİTAK’ın 2219 doktora sonrası yurtdışı araştırma bursuyla İsveç’in Göteborg Üniversitesi’ne gittiğimizde, daha ilk haftadan, geyiklerin İsveç’te günlük yaşamın bir parçası olduğunu idrak etmiştik. Göteborg’da kaldığımız öğrenci yurdunun zemin katındaki dairemizde oturma odasında televizyon seyrederken, aniden bir geyiğin penceremize yaklaştığını fark edip bir süre inanamamış ve kendimizi bir doğa belgeselinin içerisindeymiş gibi hissetmiştik. Yine ilerleyen günlerde, bir gün eşim Filiz Hoca’yla araştırma yaptığımız enstitüden ayrıldığımız akşam saatlerinde, trafikte İsveç için hiç de alışageldik olmayan bir hareketlilik gözlemledik. Siren sesleri, teyakkuza geçmiş polisler vb. Akşam, sıkıntının polisin şehri çevreleyen ormanlardan şehre inen ve trafiği felç eden geyikleri onlara zarar vermeden yaşam alanlarına dönmeye ikna çabalarından kaynaklandığını anlamıştık. Dolayısıyla İsveç, her ne kadar son dönemlerde göçmenlerin entegrasyonundan kaynaklı bazı problemlerle mücadele ediyorsa da, ekseriyetle huzurlu, sakin bir ülkedir. Belki de haddinden fazla sakin. Çünkü enstitüden bazı İsveçli meslektaşlarımızın Göteborg’un fazlaca sakin hayatından şikayetçi olduklarını, biraz hareket hiç de fena olmazdı dediklerini de işitmiştik. Dolayısıyla bazen dışarıdan çok müspet gibi görünen bir durum, “dışı seni, içi beni yakar” misali, yaşayanlar açısından mutlak anlamda olumlu da olmayabilir.

Bazen de, günlük hayatta veya iş yaşamında, bir dertmiş gibi görünen durumlar aslında zannedildiği kadar menfi olmayabilir. Bu noktada Boğaziçi Üniversitesi İ.İ.B.F.’den Prof.Dr. Özlem Öz’ün 2001 ve 2002 yılında yayınladığı iki çok kıymetli çalışma aklıma geliyor hemen. Bu makalelerde, Öz birçok soruya cevap arıyor ancak temelde muhtelif Türk endüstrileri (bilhassa inşaat sektörü) “Porter’ın Elmas Modeli”ne göre uluslararası piyasalarda bir rekabet gücüne sahipler mi ve o zamana dek genelde gelişmiş ülkelerde test edilen model Türkiye bağlamında da geçerliliğini koruyor mu sorularına odaklanıyor. Araştırmanın sorularına cevap verebilmek adına, çalışmanın veri toplama kısmında muhtelif araçlardan faydalanılmış. Bunlardan bir tanesi de yöneticilerle yürütülen görüşmeler. Görüşülen yöneticilerden biri, Türkiye’de o dönemdeki bürokratik süreçlerin firmaları fazlaca yorduğundan ancak bu durumun bir yandan da Türk firmalarına ilginç bir rekabet avantajı yarattığından bahsediyor. Yöneticiye göre, firmalarımız Türkiye’deki çetin bürokratik işlemlerden idmanlı oldukları için, uluslararası arenada bürokratik işlemlerin çetrefilli olduğu piyasalara girdiklerinde, psikolojik mukavemetleri daha yüksek oluyor, zorluklar karşısında hemen yılmıyorlardı. Öte yandan, ağır işleyen bürokratik çarklara daha önce maruz kalmamış yabancı rakipler ise bu piyasalarda afallıyor ve nasıl hareket edeceklerini bilemiyorlardı. Dolayısıyla, o dönemde ülke içinde kaplumbağa hızında işleyen bürokratik kanallar beklenmedik biçimde yöneticilerin psikolojik sermayelerinin güçlenmesine vesile olmuş. Dolayısıyla hayatımızda her dert gibi görünen de aslında pirüdert olmayabilir.

Ah şu hayat bizlere keşke hep dikensiz güller sunsa. Ama bilindiği gibi maalesef böyle olmuyor. Sanki mühim olan, yaşadığımız sıkıntılara, dertlere mütemadiyen söylenmek yerine (size bir itiraf, zaman zaman ben de böyle yapıyorum), yaşadıklarımızdan nasıl dersler çıkarabilirizi düşünmek gibi. Tabii bu söylediklerimin meali, sıkıntıları ve dertleri azaltmak için gayret sarf etmeyelim değil. Elbette, mümkünse dertleri, tasaları asgarileştirmek için elimizden geleni yapalım. Sadece şunu anlatmaya çalışıyorum: Bazı sıkıntılar yaşamışssak bu bizleri atalete sürüklemesin, aksine sıkıntıları enerjiye nasıl dönüştürebilirizi düşünelim. Tıpkı zamanında iş yaparken karşılaştıkları bürokratik engelleri psikolojik mukavemete dönüştüren Türk yöneticiler gibi. Mümkünse dertsiz, tasasız ancak değilse yaşadığımız sıkıntılardan öğrendiğimiz bir hafta dilerim.

Devamını Oku

Firmalar rekabet gücünü nasıl arttıracak?

Firmalar rekabet gücünü nasıl arttıracak?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

“Stratejik Yönetim (SY)” bilindiği gibi oldukça kadim bir çalışma disiplini. Geçmişine dair muhtelif rivayetler vardır ancak birçok akademisyen, disiplinin ilk kitabının, bundan yaklaşık 2500 sene önce Çinli general ve stratejist Sun Tzu tarafından kaleme alınan “Savaş Sanatı” olduğu kanaatindedir. Alanın kurumsallaşmasında dönüm noktalarından bir tanesi de, hemen 1950’li yılların başında, Harvard Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde SY’nin o zamanki ismiyle “İşletme Politikası” olarak işletme bölümünün müfredatına eklenmesi olmuştur.

Ortodoks yaklaşım, o günden bu yana firmalar için çok mühim bir yönetim aracı haline gelen ve günden güne de kurumsallaşan SY’yi üç ana safhadan müteşekkil bir süreç olarak tanımlar: “Stratejik Planlama (SP)”, “Stratejinin Uygulanması (SU)” ve en nihayetinde “Stratejik Kontrol (SK)”. Her ne kadar popülarite açısından bir parça ilk safhanın gölgesinde kalmış olsalar da, sıhhatli bir SY süreci için diğer iki adımın da muhakkak hakkıyla ifa edilmesi gerekiyor kanımca. Ancak bugünkü yazımızın odağını SP ve daha da özelde “Endüstri Analizi (EA)” oluşturuyor.

SP’nin ismini telaffuz ettiğimizde akıllara hemen birçok alt faaliyet gelir. Bunlardan bazıları; firmanın amaçlarının belirlenmesi, genel çevre analizinin (“PEST”, “PESTEL” ya da “STEPLE”) yapılması, rekabet analizinin gerçekleştirilmesi, SWOT analizinin ifası, münasip stratejilerin seçimi vb. Bir de SP’nin pek akıllara gelmeyen ya da sıklıkla göz ardı edilen öğeleri var. Bunlardan bir tanesi de, öncelikle SP’nin, ardından tüm SY sürecinin etkinliğini derinden etkileme potansiyeline sahip olan EA.

EA en yalın ifadeyle firmanın içerisinde faaliyet gösterdiği/göstereceği endüstriyi daha fazla idrak etmeye ve nihayetinde de rekabet gücünü arttırmaya yönelik çabaların tümü. Zaman zaman rekabet analizi ile karıştırılsa da iki analizin arasında nüanslar mevcut. EA; ele aldığımız endüstrinin sınırlarını tanımlamaya ve yapısını anlamaya çalıştığımız tüm çabaları kapsıyor. Bir endüstrinin sınırlarını (mümkün mertebe) tespit etmek hayli güç çünkü her şeyden önce endüstriler stabil değiller, aksine mütemadiyen evriliyorlar. Örneğin 2000’li yılların başındaki ilaç endüstrisi ile bugünkü arasında dağlar kadar fark olduğunu iddia etmek hiç de mübalağalı olmaz. İlaveten, küreselleşmenin neticesinde, daha önce ulusal sınırları kullanarak çizdiğimiz endüstri sınırları gittikçe muğlak ve geçirgen bir hale geldi. SY disiplininin ilimleriyle irşad olduğumuz kıymetli hocaları Pearce ve Robinson bu konuda güzel bir örnek verirler. Hocalar kıymetli eserlerinde, 1990’lara kadar sivil havacılık endüstrisini domine eden Amerikan firmalarının 1990’larla birlikte başta Avrupalı Airbus olmak üzere, pazara giriş yapan Brezilyalı, Koreli ve Japon rakiplerinin baskılarıyla nasıl bunaldığını çok etkileyici biçimde anlatırlar. Haliyle, yukarıda bahsi geçen gelişmeler EA’yı meşakkatli bir çaba haline getiriyor. Ancak bir yandan da EA’nın mühim, faydaları zorluklarına ağır basan bir faaliyet olduğunun farkındayız. Çünkü EA sayesinde endüstrimizde başarıyı getiren faktörleri, başarıyla rekabet edebilmek için ihtiyaç duyacağımız ustalıkları, model alınabilecek firmaları, endüstrinin genel potansiyelini vb. idrak edebilme şansı buluyoruz.

 

EA’nin bir kritik ayağı da endüstri yapısının anlaşılması. Endüstrinin yapısı bir endüstriye karakterini kazandıran özellikler seti. Bu bağlamda ilk akla gelen yapı unsurları endüstrinin satıcı ve alıcı tarafıyla konsantrasyon derecesi, ürün/hizmet farklılaştırma düzeyi, giriş ve çıkış engelleri, ölçek ekonomisinin olup olmaması, dikey entegrasyon derecesi, devlet düzenlemeleri vb.’dir. Bir misal vermek gerekirse, SY’de endüstrinin konsantrasyon derecesini takip etmek için için sıklıkla kullanılan bir ölçü CR4’tür. Bu ölçü, endüstride en yüksek piyasa payına sahip ilk dört firmanın piyasadaki toplam paylarını ifade etmektedir. Kimi akademisyenlere göre rasyo %60’ı aştığında, bu durum piyasanın oldukça konsantre olduğuna işaret eder. Örneğin 1988 senesinde ABD’de sivil havacılık endüstrisinde CR4 rasyosu %68 civarında imiş. Peki bu CR4 rasyosu bize ne anlatıyor?. Konuyu netleştirmek açısından hayali bir vaka üzerinden gidelim. Misal olarak, eğer bir endüstriye giriş hazırlığında olan bir firmamız varsa ve ilgilendiğimiz endüstrinin konsantrasyon derecesi hayli yüksek çıkmış ise, bu bizim açımızdan rahatsızlık verecek ve endüstriye giriş kararımızı tekrar gözden geçirmemize vesile olabilecek bir durum olabilir. Çünkü konsantrasyon derecesinin yüksek olması sıklıkla bizim giriş maliyetlerimizi ve risklerimizi arttırabilecek bir durum. Ancak tam tersi bir senaryoda, hele ki bahsi geçen o dört firmanın arasında bizimki de bulunuyorsa, durum bizim açımızdan çok keyifli bir hal de alabilir. Yine endüstri yapısına dair bir başka örnek verirsek, ilgili endüstride bir giriş engeli analizi yaptığımızı ve bariyerlerin oldukça düşük olduğuna kanaat getirdiğimizi varsayalım. Eğer dışarıdan, endüstriye yenice girmeye niyetlenen bir firma isek, bu bulgu (diğer şartları ceteris paribus kabul edersek) kuvvetle muhtemel bizi endüstriye girme hususunda cesaretlendirecektir. Yok eğer endüstride hali hazırda faaliyet gösteren bir firmaysak, belki de bu sefer de duvarları nasıl yükselteceğimiz üzerine kafa yormak gerekecek. Bu noktada; yatay ve/veya dikey entegrasyona gitmek, firma itibarını ve müşteri sadakatini pekiştirecek taktikler izlemek, patent ve benzeri koruma kalkanlarından yararlanmak vb. opsiyonlar üzerinde durulabilir. Hülasa, EA bilhassa pratikte, SP çalışmaları esnasında çokça göz ardı edilen, ancak oldukça da mühim bir analizdir. Aman siz siz olun, kolaya kaçıp da, EA yapmadan SP’nizi tamamlamayı aklınıza dahi getirmeyin. Unutmayın “endüstri analizi candır”. Keyifli bir hafta dilerim.

Devamını Oku